28.8.06

..... "Battaniyeler, dokunsallık ve Çoklu Zeka üzerine....."

İnsanlar yaşlandıkça yüklendikleri nesneler çoğalıyor demiştim geçenlerde bir yazımda.

Yaşlanmak seneleri kapsayan bir kavramsa eğer bu tanımlamam da bir eksilik olduğunu düşündürdü bugün bana Nehir. “Gün geçtikçe” tanımlaması daha mı uygun ne?

Birçok çocukta olduğu gibi Nehir’de de bir battaniye takıntısı var. Hani şu Simpsonslar’daki Lucy miydi, yoksa Maggie’mi, aynen onun gibi.

Ortalıkta battaniyesini yerlerde sürüyerek dolaşan çocukların yalnızca çizgi dizilerde olmadığını anlamam için Nehir’in yürümeyi tam anlamıyla becerebilmesini beklememiz gerekti. İlk günlerde bedenini taşımak bile başlı başına meşakkatli bir işken peşe bir de battaniye takılamıyor tabi. Meğer çocuğun böyle bir özlemi varmış. Bir zaman geldi, Nehir’i peşi sıra battaniyesini sürükler bulur olduk.

Sonra bir gün komşu kızı ile battaniye için çekiştiler, havayı çığlıklar doldurdu.
Dolaptan bir battaniye daha çıkardım.

Battaniyelerine sarılıp uyuduğu için üstü açık kaldığından bir battaniye daha çıkardım.

Sonra yaz geldi, ayrılamadığını fark ettiğimden battaniyeleri kaldırmadım, ek olarak pike çıkardım.

Sonra benzer nedenlerle bir pike daha.

Sonra bir gün bir baktık, uyudu diye bıraktığımız ama aslında uykuyu tam tutturamamış küçük insan tüm battaniyeleri, pikeleri toplamış, minicik elleri arasında der top etmiş salon kapısında duruyor.

Bu toplama huyu battaniyeler ve pikelerle de sınırlı kalmadı işin kötüsü.

Uyku mayasının tutmadığı bir diğer gün de bugündü. Eşikte beliren Nehir’in elinde bir pike, bir masa örtüsü ve bir battaniyeye ek olarak çok sevdiği yumuşacık köpeği ve bir de tenis topu vardı. Topu fark etmek zor olmadı, boing boing boing bong bong bong.

Uyurken battaniyelerin köşelerini iki eli ile ovuşturmak türü bir eylem içinde sürekli bu çocuk. Hani böyle argoda “para” anlamına gelen bir el işareti vardır ya, baş parmak ile işaret parmağı birbirine sürtülür. İşte öyle yapıyor örtü kenarları ile. Köşeyi buldu mu da duruyor, uzun uzun orayı işliyor. Hani tüm hedef köşeyi bulmakmış gibi. O esnada onu emziriyor olduğumdan yakın takipteyim. Her iki -3 uyutmada bir bir türlü doyuramadığım merakıma yenilip ben de örtü kenarı ovuşturmaya başlıyorum, onun aldığı tadı almıyorum. Bırakıyorum. Tuhaf bir zevk. Mutlaka açıklaması olmalı. Ben kendi kendime bir çıkarım da bulundum aslında…

Benim kızım “dokunsal”.


“O da ne?” diyeceksiniz. Gerçekten, o da ne?
Bu çağrışımı “Çoklu Zeka” kuramına borçluyum. Kuramın dahilinde 8 ana kategori olsa da hiç birinin adı “dokunsal” değil belirterek.

Ancak dokunmaya olan eğilimin dahil olduğu bir ana başlık var. Neyse ana başlıklara bakmadan alt başlıklara geçmeyelim. Bir de “Öncelikle Çoklu Zeka kuramı nedir ki?”derseniz de (ki bir kısmınız duymuşsunuzdur) Milli Eğitim Bakanlığının son birkaç yıldır büyük bir ileri görüşlülükle müfredata adapte etmeye çalıştığı bir kuram diye başlamakta fayda var derim.

“Süremiz kısıtlı, 2-3 cümle ile açıkla,” derseniz de, şöyle özetleyeyim:

Hani bizler ortaokulda- lisedeyken sınıfın en zeki çocuğu olarak matematikte en iyi olan gösterilirdi ya, artık öyle değil. Sadece yabancı dil dersinde başarılı olan çocuğun da zeki olduğunu keşfettik artık, resim dersinde başarılı olanın da ve veya diğer konular da başarılı olanların da….

Oh be sırtımdan yük kalktı. Ben bir matematik fakiriyim çünkü.

Not: Eşim yazılarımın en önde gelen müdavimlerindendir. Tek uyarısı “kısa yaz Binnur, daha kısa,” olsa da anlatacak bu kadar çok şey varken ne mümkün?. En iyisi bu yazıyı birkaç parçada yayınlamak. İsteyen kalanını aşağıdaki posttan okumaya devam eder. Posted by Picasa
....... Yukarıdaki "Battaniyeler, dokunsallık ve Çoklu Zeka üzerine....." adlı yazının devamı:


Birkaç sene evel yaz sonunda öğretmenlere verilen seminerlerde tanışmıştım “çoklu zeka” kavramı ile. Uygulamalı çalışmalarından hep beraber çok zevk aldığımızı ancak bir ders konusunu tüm zeka tiplerine dönük şekillerle işlemeye kalkarsak hayatta bize 40 dakikanın yetmeyeceğini düşündüğümüzü hatırlıyorum.

İnsanın senelerdir tutunduğu dalı bırakıp başka dala sıçraması zor elbet. Bu dalın sadece sizi değil, ayaklarınıza tutunmuş onlarca öğrenciyi de daha yükseğe taşıyacağını bilseniz de hem.

Tekrar şu kurama dönelim.
“Az zeki - çok zeki” sınıflandırmalarını sevmeyen bu kuram, Gardner’ın da dediği gibi kişilerin farklı ilgi alanlarının olduğu ve ve bilinçli bir şekilde üzerine gidilirse herkesin başarılı olabileceği mantığına dayanır. (umarım açıklamalarımda yanlışa düşmüyorumdur- siz de araştırın derim)

Genel anlamda zeka tiplerini 8 başlıkta toplar Çoklu Zeka kuramı:

*Sözel
*Mantıksal /Matematiksel
*Görsel
*İçsel
*Sosyal
*Müzik
*Doğaya Dönük
*Bedensel /Kinestetik
---zekalar

Önce numaralandırayım dedim bu başlıkları. Sonra “önem sırasına göre,” diye algılanmasın diye bundan kaçındım.

Zira bana göre biri diğerine üstün tutulmamalı.

Ama eğer hepimizin amacı olan daha rahat, dolayısıyla daha varlıklı bir hayat sürmek adına mühendis ya da doktor olmamız gerekliliğine olan inanç hala sürüyorsa, matematik yine baş tacı edilecek demektir.

Kimi meslekler var ki diğerlerine nazaran daha bir “Zenginlik getiren” kategorsindeler. VE heyhat onların hepsi üniversite sınavında yanı başında koşan diğer çocuklardan bir adet daha fazla ya da az sayısal sorusu cevaplamış olmana göre artık ya kaderindirler, ya da kaderden çıkmış başkasının olmuşlardır bile.

BU bana haksızlık gibi geliyor.
Mühendislik kısmını anlayabilirim. En yakın arkadaşım ve babam mühendis. Derslerinin, işlerinin hep sayılarla alakalı olduğunu gördüm ömrümce. Ama Güzel Sanatlar Fakültesi dahiline alınan Mimarlık fakültesi için ya da hukuk fakültesi kapısını aralamak adına eşit ağırlık denen ağırlığın altında ezilmek de niye?

Son zamanlarda değişen üniversite sınavı yapısını pek incelemedim. Belki de artık yanılıyorumdur.

1987’de, Ekimdoğumlu bir 70 li olmam adına kendimi 16 yaşında saydığım bir yılda girmiştim sınava. (Hayatım için karar vermek adına ne ala bir yaş ama)

Arzuladığım meslekler ile ilgili bir liste çıkardığımı hatırlıyorum. İnsanın zekası neye dönük çalışıyorsa istekleri de o yünde oluyor tabi. Baktım listede her şey sözel ağırlıklı, yalnızca mimarlık matematik istiyor. Bir kalemde sildim attım onu hayatımdan.
Ancak mimarlık hayallerimi silmekten daha beteri de olabilirdi. Başarma ihtimalim düşük olan bir derse sırf şartlandırıldığım için asılır ve sınav çıkışı tabiri caizse avcumu da yalayabilirdim.

Sınavdan istediğim yere gireceğimi bilerek çıktım. Ancak o zaman bu zamandır bir sıkıntım var. İşimi yapmadığım sürece adımın önünde sıfat yok. Ancak işimi yaparsam gazteci Binnur, ya da televizyoncu Binnur’um ben. (Dibe bakınız*)

Oysa o çok yakın arkadaşım şu an çoluk çocuğa karışmak üzere olma nedeniyle işi gücü terk etti, senin benim gibi evde oturmakta. Ancak adının önünde ışıldayan mühendis diye bir kelimeye sahip hala. (bu cümlede gıpta var kıskançlık yok, lütfen not edin )

Belki de bu yüzden yazsam da yazmasam da adımın önünde kalacak bir “yazan” sıfatı arayışı içindeyim. Bilemiyorum.
İnsanların tüm çabalarının kökeninde “hasletlerini ve hasretlerini” (bakınız dip)****** aramak lazım (dolayısıyla işin içine çoklu zeka ve erişememe kuramları giriyor)

Çoklu Zeka konusunun laf kalabalığı arasında kaybolup gittiğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Tam da içindeyiz bu konunun aslında.

Neden yaz seminerinde kuramı öğrenirken eğlenen, ancak nasıl uygulayacağı konusunda çıkmaza giren biz öğretmenlerin durumunu anlatayım biraz.

Demin de saydığım gibi 8 ana başlık var. Bir tanesini ele alalım. Kinestetik zeka(ya sahip çocuk)
Bu çocuk (ki sanırım kızımın sahip olduğu zeka tiplerinden biri de bu) yerinde duramaz, hop oturur hop kalkar, bu arada muhtemelen poposuna “hiper aktif” damgasını yer, eğer “çoooooook gelişmiş !” bir ülke çocuğu ise bu yüzden ritalin diye bir hapı yutar ve iddia edilen o ki bu da ona hapı yutturur.
Ritalin çok tartışılıyor. Ben sadece kulak misafiriyim. Yine de Nil Gün’ün şu yazısını okuyun derim

Bir de dokunsaldır bu çocuklar. Gördükleri şeyi dokunarak daha iyi anlarlar.
Tıpkı Nehir gibi mesela.
Hani şu battaniye kenarı saplantısı var ya , oradan geliyor.

Şimdi.
Bir konu anlatıyorsunuz derste. Bir çocuk sözel zeka ağırlıklı çalışan bir beyne sahip, dinlemeyi seviyor, bir diğer çocuk kinestetik zeka ağırlıklı, yerinde oturamıyor, kıpı kıpır, kızdırıyor sizi. Yavrum otur.. Yok oturmuyor. Onu da derse dahil etmek adına biraz getir götür türü görevlendirmenin ve dersin malzemesinin dokunma gerektirecek şekilde hazırlanmasının faydası var.
Diyelim "Hayat Bilgisi" dersindesiniz ve Ege Bölgesi’ni anlatırken kuru üzümü, inciri, pamuğu sadece dile getirmek olmaz, Bir de sınıfta bu malzemeleri elden ele geçirirseniz ne ala.

Böylece hem görsel ağırlıklı çocuk da işe dahil olur. Bir de müziksel zeka var ki kuru incirlerle nasıl ses çıkarılır bilmem. Ancak doğa zekasına sahip çocuğun bu yemişlerle yakın temasta olmaktan çok mutlu olacağına eminim. Matematik zekası mı dediniz, sorun bakalım Ahmet’e avucunda kaç üzüm var.

Gör, dokun, dinle vs.

Dalga geçtiğimi sanılmasın..
Müfredat yetiştirme telaşında bir öğretmene ne çok iş düşüyor onu anlatmaya çalışıyorum.

Benim kızımın ilkokula başlamasına çok var. Ancak umut ediyorum öğretmenlerimiz o zamana kadar bu işin içinden çıkarlar ve kızımı bizim yetiştiğimiz şartlardan daha iyi şartlarda yetiştirir ve yönlendirirler.
İşte o zaman bir kez daha öperiz ellerini…
Hem de zeka skalasının her bir köşesinden gelmiş binlercemiz…



*****(öğretmenlik konusuna ise hiç girmeyelim. Birileri 21. yüzyılda tutunabilmek adına en az 7 meslek erbabı olmak gerek demiş bir yerlerde, ben de okumuşum. O gün bu gündür meslekleri çoğaltmakla meşgulüm. Şaka bir yana öğretmen olmayı isteme nedenlerim de bir başka günün konusu olsun)


*************Haslet: İnsanın yaradılışından gelen özellik, huy.(Türk Dil Kurumu Sözlük)



Resim not: http://www.studentretentioncenter.ucla.edu/sfiles/multipleintelligences.htm” Posted by Picasa

24.8.06

....Bel çantama biberon eklendi, ya senin Alexis?

Hayat yolunun nerelerinde olduğunuzu sadece yüzünüzdeki olan veya olmayan çizgiler ele vermez bence… İki anahtar şey daha var : “eklentiler” ve “çıklantılar”.

Hayata tanık olmanın en kestirme yolu, gazetecilik zamanlarımdan birinde bir gecem Arctic Sunrise adında kırmızı bir gemide geçti. Bir zamanlar güvertesi ayı balıklarının kanı ile yıkanan bu gemi dünyada iyi insanların da varlık gösterebileceğinin kanımca en güzel göstergelerinden biri olan Green Peace’in gemisiydi artık ve Türk karasularına demirlemek için daha iyi nedenleri vardı o gece.

Gerçi bizler bilmiyorduk nedenleri ne?

“ Geceleyin kalacakmış gibi gelin, bir yere gideceğiz ama neresi açıklayamayız, polise falan haber veren olur, “ diyerek telefonda daha da bir gizem katmıştı işin içine sözcüleri.

(Yarısı) maceracı bir ruhum, tamamı sallantıdan nefret eden bir bedenim var ne yazık ki. Kıyıda durup da kımıl kımıl sallanan gemilerin adamı değilim. Hayatımın en kötü sarhoşluğunu Pasaport İskelesi önüne demirlemiş Loewen Brau teknesinde içilmiş 1 bardak biraya borçluyum desem mesela…
Sadece 1 bardak bira ile izafiyet teorisinin özünü anlamıştım ben. Masada karşı köşede oturmuş konuşan bir arkadaş aynı yerde oturmaya devam ettiği halde uzaklaştıkça uzaklaştı gözümde. Soluğu kordon boyunda aldım. Ceketimi ve çantamı arkadan yetiştirdiler. O anda tüm teorileri boş verdim, en güzel teorinin dönmeyen bir baş, bulanmayan bir mide ile var olmak üzerine olduğunu düşünerek şüphesiz…

Telefonu kapatırken sanki bugün gibi uzaklaşmakta olan arkadaş görüntüsü ile meydandaki Atatürk Heykeli’nin tam önüne demirlediğini görüp mutlu olduğum kırmızı
gemi görüntüsü üst üste bindi. Uzaklaşan arkadaş silindi gitti. “Düşün bir Green Peace gemisinde bir gece!” oldum…
Ne severim ben o adamları. Ne özenirim onlara. Ve ancak ruhumun yarısı maceracı olduğu için gemili gemisiz fark etmez, katılamam aralarına baka kalırım hep.

Gemiye bindik. Büyük olduğu için daha az sallanıyor neyse ki. Zaten de bir süre sonra demir alacağız. BU gemilerin hareket halindeyken daha az sallanıyor olmasına hep şaşmışımdır.

Hay huy içinde gece indi. Siz keyfinize bakın deyip yola koyuldular. İçerde kravatsız, takım elbisesiz bir Birleşmiş Milletler toplantısı var sanki. Çeşitli ülkelerden gelip bir kırmızı gemiye toplaşmış birçok insan, birçok hikâye. Bu geceden elimde iki yazı ile çıkabilirim. Biri haber, bir diğeri özel yazı… Esasında soracağım sorular var bu insanlara, yazılar bahane. Merak ediyorum ben onlarla aramızdaki farkı. Onlarla kapı komşuları arasındaki farkı ya da… Neden onların saçları yakın zamanda kuaför görmedi, neden üzerilerinde biraz dökük bir kıyafet, suratlarında rahat bir ifade ve sırtlarında birkaç bireye değil de dünyanın şimdiki ve gelecekteki tüm bireylerine dönük sorumluluk çantası ile burada durmaktalar ya da? Neden kolay olanı tercih etmiyorlar? Kim onlar?

O gece sorular sordum, yanıtlar aldım ve yazdım sonrasında elbet. 2 kişiyi unutamıyorum içlerinden. Biri 20’li yaşlarında bir Türk, Fabrikatör bir babanın güzeller güzeli bir kızı (onu dediklerinden ziyade konumundan ve durumundan dolayı unutamıyorum), diğeri de hafif serkeş tipli bir Yunanlı, Alexis. O gece yapılmış bütün laf kalabalığı içinde ise ancak, Alexis’in dedikleri en çok aklımda kalan.

Kendisini “denizci” diye adlandırmaktan hoşlanıyordu geminin elektrikçisi Alexis… Ona göre bir denizci karada olup bitenleri, yaşanan yaşamları tarafsız bir şekilde değerlendirme şansına sahipti. Şimdiye kadar yaptığı gözlemlerden çıkardığı sonuç ise şuydu: hayat daha basit bir şekilde daha iyi yaşanabilir.

Bunları dedikten sonra yaptığı benzetmeyi ise hiç unutamıyorum. Çünkü o bir iki cümle ile kendisi gibi olanlarla “karada duranlar” arasındaki farkı anlatıyordu..
“Hepimiz o dağın tepesine elbet bir gün varacağız Kimileri sırtlarında ağır çantalar, ellerinde kollarında yükler ile çıkmayı tercih eder. Ben yüksüz çıkmayı seçtim. Bazen yolda bir çiçek görürüm, ellerim kollarım boş, eğilir alır koklarım, koklayabilirim. Ağaçların farkına varırım. Yola devam ederken seyrederim.”

Hayat büyük konuşulsun istemez. Böyle bir takıntısı var işte hayat ananın, burnunu sürtüverir insanın. BU yüzden Alexis’in hala ağaçları seyrederek tepeye çıkmakta olduğuna emin değilim. Gemide kendi gibi bir özgür ruhlu çevre gönüllüsü biri ile tanışıp anlaşmış, birlikteliğini yasalar-kâğıtlar-makamlar ve imzalar eşliğinde belgeletmek ardından bir çocukla kutsamak istemiş, çocuğu o protesto senin bu protesto benim oralara buralara sürükleyip heder etmeyelim demiş ve çiçeği kulağının arkasına sıkıştırıp boşta kalan eline küçücük bir çocuk eli alıp denizlerden karalara inmiş olabilir.

VE sonra beline bir çanta bağlamış da olabilir muhtemelen. Hani benim belimde olan çantanın bir benzeri. Ve içine belki pembe belki mavi kapaklı ama mutlaka bir adet biberon da sıkıştırmış olabilir. Ayrıca dünyadaki çiçeklerin ve/ veya meyvelerin en güzelinin evladı olduğuna karar vermiş ve onun her anını belgelemek istiyor da olabilir artık. İşte bu yüzden hayatına taktığı eklentiler arasına bir de fotoğraf makinesi girmiştir mesela.
Islak mendiller, bebek bezleri, ikinci ve hatta 3. yedek kıyafetler, evden gerçekten uzaklaşılıyorsa ateş ölçerler ve ateş düşürücüleri saymıyorum.

E bir de doktor numaralarının yazılı olduğu kağıtlar ya da cep telefonları. Yağmur yağarsa diye şemsiye, çocuk yürümekten yorulur da üstüme çıkarsa diye katlanır çocuk arabası, orada burada ağlar da susmazsa diye en gözde oyuncaklar, pastel boyalar ve boyama kitapları, tüm bu noktalara gelebilmek için tam olarak şart olmasa da ele takılmış bir alyans, kola takılmış bir hanım, hanımın eline de takılmış yüzük, ayrıca doğum hediyesi boynuna takılmış bir kolye kulağına takılmış bir inci küpe de olabilir. Adamdan adama, kültürden kültüre değişir bunlar. Eklentiler yani.
Artık örnek olarak Alexis’i kullanmamak lazım. Çünkü he ne kadar babalar da bu eklentilerden nasiplerini alsalar da yukarıdaki maddelerin çoğunu taşıma sorumluluğu genelde kadına aittir.
Bebek çantası bir çanta kategorisinde olduğu sürece kadına daha çok yakışacak diye düşünür kimileri.

Tabiî ki liste uzatılabilir. Ancak ne gerek var, sizler hepiniz yaşlandıkça insanların neden biraz kamburlaştığını biliyorsunuz zaten. Ancak tüm bu kamburlaştırıcı süreç ve elindeki eteğindekileri dökmeden yola devam etme çabası insanın sağını solunu görmesine ve/veya hayatın tadını çıkarmasına engel oluyor gibi düşünüyor olduğumu sanıyorsanız yanılıyorsunuz…Her ne kadar her fırsatta yakınsalar da kimileri ellerini kollarını sallayarak yürümekten hoşlanmazlar, hele yalnız hiç.

Mistik bir konu başlığı altında okumuştum bir yerlerde, bedeniniz sizin bu dünyada var olabilmenizi sağlayan uzay gemileridir diyordu…

Uzay gemilerinin bakımı zordur, çok teçhizat ister…Hani şu evren denen dipsiz ve kara kuyu da birkaç uzay gemisi yan yana ilerlemek tüm bu malzeme karmaşasına rağmen insana varoluşu daha güzel ve anlamlı algılama şansı tanır diyorum, “karadan” ben…VE hala denizdekilere derin bir saygı duyarak tabi…..



Not: "Çıklantılar" hakkında bir başka yazıda yazayım.

Not 2: Fotoğraf Green Peace'den (ayrıca bu gemi hakkında daha çok bilgi almak için

23.8.06

.....“İşbeğenmemezlik”ten ya da kendini beğendirememekten dolayı harcanmış birkaç ayı saymazsak okul biter bitmez çalışmaya başladım. Ardından “Sebat” kelimesinin anlamını kavramam için gereken süreyi, tam 13 yılı, çeşitli sektörlerde çalışarak “iş yaşantısına” adadım.

Yaptığım her işi sevmiş olduğumu ancak içlerinden tek birini diğerlerinden çok sevmiş olduğumu fark etmiş bir biçimde klavye önündeyim…

Kendimi boş oturuyor sanarak kendime çeşitli eziyetler yaptığım bir gün sonunda gelen bir mail yüzümü ışıldattı.

15 aylık bir bebeğin annesi, yazılarımı kendi tabiri ile gözlerinden yaşlar gelene kadar saatler boyu okumuş. En nihayetinde bana bir tebrik maili atmaya karar vermiş.

İşi bırakıp şehir değiştirmenin, kızıma kendi kendime bakmaya karar vermenin radikal kararlar olduğunu düşünüyor bu anne. Bir de zaman bulup bloglar hazırlıyor ve üzerine de ekmek pişiriyor olmama şaşıyor ve bana “bravo,” diyor.

Bazen başkaları ile konuşurken kendinizi daha iyi inceleme fırsatı bulursunuz… Sabahleyin çocukluk arkadaşımla Messenger’da kamera vasıtası ile konuştuk. Biz 1976’nın eylül’ünde bir gün, sabahın üzerinden griliğini atamayacak kadar kör bir saatinde ilkokul’un bahçesinde toplaştığımız okullu hayatın o ilk dakikasından beri yakın birer arkadaşız. Hatta belki de birbirimize birbirimizde olmayan bir şeyi, “kız kardeşi” verdik demek bile uygunsuz kaçmaz.
Zaman zaman küsüşerek bu dostluğu daha da pekiştirsek de biz karı koca gibi adı bir anılan tiplerdeniz…
Ancak 30 yılın sonunda ilk defa bu gün, onunla konuşurken kendimi gördüm. Öyle aynada gördüğüm ben olarak değil, konuşan , anlatan, jestler ve mimikler arasından zor seçilen kendimi gördüm işte..Daha önce de konuşmuştuk bu şekilde ama kendi görüntümü küçük tutmuşum herhalde.
Seyrettiğim, ayna başında yüzünü yıkayan veya allık-pudra ve ruj ile hayatına renk katmayı uman hareketsiz bir yüz değildi. 36 yıldır tanıdığım “ben”den daha çok sevdim başkaları ile iletişimdeki “ben”i. Ve kendime merhametsiz davrandığım zamanlarda başkalarının gözünden kendime bakmayı denersem işimin daha kolay olacağını fark ettim. Kendisi için çıtayı çok yükseltmiş ve tepelerdeki o çitaya sıkkın bir ifade ile bakakalmış her insanın kendi kendine layık gördüğü merhametsizlik zamanlarından bahsediyorum.

Bir kaç paragraf yukarıda ki mail bana çalışan bir anneden geliyor. Hani benim de şu ellerinden öpmek istediğim kişilerden birinden işte. Ne büyük bir çabadır hem işte hem de evde çalışmak… Üstelik evde bebek olsun olmasın. Üniversitede çok saygı duyduğumuz, ve ekilmeye en müsait bir dönemin, bir günün , bir saatin (bahar dönemi, Salı günü öğleden sonraki en ekilen ders’ten sonraki son iki saat) yoklama almayan ama yine de sınıfı tam kapasite dolduran bir hoca geliyor şimdi aklıma…Reklamcılık hocamız uğur Yüce (sonunda L yok)…Onu diğer bir sürü şeyin yanı sıra İngiltere’de gündüzleri bir üniversite, geceleri bir başka üniversiteyi aynı anda okumuş olduğu için de severdim.

Vay be derdim, duble fulltime öğrencilik.
Her neyse, kulak çınlatma buraya kadar. İşte çalışan kadınlar da biraz böyledir işte. Onları sevmek için size ekstra bir neden daha sunarlar. Duble fulltime çalışırlık. İşte, evde.

Üstelik aynı işi yapan erkeklerden daha az kazandıklarına dair söylentiler de var.

Şimdilerde kendimi dublesi gitmiş “fulltime” cı olarak görüyorum. Yani işlerimden biri gitti. Kaldım tek işle. Tabi teselli bulmak istersem “anneliğin” birçok işe bedel olduğunu söyleyebilirim. Ve gerçekten de kızım bir patronsa, kaprisli bir patron demeye dilimi korkak alıştırmamalı. Niyet kötü değil, bebek milleti hep aynı. Bu kaprisleri birbirlerine tembihleyip de doğuyorlar ihtimal. Yani gözümün önüne doğumdan önce tüm bebeklerin bekledikleri genişçe bir alan geliyor gökyüzünde bir yerde. Aha tam işte orada bunlar ağız ve hareket birliği yapıyorlar. İtirazı olan?

Geçelim.
2 işe birden koşan insan, tek işle bir fena oluyor. Yararsız hissetmeler, alacağın şeylerin fiyat etiketlerine eskisinden daha uzun bakmalar falan.

Bu nedenle şu ayın başından beri evde çeviri yapmaya başladım. 1000 karakteri 3 Ytl’den. Üzerinde pijamalar, canı çektikçe kucağına tırmanıp memene asılan bir çocukla bundan iyisi can sağlığı mı demeli. Yoksa yine pijamalı ve emzikli olduğun halde daha iyisini kazanabilirsin ikirciğine mi saplanmalı bilmem. Bir hesap ettim eh işte aybaşından beri 98,5 Ytl’yi anca doğrultmuşuz. Üstelik daha önce hesap 108 civarıydı, şeytan dürttü sordum, Word’deki sözcük sayımı hesabı boşluklu mu boşluksuz mu göz önünde bulundurularak yapılacak.
Boşluksuz.

Yeniden hesapladım. Meğer kelime aralarında hani şu görünmeden duran boşlukçuklar varmış ya, şimdiye kadar bana 10 milyon kadar daha fazla kazandığım hissiyatını verecek kadar büyükmüşler, ya da küçük.

Tatil nedeniyle elimizde çok iş yok dese de yüzünü görmediğim patron, moralim bozuldu tabi.
Eşim her zaman dediğini dedi. Sen para kazanmak için değil, vakit geçirmek için yap bu işi…
Ama olur mu? Ben istiyordum ki bir yaraya merhem olayım. Hani ayın 8’in de ödenecek şu fatura var ya, onu ben kapatayım. Ya da dur dur, elektriği ben öderim. Kredi kartlarından biri de olabilir… Ay yok, ebeveyn kontrollü bisiklet diye bir şey var, onu ben alayım kızıma.

Ne bitmez 100 milyonmuş. Pardon 100 Ytl.

Her ne kadar işleyen demirin ışıldayacağına ve iş yapanın iş bulacağına inansam da biraz üzgünüm tabi.
Yine değerlenemedik kendi gözümüzde çok.
Hepi topu bunun birkaç katının hayalini kurmuştum. Ama o günler geldiğinde paralar çok sabırlar az olabilir. Ne kadar çok çeviri, o kadar çok zaman PC önü demekse eğer gözünüzün önüne bir tablo getirin ana kız kucak kucağa: beden ısısı + beden ısısı= 72 derece…
Ya da artık kucak kucağa değiller ancak kucak yine de dolu: birlikte oynansın diye ufaklık tarafından konulmuş boyama kitapları, toplar, doldurulsun amacıyla ekleştirilmiş bardaklar, kapakları açılsın diye kalabalık arasında bir yere sıkıştırılmış kuru üzüm kavanozları ve benzeri…

Hep söylüyorum bir lap topa ihtiyacım var. Böylece arka balkonda yaptığım havuzda benim su kuşu oyalanırken ben de daha rahat yazarım ya da çeviririm.
Neyse ben esasen bunu da anlatmıyordum.

Diyordum ki, kendimi işe yarar hissetmeye ihtiyacım var. VE tabiî ki aile bütçesine katkıda bulunmak da fena fikir değil. Baksanıza gün yenilendi ihtiyaçlar arttı. Bizim zamanımızda 3 otuz paraya 3 tekerlek bir bisiklet aldın tamam. Şimdi öyle mi, arkasına bir sap ekle, yanlara güvenlik barları ve sapı da tekerleklere bağla. Kontrol sende, ama para da sendeyse tabi…

(bu ne biçim çocukluk, kontrol bisiklette bile çocukta değil diye isyan edenlere: zamanı gelince kontrol sapı çıkarılıyor, sapı bozulmuş vledanıza takılıyor – çıkma kısmı doğru da takma kısmı yalan)

Sonra işte o mail geldi.

Aslında ne kadar çok iş yapmakta olduğumu söyleyen ve bana bravo diyen bir çalışan anneden hani…

Kendime dışarıdan bakmaya çalıştım. İçimdeki göz daha acımasız çünkü…
Bu gün kendime daha çok saygı duymaya karar verdim.

Bunda maildeki en son cümlenin payı büyük esasında: Demiş ki o anne, “bana kattığınız çok şey var, teşekkür ederim…”
Ne diyeceğim biliyor musun Belma:

Asıl ben sana çok teşekkür ederim…


Posted by Picasa

20.8.06

.........Kader, elinde yerde sürdüğü çember, koşmakta olan bir çocuk gözümde.

İç içe halkalar halinde yaşıyorsun sevdiklerinle yaşamı. Onlar bir dönem nerelerde bulundular iyi akılda tutmalı. Bir gün aklının köşesinden bile geçmeyen bir şehre savrulduğunda hatırlamaya ve bağlantı kurmaya yarayacaklar çünkü.

4-5 yaşlarındayken taşındığımız Çamlık apartmanı var hayat zincirimizdeki bin bir halkadan biri olarak mesela. Annemin kucağında akşam gezmesine gidiyoruz, apartman yeni, pek bir oturan yok o zaman. Çıkıştaki son basamaktan annemle beraber yerlere yuvarlanıyoruz. Biz önde babam arkada ilk katın henüz taşınılmamış dairesine dalıyoruz açık kapısından, mutfağa gidip ellerimizi yıkıyoruz, üstümüzün tozunu atıyoruz. Sanki daha dün.

Hani saç telinin, eldiven tekinin peşine düşer ya filmlerde büyücüler, tozumuzu fazla silkelemişiz o giriş katına. Gelinlikle girdiğim ve 5 yılımı geçirdiğim ev de o oldu sonrasında. Annemler benden 20 sene evel biraz ilerde bir başka apartmana taşınmışlardı bile… NE tozmuş ama dedim zaman zaman kendime, 5 yıl boyunca sil sil çıkmadı.

Arka penceresi apartmanın kömürlüğüne bakan, bir gün doğacak çocuğumun ciğerleri için önceden önceden kaygılanmama neden olan “2 oda bir sofa” minicik bir evdi bu. Soğuk kış günlerinde dışarıdan eve geldiğinde seni güler yüzle karşılayan sıcağı en büyük lüksüydü. Daha başka ayrıcalıkları da vardı tabi, tık dedim mi dibimde biten aileme yakınlığı (meğer bu ne kadar önemli bir şeymiş) ve dizleri ağrıdığı için bir kat yukarda olsam birkaç kez eksik gelecek anneme düzayak oluşu, gözlerimi bağlasalar yolumu bulacak kadar tanıdık çocukluğumun mahallesinde yer alması gibi.

Apartmandaki kadınların hepsi, eğer renkli göz Türkler için en önemli güzellik alameti ise, güzeldi. Kahverengi gözlüler azınlıkta, düşünürdüm, evlilik olasılığını bile artıyor galiba şu renkli iris. VE korkardım çocuksu bir şartlanma ile, onlar "aman annen sana ne yakın, aman ne şanslısın," dediklerin de. İstemeden de olsa değecek nazarlarından.

Sonra, ya değen bir göz, ya da bizim kendime verdiğimiz bir söz sayesinde bir başka şehre savrulduk… Şöyle doya doya 1 bir migren krizine bile giremezsin orada. Nerde o 5,5 lik deprem olduğunda, Ertunç askerdeyken, sabaha karşı çiğ bir saate dakikada dibinde biten baba lüksü, ay anne sen şu kıza bir 2-3 saat bakıver biz bunaldık, sinemaya gidecez lüksü…Bunalımların için artık öncelikle kendine, baş ağrıların için de apranaxlara güvenme zamanı geldi çattı kısaca.

“Yine saldı maya fabrikası amonyağı, derken buldum birden kendimi eşime, “kapa balkon kapısını,”
Endişeliyim, daha iyi bir yaşam vermek için birbirimize ve kızımıza, kalkıp geldiğimiz bu fabrika bacası bol memlekette nerede oturursan otur bir fabrikanın çemberine dahil oluyorsun işte. Peki ya “daha iyi bir sağlık” kısmı ne olacak, o ayrıntıyı atlamışız ne yazık..

Bir şey olmaz, diyor. “Çocukluğum Tüpraş’ın her akşamüstü 5 gibi salıverdiği amonyak kokuları arasında geçti,” ekliyor.

Amonyak boy uzatıyor galiba diye düşünüyorum. Kafamın dibinde bir yerlerde içten içe vır vırlayan ikircikli yanımı susturma çabası ile… Başarısızım tabi. Araştırsan ne tehlikeler çıkar altından, kanserojen midir nedir? Oysa ne çok küçük detayı atlamadan edemez olmuştuk evlat için. Nehir geldi, bulyonlar gitti, monosodyum glutamat nedir öğrenildi, ucuz çin mali kalemleri ortalıkta tutulmuyor artık, içinde kimbilir ne yüksek oranda kurşun vardır? hem baksana kurşun çocuklarda öğrenme yetisini azaltıyormuş, onu geç zehirlenme bile yapıyormuş, o zaman markete giderken ara sokaktan geçmek lazım, orada pek egzoz gazı yok baksana, a bir de jöle şekerlemeler- kim bilir ne katkı maddesi vardır onlarda, e fındık verelim o zaman- peki ama ortadan ikiye ayır, top gibi olmasın boğazına moğazına gider aman Allah’a emanet, aman sakın çeşme suyu verme, bu ovanın altına kimbilir hangi fabrikaların atıkları karışıyordur, mikropsuz çıksa da tüm tahliller ağır metaller ne durumda acaba… Böyle böyle uzayıp giden diyaloglar..

İç içe geçen çemberler işte. Şehir çağırdı seni geri diyorum eşime. Oysa o seneler evvel bu şehirle tüm hesabını görmüş de gelmiş. Onun daha iyi bir insan olmasını sağladığını düşündüğüm lojmanda geçirilmiş mutlu çocukluk günleri defterini ara ara açıp gözlerini ışıldatarak hikayeler de anlatsa İzmit İzmit’de kalmış..

Beni almaya gelmişsin meğer diyorum İzmir’e… VE nüfusunda İzmir yerine Konak yazıyor diye üzüldüğün bir evlat sahibi olmak için. “E merkez ilçesi ya İzmir’in Konak,”
“E tamam da İzmirli olmayan nerden bilsin,” diyecek kadar İzmir’i benimsemiş bir İzmitli…

Şimdi sıra bende. Sanırım ben de senin şehrini benimsemeyi öğrenmeliyim. Fakat ben bir kız çocuğu sahiyim. Sokakta yanımdan geçerken mini giymiş bir başka kız için “alıp kafasını şu havuzun suyuna sokup sokup çıkaracaksın,” diyen gençleri tüylerim ürpererek dinledikçe nasıl alışabilirim bu şehire?

Zaman zaman gittiğim kentimde eskiden dikkat etmediğim ayrıntılara takılıyorum artık. kaşlarında piercing gördüğüm delikanlılar gözlerimi yaşartıyorlar, mini etekler, açık göbekler, sarmaş dolaş gençlere bakıyorum gururla….”İyidir bu,diyorum, benim memleketimde hala kimse kimsenin ahlak bekçiliğini yapmıyor demek.Herkes farklı olma hakkına sahip hala…. İsteyen istediği ile olmaya, istediği gibi olmaya hak sahibi hala. Fabrika bacaları ve atıklarından geçtim amma, kendimi korkudan dolayı ortama ayak uydurmuş bulmaktan korkuyorum bir gün, kızım dışarı çıkarken endişe ile etek boyuna bakar bulmaktan kendimi….Ve bir de “yakınlarda kendisini benim yıllar ve yıllar boyu emek vererek büyüttüğüm kızımın bekçisi sanacak adamlar ve daha kötüsü bir de havuz varsa diye korkuyor bulmaktan korkuyorum.

Neyseki, diyorum, çember çevirmeyi seven kader kızımın çevresindeki iç içe geçmiş halkalardan birinde İzmir olduğunu bir gün mutlaka farkedecektir.

Yine de kızımın göbek bağını İzmir'e gömmeye karar veriyorum....



Posted by Picasa

16.8.06

.....Yan yana uzanmışız kızımla. O, yalnızca uykuya geçerken araladığımız bilinç ve bilinç altı arası kapısına asılı uçuşan mor tüllere bakmakta. Bense aşağılara, onun pamuk helva gibi ve minik, benimse koca(mış) ayaklarımıza…

Yeryüzüne bastıkça kirleniyorlar galiba.

Kendimi dünya üzerinde her yere basmış gibi hissediyorum o zaman. VE sonra aklıma çocukken okuduğum bir masal geliyor. Kör olan bir dünya fatihi kral ile ilgili masal…

Cadının biri “gözleri, şimdiye kadar hiç basmadığı bir toprak merhem edilirse görür olur ancak,”diyor… Oğlu biliyor, babasının hiç basmadığı bir karış toprak kalmamış şu dünya üzerinde. Atına biniyor, çeşitli yerlerden getirilmiş toprakları hallaç pamuğu gibi atıp- karıp karmalayıp hiç basılmamış bir toprak oluşturuyor.

Sonra düşüncelerim başka yerlere atlıyor.

Özel hayatlarını sere serpe, herkesin önünde yaşayan kadınlara acıdığımı fark ediyorum birden bire. Ama erkeklere değil, diyorum kendime.

Kuklalar Erkek ve kadın, kuklacı ise sadece erkek diye düşünüyorum. P. Altuğ 3 yıl evel kocasını bir başka adam için bıraktı, şimdi de o adamı başka bir erkek için bırakıyor diyerek tiksinme ifadeleri takınan kişilerin Tony denen ikinci adamı nasıl affedebildiğine şaşırıyorum. Aslında daha da şaşırdığım bir başka şey var, 1.adamı fena bir tecrübeye gark eden ikinci adam, piyasaya çıkan 3. adam sayesinde 1 adam ile kader ortağı olduklarına dair mesajlar veriyor…. O adama acımanın şimdi aklına gelmesi ne tuhaf. Ortada 3 erkek ve bir kadın var, ne iğrençtir ki tek suçlu kadın olarak gözüküyor. Midem bulanıyor.

Benim evladım da bir gün kadın olacak. Kadın olmak demek, eylemlerle alakalı bir şey değil ancak. KADIN olmak, yetişkin bir dişi olmak demek. Ancak ne yazık ki kavramlar bakan göze göre değişir. Türküleri çok severim. Şunu dinleyin, ne kadar güzeldir:

“Tanrı’dan diledim
Bu kadar dilek aman aman
Bu kadar dilek

Dizinde yatıp da
Yüzüne bakmak aman aman
Yüzüne bakmak,”




Bir diğeri mideme kramplar sokarken:

“henüz girmiş 13-14 yaşına, edalı işveli köylü güzeli,”

Bakan göze göre 12sini yeni bitirmiş güzel, bir kadındır, hem de der top edilip yataklara atılacak kadar.

Oysa benim lügatimde 12 yaşındaki insan bir çocuk. Ve hatta 15indeki ve hatta 18’inde kinin de olduğu gibi.

Kanunlar bile 18’inden önce işlenmiş suça farklı gözle bakar. Çocuktur der o, ıslah edilmeli, hapis edilmemeli….

Oysa 17’sinde bir güzelin bakan gözün verdiği karara göre damgalanması ne kadar da kolay. Hafif, diye, hoppa diye, sürtük diye….

Hak saplantısı içinde zaman zaman sokaklarda insanlarla atıştığım olur. Yürüyüp gittiğimde arkamdan ne dediklerini bilirim…

Oysa bu gibi durumda bir erkeğin arkasından edilen laf onun cinsel hayatını hedeflemez, başka kadınları satan bir adam olduğu iddiasındadır.
NE eşitlik ama. Kızılan kadın da olsa erkek de, hep kadınlar küçümsenmekte. Hem de bir tek şekilde.

Bana kalırsa bir insana hakaret ederken seçebileceğiniz en ağır kelimeler onun uygarlıktan nasibini almamış olduğu, terbiyesiz olduğu, adaletsiz olduğu, ırkçı veya cinsiyetçi olduğu, ona sunulmuş güzelim aklı kullanmayan bir tembel olduğu türünde olmalı.

Yani bir insana medeniyetsiz – terbiyesiz- kafasını çalıştırmayan ot herif demeniz ona P ya da i demenizden bin kat daha acı olsa gerek.

Yine de hiçbir atışmam da küfür kullanmam. Şimdiye kadar tek kullandığım ağır kelime “medeniyetten nasibini almamış” oldu.

Bunu park ettiği yerden çıkarken beni görmeyerek arabasının aynası ile koluma çarpan, özür dileyeceğine beni onu görmemekle suçlayan adam için sarf ettim. Görme mecburiyeti yaya’dan çok sürücüdedir oysa. Yaya dediğiniz çocukta olabilir, yaşlı da olabilir, dalgın da olabilir, hasta da olabilir. Oysa direksiyon başına oturmuş insanın dalgın olma lüksü yoktur.

O adamın “bakan gözüne göre” bana arkamdan yapıştırdığı yaftayı biliyorum.

Ama emin olduğum iki şey var: birincisi ben öyle değilim
İkincisi o adam ben onun hakkında ne düşünüyorsam hakikaten o: medeniyetsiz.

Bunun iki nedeni var. Birincisi araba kullanırken sağı solu kollamayıp yine de kendini haklı bulması
İkincisi bir kadını aşağılamak için cinsellik ile alakalı bir kelime kullanıyor olması….


Sanırım şu dünya üzerinde basılmadık toprak bırakmadığım ile ilgili yanılgıya düşüyorum ben.

Bu kirlenmeyi bu bakış açısına sahip erkeklere bırakıyorum.
VE onların gözleri için ne kadar toprak karılsa da merhem üretilemeyeceğini düşünüyorum.


Resim not: Gustav Klimt Three ages of woman'dan detay Posted by Picasa

15.8.06

.......“İkinci çocuk,”
adında bile hayata bir – sıfır yenik başlamışlık kokusu var…

Bir anne eski yazılarımdan birini okumuş ve benden ikinci çocuklar ile ilgili bir yazı (daha) yazmamı istemiş..
Kibarca ikinci çocuğun birinci için yapılıyor olmasının ne kadar büyük haksızlık olduğunu dile getirmiş. VE sorgulamış, birbirleri ile ne kadar yakın oluyorlar ki büyüdüklerinde?

Aslında benim de aklımda zaman zaman uçuşan ama üzerlerine ağ atıp bir araya toplayamadığım düşüncelerden bunlar.

Dün akşam, varlığının bize tatlı gelen tüm açılarını sergileyerek ve tatlı sesi ile bir şeyler mırıldanarak ortalıkta dönenip dururken Nehir, babasına sordum:

“Ona olan sevgimize eşdeğer bir sevgiyi, eğer yaparsak, kardeşi için de hissedebilir miyiz? Yoksa Nehir’e duyduğumuz sevgi ikiye mi bölünür?”

Biliyorum tuhaf bir soru. Ancak eşim soruyu yadırgamadı. Demek onun da kafasında dolanıyor böyle kurtlar. Oysa ben erkeklerin yaşadığını, kadınların düşündüğünü zannederdim (düşünmekten yaşayamadığını)

Kadınların “düşüncemdeki” durumunu en iyi şekilde çok sevdiğim bir zen hikayesi özetler.

Karınca 40 ayağın birine sormuş : “Nasıl oluyor da bu 40 ayağı birbirine dolandırmadan düzgün sırada atıp yürüyebiliyorsun?”

Kırkayak durmuş düşünmüş, cevap bulamamış. Hemen orada küçük bir çukura çöreklenmiş ve başlamış düşünmeye. Sonra da o çukurdan bir daha hiç çıkamamış. Yürümeye başlamak için hangi ayağını öne atması gerektiğini bilemediği için şüphesiz.

“Aynı oranda bir sevgi daha üretiriz,” dedi eşim. Kafasında tuhaf sorular belirse de aralarından sıyrılmayı başarabileceğini bir daha kanıtlayarak, bilgisayarın ekranına çevirdi gözlerini yine. NE de olsa o bir erkek.

Sonra aklımdan bir sürü düşünce bulutları geçti, kimileri ak kimileri kara…İkinci çocuklarını yaptıktan sonra eşine birinci çocuğun sevgisine ikinci de ulaşamayacağını zannettiğini ancak ikinciyi de aynı oranda seviyor olduğuna şaşırdığını itiraf eden bir arkadaşımın eşi, her ne kadar doktor masasından babamın ricası ile dönsem de, yani öyle habersiz çıka gelen bir bebek olsam da ne kadar çok sevildiğimi bilmem, kimi tanıdıklarımın birinciyi neredeyse sallayıp ikinciyi daha çok sevmeleri, vs vs vs. Dedim ya kimi ak kimi kara bulutlar.
Sonra ben de çevirdim gözlerimi televizyona, ne de olsa kadınım işte. Muhtemelen bir başka “reality show” daha var (dı) TV’de. Hatırlamıyorum. İnsan kendi hayatının kuyusuna bakmak istemediği zamanlarda gözlerini başka hayatlara çevirir.

Öyle bir dönemeçteyim ki. Karar verdim verdim, vermedim vermedim. Ya kariyer denen uçurtma uçacak, ya da içimde hayat geliştire(bile)n yumurtalar kaçacak

Kitapların sayfaları, bilgisayar ekranının ışığı, televizyonda ki öyleymiş gibi yapan hayatlar bir yere kadar kaçış kapısı oluyorlar. Düşüncelerin bilinç üstüne sızmak için kolladığı zamanlar var. Ya da hiç olmadı eskiden yazdığınız yazılara yapılan yorumlar. Posta kutunuzu açıyor bakıyorsunuz, birkaç ay evelinin lakırdısına oturtulmuş usturuplu bir cevap…

Söyleyen hani şu meşhur ve tatlı profesör Üstün Dökmen, zikreden Serpil (hani şu söz konusu yorumu yapan anne):
“Birinci çocuğunuza diyeceksiniz ki seni çok istedik, sen aşk çocuğuydun, ikinciye de senide abine kardeş olsun diye yaptık".

İkinci çocuktan bahsederken onu hep birincil olan adına dile getirdiğimi hatırlatıyor bu laf bana. İkinci çocuk olan kendim adına utanç verici bir şey aslında. Çünkü sorsalar abim için değil, sırf istenildiğim için dünyaya getirilmiş olmayı tercih ederdim. Hoş, abim için dünyaya getirilmiş olsam da pek bir şey değişmiyor? Beni onun için yaptılarsa bile ona köle yapmadılar.

Serpil’in yorumuna devam etmek istiyorum.
“Kardeş meselesine gelince etrafta kardeşleriyle iyi geçinen çok az insan var. Günlük hayatin koşturmacası arasında kısa bir iki telefon, hal hatır sorma. Sonra kendi dünyalarımızda kayboluşumuz.”

Hep sorguladığım bir şey de bu. Farklı cinsiyetteki kardeşler ne yazık ki Serpil’in dediği türden bir bağa sahipler. Eminim ki birbirlerini çok seviyorlar, ancak ne kadar istense de birbirlerinin hayatlarına öyle fazla dahil olamıyorlar.

Nehir henüz içimde bir aylıkken okuldan sevdiğim bir arkadaşım ikinci bebeğine hamileliğinin müjdesini vermişti bana. Hani sorulur ya, kız mı olsun erkek mi olsun istersin dedik. Gözlerindeki ışıltı bana başla bir şey anlatsa da o “hiç fark etmez,” demişti.

Ona dedim ki “Oğlan olursa siz sevinirsiniz, kız olursa kızın sevinir,”
Kızı oldu, ben de sevindim.

Çünkü ağabeyimi ne kadar çok sevsem de her zaman bir kız kardeş özlemi çektim. Birbirleri ile ne kadar didişseler de “birbirlerisiz” olamayan 3 kız kardeş annemlere özenmişimdir hep.

Onlar kendi kalbinle seçmediğin, işte tam da bu yüzden ömür boyu kimi huylarına gıcık olmaktan vaz geçemeyeceğin en iyi kız arkadaşlarındırlar. Atsan atılmaz, satsan satılmaz, işte bu yüzden sudan sebeplere kurban verilerek yarı yolda terk edilen dostluklar gibi değildirler. Asla ölmeyeceğinin bilinde şımarık ve zamanı bol semirgen bir ağaç gibi yayılır da yayılırlar. Bitimsizlik bilinci onlara korkusuzca derinleşme imkanı tanır. Oysa ne yazık ki en iyi dostlukların halatının bile belki kardeşlikte kopmayacak incelikte bir noktası vardır.


Burada kalbimi kalbinin kırıldığını ifade ederek kıran bir arkadaşımı hatırlamaktayım. Bir zamanlar araya ne kadar zaman girse de tekrar görüştüğümüzde kaldığımız yerden devam edebilmekle gururlanır ve dostluğumuzu bu yüzden özel bulurduk. Ama sonra bir şeyler oldu ve şehirden habersizce ayrılıp gitmem onun içini yaktı. Belki de benden bir kız kardeşi özeni istemişti. Ancak hayatımı hallaç pamuğu gibi atıp giderken apartman komşularıma bile veda etmediğimi bilmiyordu muhtemelen. Sanırım birbirimizi pek de dinlemedik. Geçmişe dönük suçlamalar içimi yaktı, onun değişmiş olduğunu düşündüm. ve 25 yıllık dostluğumuzun belini kırmasına izin verdim. Çünkü ben de ondan bir kardeş yakınlığı beklemiştim. NE olursa olsun kopulmaz diye düşünülen


Doğacak çocuğun cinsiyeti ısmarlama olmuyor tabi, Ya tutarsa diye de ya ancak şarkı söylenir, ya da göle maya çalınır.

Hem ayrıca ve ne yazık ki ne olursa olsun küsülmez kuralına uymayan kardeşler de var bu dünya da…

Bu durumda belki biraz egosantrik bir kişiliğe meğilli olacak ve kuzenleri ile idare etmek zorunda kalacak ama Nehir tek kalacak galiba …


Resim not: Brezo. (myspace.com'dan) Posted by Picasa

11.8.06

Hala Emziriyor musun Sen?


Belki de henüz cinsiyeti belli bile değilken doğacak çocuğuma ona ömür boyu yararlanacağı bir hediye sunmaya karar verdim.

Bu hediye benim sütümdü.

Biraz uzun soluklu bir seçimdi benimkisi. Her şey yolunda giderse 12 Kasım 2004’den 12 Kasım 2006’ya, ilk günlerde günde 10-15, ilerleyen zamanlarda 5-10, daha da ileri zamanlarda ise 4-5 kere olmak kaydıyla 2 x 365 günden bahsediyorum….

(Annemi hafızası şaşırtmıyorsa) ancak 7 ay emzirilmiş bir insan olarak bu kararımda aileden görmüşlük veya doldurulmuşluk olduğu söylenemez. Kızım “geleceğe yatırım” sütünü bu kadar uzun zaman içebilmesini internet üzerinden ulaştığım onlarca araştırmaya borçlu.

Okuduklarımdan aklımda kalanlar “azaltanlar ve arttıranlar” olarak özetlenebilir. Ama sütü arttıran azaltan şeyler değil bahsettiğim, bebeğin şimdi ve sonra, hatta muhtemelen kendisi de bir anne belki de anneanne olduğu zamanlardaki sağlığını ve yaşam kalitesini arttıranlar ve sağlığına dönük riskleri azaltanlar….

Azalan (riskler) hanesinde

kanser, kimi alerjiler, gelecekte obeziteye yatkın olma ihtimali,

artan hanesinde ise bağışıklık sistemi (gücü) ve IQ seviyesi

aklımda kalanlar….


Liste çok uzun, hem de çok çok uzun. İlgilenenlere gebelik.org’daki şu yazıyı öneririm.

Emzirmenin tarihsel geçmişine gelince, başlangıcının türümüzün başlangıcı ile bir olduğunu düşünmek sanırım yanlış olmaz. Ancak daha sonra ana hatları ile soylular ve sıradan halk olmak üzere sınıf denen bir kavram girmiş insanoğlunun hayatına ve mertlik bozulmuş…

Mısırlılar ve Romalılar medeniyet üzerine ünlerine yakışmayacak bir “hamle” ile emzirmeyi asillik ötesi bir durum olarak görmüşler, “sütanne” diye bir kavram icat etmişler. O günden sonra, büyük ihtimalle “parasınlan değel mi kardeşim, para benim, dünya benim!” görgüsüzlüğünün eseri olarak sütü bile para bastırıp başka analardan temin etmek refah göstergesi olmuş, nice bebekler süt kokan ana kucağı ve sıcağından ve güçlü bir bağışıklık sisteminden yoksun büyüyüp, ya da büyüyemeyip gitmişler.

Gelmiş sanayi devrimi çatmış. Kadının iş gücüne de ihtiyaç duyulmaya başlanır olmuş. Reklamlar, gazeteler ve fısıltıcılar ek mama da ek mama demeye başlamışlar (dahilinde inek- keçi koyun sütü ve tazecik midelerin sindirmekte zorlandığı bir sürü şey).
Ortada henüz iş kanunu diye bir şey yokken veya var da üniversitelere Sosyal Politika dersi olarak konulacak niteliğe gelmeden, belli ki çalışan kadınların bebeklerine ayıracak pek bir zamanları yokmuş ki sütlerini emzire emzire bitimsizleştirsinler ve hazır mamaya yüz vermez olsunlar….

Bu konu, yani bitimsizleştirmek, göz ardı edilmemesi gereken bir mucizedir. Ne kadar emzirirseniz o kadar süt gelir. Doğa emzirmek isteyen ana’yı üzmez. Sen yeter ki iste, der.

Tarihe dönelim.
Zenginliğin bir dezavantaj olabileceğini hiç düşünmüş müydünüz?
Düşünmediyseniz bir sonraki örnek ile düşüneceksiniz.

(yazıyı buradan ikiye ayırıyorum…Bir sonraki bölümü gerisini merak eden okusun diye….)


Resim NOt: Renoir, mother and child, 1886 Posted by Picasa
(yukarıdaki emzirme üzerine yazıya kaldığım yerden devam ediyorum)

Telaffuz etmek bile istemeyeceğim iki kelimeye sıra geldi: Bebek ölümleri.

Bir ara, esasen 1860larda, Manchester’da büyük bir kıtlık olmuş, anneler çocuklarına tarımsal veya hayvansal ürünler veremez olmuşlar, verebildikleri şey kendi sütleriymiş. Sonuç inanılmaz: Bebek ölümleri % 50 azalmış. Kısaca her şey sussun rakamlar konuşsun.

Geçen yüz yıl biliyorsunuz tüketim toplumu diye bir kavram ile tanıştık. Bu kısaca daha çok nesneye ihtiyacımız olduğuna inandırıldığımız ve ihtiyaçlarımızı karşılamak için ana da -baba da (hatta ne yazık ki kimi ailelerde çoluk çocuk herkes) çalışmalı diye özetlenebilir.

Üretime herkes katkıda bulunacak ki üretilen onca mal hep beraber T.Ü.K.E.T.İ.L.S.İ.N.

Bu durumda tüketim toplumunun ana ile bebek arasına soktuğu en büyük düşman, biberon, meydana çıkıyor…E tabi hazır mama diye bir şey de.. Aslında yanlış anlaşılmasın, mamalara “tukaka” demek değil niyetim. Faydasını ben de çok gördüm. Ancak bazı şeyler yan araçlardır, amaç değil.

Neden sonra, ve neyse ki birileri kafayı ayıyor ve diyor ki, anne sütünün önemi her fırsatta vurgulansın.
Hani nasıl sigara paketlerinin üzerinde “öldürür” yazıyor ya, artık mama reklamlarında da “anne sütü bir bebek içine en iyi besindir (esaseeeeen)” türü şeyler görüyorsunuzdur.

Ancak yine de, ve yine de ve ne yazık ki toplumun aşamadığı, takılıp kaldığı noktalar var.

Geleneksel tıbbın tutumunu yavaş değiştirmekte olduğunu iddia eden bir araştırma okudum, şöyle diyor: Ana sütünün yararlarının 6–9 ay veya 1 yılda bittiği üzerine mevcut statükoyu bilimsel araştırmalar zorluyor.

BU cümle biraz sıkıcı aslında. Daha ele gelir laflar da var… Örneğin toplumun yukarda belirtilen sürelerden fazla emziren annelere karşı hafiften kınar tavrının ne kadar da yanlış bir sosyal şartlanma olduğuna dair. Bir tanesi beni anlatıyor. “ Bir yıldan fazla bebeklerini emziren anneler bu konuda ketum davranmaya başlıyorlar, hatta bu bilgiyi bebeklerinin veya kendilerinin doktorlarına bile söylemiyorlar…

Bu lafa tam destek veriyorum. Emziriyorum, ama çoğu yerde bilir bilmez kinayeli bir lafla karşılaşırım da sinirlenirim diye bunu açıklamak istemiyorum. Böylesi bir durumu “hamile iken evde kedi var “ konusunda da yaşadım. Bazı meselelerde insanımızın söyleyeceği çok şey var nedense. (biliyorsunuz, kedi ve toksoplazma)

Bu durumlarda kabahat işlemiş de suçluymuş gibi davranmaktansa, araştırıp soruşturup çevre denen yüce hakimin karşısına elimde “bilir kişi “raporu ile çıkmayı tercih ediyorum. Tokso konusu için şu yazımı okuyun, ancak özet isterseniz, nasıl her köpek kuduz demek değilse her kedi de her an tokso taşır diye bir şey yok, ayrıca toksoplazma geçiriyor olsa bile o anda, kedinizden size geçme ihtimali bu meredin, salatanızdan size geçme ihtimalinden daha düşük.
Neyse, süte dönelim.

Yukarda bahsettiğim araştırma ( Texas A&M Üniversitesi mensubu Dr. Katherine A.Dettwyler diye bir hemcinsim tarafından yapılmış- kendisi Beslenme ve Antropoloji konusunda profesör asistanıymış – sanırım yardımcı doçent gibi bir şey) dahilinde çok hoş veriler buldum… Kendimi doğru yolda hissediyorum iyice.

Nedir diyeceksiniz. Öncelikle dilimize ancak uçuş terimi olarak giren “infant” kelimesinden bahsetmek gerekiyor. Infant özetle bebek demek, hani şu 24 aya kadar olan çocukların bebek sayılması ve annelerinin kucağında uçması gerekliliğinden bahsediyorum.

Ancak infant bunun da ötesinde gerçekten bebek demek bence. Uçsak da uçmasak da ve evlat yürüyor ya da koşuyor da olsa minimum 24 aya kadar bebek sayılmalı. Bebek dediğiniz şey sadece kucakta duran bir evlat değildir yani.

Ancak söz konusu araştırma benim bebek kavramımı biraz daha öteye taşıdı. 2,5- 3 yaş…

Denilen o ki doğum ile ilk öğütücü dişlerin çürüme zamanı arasına bebeklik deniyor. Primatlarda sütten kesme dönemine bakıldığında bebeklik dönemi bitişi olan ilk çürüme zamanını görüyoruz. Ancak bu durum insanlara uygulandığında biraz uçuk bir durum ortaya çıkıyor. 5,5- 6 yaş. Kimse buna söz veremez.

Ancak araştırmanın değindiği diğer nokta daha kabul edilir. “…veya bebek doğum ağırlığının tam 4 katına ulaştığında, ya da canlının gebelik süresinin tam 4 katı zamanda ”

Demin sayılar konuşsun demiştik.

Bu durumda 9 çarpı 4= 36 ay, bir diğer deyişle 3 yaş.

Bir arkadaşım ebe. Kızını 36 ay emzirdiğini söylediğinde benim bile gözlerim yuvalarından uğramıştı. Demek bir bildiği varmış.

Ancak ben yine de bu kadarına söz veremem. Ayrıca küçük bir paket gibi kucağınızda tuttuğunuz bebeğinizi emzirmek şüphesiz daha kolay. Yaş ilerledikçe kollar bacaklar büyüyor ve kucağınızdan sarkan koca şeyin bir bebek mi yoksa yavaş yavaş bu kucaktan uzaklaşması gereken bir çocuk mu olduğu konusunda, tüm araştırma- soruşturma ve kararlılığınıza rağmen, biraz kafanız karışıyor.

Her neyse. Madem 3 yaş hesaplaması fazla geldi, kilo hesaplaması mevzuuna geçelim o halde.

Nehir 3650 gram olarak doğdu. Yani 13,5 kilo civarına geldiğinde süt meselesini halledebilirim. BU da tahminen benim hesap ettiğim zamanlara denk gelir. 2 yaşını bitirirken bu kilo civarına ulaşıyor olması lazım kızımın.

Ama ne yazık ki Türkiye’de dünyaya gelen çocukların yalnızca % 5’ i ilk dört aydan sonra da ana sütü denen mucizeden faydalanabiliyor…İşin kötüsü bebekler ilk 4 ayda hayatlarının en hızlı büyüme oranının gerçekleştirerek ağırlıklarını en fazla 2’ye katlarlar ….

Biliyorum, bazı şeyler duygu ve içten gelme ile alakalıdır. Sayılar işe bu kadar karışmamalı, veya soğuk ismi ile “bilim“. Ancak sosyal şartlanmalar, sanayi devrimi, tüketim toplumu derken içgüdülerimizin bir kısmı çoktan yarı yolda düşüp kaybolmuş gibi gözüküyor.
Doğamın kaybettiğim yanını sayılar sayesinde geri kazanmaya çalışıyorum kısaca.

Bilmem kızım ve kendim için çok şey mi istiyorum?



Resim not: Lord Frederick Leighton, Mother and Child, (Cherries) 1865

Posted by Picasa

8.8.06

Bir arkadaşım fellik fellik tarhana tarifi arıyor. Bilgisayarla arası yok, umudu bende, tarhana yapmayı biliyor musun diye birkaç keredir soruyor işin aslı.

Ben de her seferinde “Ne yapacan (yapacaksın) sen tarhanayı? Sizinkiler yapıyormuş ya işte,” ya da “Ay amanhiç işim olmaz. Nerede kurutucan (kurutacaksın) tüm evi de ekşi ekşi kokutacan, (kokutacaksın)” vari İzmir ağzı fiillerle süslenmiş kesitirip atmalarla konuyu kapatıyorum. Sonra da ekliyorum,

“Bizim bütün bebekler Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nin Tarhanası ile büyüdü. Temiz temiz yapan yerler var, uğraşmaya değmez.”

Ardından aklıma çoğu zaman babamı pratik üç beş yemekle (tavuk ızgara- pilav- makarna - salat)geçiştiren ama minik torunu için geçen yaz hayatında ilk defa, kendi tabiri ile yerlerde sürünerek tarhana ufalayan annem geliyor.

Yazlıkçı kadınlar başlarına her yıl defalarca konup konup kalkan “misafir kuşlarının” geride bıraktığı yorgunluk rüzgârları yetmezmiş gibi kendilerine iş aranırlar.

Hepsi bir araya gelmiş, karar vermiş; erişte keselim, tarhana yapalım. Benim anneciğim dükkânda satılan zaman ve zahmet katili bu tür şeylere hiç prim vermez, verse de dizleri bu tür işlere izin vermez. Ancak uzaklara gittiğinden beri balına bal katan torun hatırı işte, yeryüzünde dikey geçmiş 60 yıldan sonra tarhana ufalarken yerlerde sürünmek de varmış kısmet de.
İçine tavuk suları koyup koyup pişirdik, ooooh tertemiz, ne besinli dedik dedik pek severek içtik yıl boyu kızımla ben çorbamızı.

Bu yıl anacığımız bir yaş daha yaşlandı, tarhananın lafını bile açamam. Ziraat Fakültesi tarhanası bir anda gözümden düştü düşmesine de, edebimle oturup hazır tarhana ile idare edeceğim artık.
Dönelim arkadaşıma, “napçan-netçen tahana tarifini?” türü sorularıma verdiği bir iki cevap var ki bunlardan biri bana “ hmmm olabilir tabi,”dedirtse de bıyık altından güldürüyor.
4 yaşlarında üzerinde titrediği bir kızı olan bu arkadaşım yemeklerde “demir” ve besin avına çıkma işini ayyuka çıkarmış durumda (aslında camdan evde oturanlar sırça evde oturanlara taş atmamalılar diye sevdiğim bir söz vardır) .Onun bu huyunu unutup arada “mis kokulu ekmekler”imden yarım somun ona da veriyorum. Ertesi gün kapısını tıklatıp mutfağına daldığımda her ne kadar niyetim o olmasa da bir bakıyorum ekmeğe el bile sürülmemiş. “Ayol,” diyorum “yememişsiniz.”

Diyor, dün kıza mercimek çorbası içirdim, içine sütlü ekmek ufalamak istemedim, demirini bağlamasın… “Hmmm.”
Ben olsam misafir kapıdan ben bacadan misali soluğu bıçak yanında alırım, ucundan kıyısından da olsa ekmeği tadarım.

Tarhana konusunun da buna benzer bir şeye dayanıyor olmasını tahmin etmeliydim aslında.
“Ben,” diyor “katkısız tam buğday unundan tarhana yapmak istiyorum,” böylece daha sağlıklı olur çorba.”
Olur tabi…

Onun tarhana yapmayı öğrenmeyi isteme nedeni olarak sunduğ ikinci cevap ise içime hafif dozda hüzün ekiyor. Çünkü insanın öngörüleri olabilir ama hiçbir şey ama hiçbir şey yaşamadan tahmin edilemez. Belki de bu yüzden o bana artık yaşlanıyoruz, bilmem fark ettin mi? Yakında tarhanalar bizden istenilecek dediğinde sadece hafif bir hüzün perdesi çöküyor üstüme, ağır değil.
Elbette yaşlanıyor olduğumun farkındayım, hele de doğumdan sonra.
İşte bu yüzden doğum yapmış ünlülerin gazetelerde çıkan çarşaf çarşaf resimlerine koca koca açılmış gözlerle bakıyorum. Ardından mal bulmuş mağribi gibi “bak, bu da doğurduktan sonra kadın gibi oldu,” mührümü basıyorum.

Ama yine de yaşlanıyor olmanın hüznü anacığımın tarhana yapma sırasını bana bırakıp gideceği günlerin hayaliyle kıyaslanamaz. İşin kötüsü bu sadece bir tahmin ve tahminler her zaman gerçeklerden hafif olur. Posted by Picasa

3.8.06

Anne olmak isteyen kadınların alması gereken sertifikalar üzerine bir girişimde bulunmak istiyorum ne zamandır.

Sertifikalara giden yolda alınacak kursların hepsini bir bünyede toplayacağım ve "köşe" olacağım…

İlk akla gelen kalemin çocuk bakımı üzerine olduğunu düşünüyor olmalısınız. Bence değil. Hem de 9 ayı büyük bir özlem ve beklenti ile zar zor geçirmiş olsam da doğumdan önceki gece “ ben bu çocuğa nasıl bakacaaaaaaaaaam (bakacağım),” diye ağlamış bir insan olsam da, değil.

Çocuk bakımı el yordamı, göz kararı öğrenilip gidiliyor açıkçası. Zaten ilk zamanlarda suflörleriniz bol. Siz çocuğun altını açarken, sütünü verirken, banyosunu yaptırırken fısır fısır kulağınızın dibinde bir yerlerde habire konuşup konuşup bilinçaltınıza aleni ya da örtük binlerce komut yağdıran ve göz ardı edilemeyecek kadar geniş bir insanlar güruhu var çünkü…

Çok geçmiyor ki kuku temizliğinde ıslak mendilin 2 yandan yukardan aşağıya doğru (içeriye mikrop kaçırmaksızın) yapıldığını siz kendiliğinizden, evvel ezel biliyormuş olduğunuzu sanacak hale geliyorsunuz. Memeyi öyle kütürt diye çekerseniz bebeğinizin damağının düşeceğini (!), 6 ay dolmadan oturtursanız beline, kafasına sertçe dokunursanız bıngıldağına zarar vereceğinizi zaten ezbere bilmekte gibisiniz.

Altın kuralın karnını doyur – gazını çıkar- altını temizle – uyut dörtlüsüne uymak olduğu da ezberinizde. İlk haftalarda başına destek ol, boynunu tutamaz komutu kalıyor ki o zaten otomatik bir refleks olmuş şahsınız adına, tamamdır.

E peki o zaman hangi kurslardan bahsediyoruz?

Ehliyet, ilk başta (her ne kadar arabam olmasa da)
Toplu taşım araçlarını bunlara tahammül seviyesi sıfır olan bir bebekle, çocukla deneyimlemenin rezil ötesi bir durum olduğunu anlatmak uzun sürebilir. Para oldukça, evet doğru, tüm taksiler sizindir ve park yeri bulma derdi başkalarının. Ama yine de siz siz olun (mümkünse tabi) arabalı-ehliyetli bir anne olun derim. İkinci önemli kurs, ki bu önem sırasında birinci ile yer değiştirebilir aslında, gevşeme teknikleri kanımca.

Bu kurs kendi içinde 2 ana başlığa ayrılır.

1-Evlat ayak altında ve sinirleri keman yayı gibi germekteyken başvurulacak acil çözümler…
(1’den 10’a kadar say önerisi hariç… O durumda rakamları hatırlasanız bile yerlerini şaşırma ihtimaline karşı.)
2-Evlat uyuduğunda, uyandığı zaman yaratacağı gerginliklerle başa çıkabilmek adına enerji toplamayı, kaybedilmiş içsel dengeyi geri kazanmayı sağlayacak olan yoga, meditasyon türü sessizlik gerektiren teknikler.

Bu ikinci alt başlığın en büyük hedefi gerçek bir “meditatör”e layık bir şekilde dışarıda top patlasa da meditasyon yapabilecek, çekilmiş huzur akan gözlerle bakabilecek anneler “yaratmak” olacak.

Yoga ve meditasyonun farkındalık – kabulleniş ve evrendeki her şeyin bütünün bir parçası olduğuna dair temel felsefesine özellikle vurgu yapılacak. Bu durumda yaramazlık yapan velede kalkan elin kendisine kalkmış bir el olduğunu anneler daha iyi idrak edecek. Ancak çoluğa çocuğa karışıp hayatını kendi iradesi ile karıştırdığı için zaten kendi kendisini dövmek isteyecek anneler ya kurstan atılacak, ya da (daha bir ) profesyonel yardım – psikiyatrik destek gibi mesela---alması için yönlendirilecek.

Açıkçası kursun metafiziksel alt branşları hakkında söyleyecek çok sözüm var. Ancak ana hatların şimdilik yeterli olduğunu sanıyorum.

Bir diğer kurs ise ipuçları ve pratiklik üzerine.
Dâhilinde yer alacak konular:
*Leğen kemiğinin sol kenarına oturttuğun evladı bir elinle tutarken öbür elinle bulaşık makinesi nasıl boşaltılır?
*Kakasını başkalarına kaptırılmaması gereken bir hazine olarak gören evladın poposu el çabukluğu ile nasıl temizlenir? (bu olay belli bir aydan sonra başlıyor)
*Banyodan nefret eden çocuk nasıl bir Ali Cengiz oyunu ile banyoya sokulur?
*Yumurta kokusundan nefret eden çocuğa hangi besinler dâhilinde çaktırmadan yumurta verilir?
*Sebze yemeyen çocuk için hazırlanan çorbalardan hangisine hangi sebze püresi sokuşturulur (hangi çorbaya hangi sebze sinsice girer ve kendini belli etmez). Kombinasyonlar nasıl hazırlanır ve ne boyutlarda dondurulur, çözülür?
*Bin bir güçlükle uyutulan çocuk uyanmadan odadan nasıl kaçılır?
*Saçını toplatmayan (kız) çocuğu hangi hilelerle cici kız yapılır?
(bunu hemen söylemek istiyorum- promosyon olarak. Eğer 2 kuyruk istiyorsanız 3 veya 4 kuyruk yapın. Evlat 2sini söküyor, hepsini söktüğünü sanıyor. Geriye kalıyor istenen adet.) vs vs vs…

4. kurs ise Bilgisayar kursu pek tabiî ki…
Nasıl blogger olunur? (alt başlığı altında)
Bu kursa burun kıvıranlar olabilir. Ancak bana göre en elzem kurslardan birisidir.
İnsanın hakkında söyleyecek çok şeyinin olduğu bir konusu varsa muhtemelen o konuda kendine “ haklısın kardeşim,” diyecek yandaşlar arıyordur.
“Yalnız değilmişim meğer” demek gerçek bir ilaçtır arkadaşlar.

Daha da ötesi anlatmasanız patlayacağınız hikâyelerinizi kendi seçtikleri zamanda dinleme (okuma) özgürlüğüne sahip insanlar sizden bıkmazlar. Siz de ver Allah konuşursunuz.
Bu durumda bir annenin en iyi arkadaşları Teletubbylerdir özlü deyişini (kariyer-mariyer- sosyal hayat vs bırakıp eve kapanan) bir annenin en iyi dostu bilgisayarıdır diye değiştirmek istiyorum.






Not: BU yazı ilk olarak güzelim kokulu bir ekmeğin bakkal tarafından sarıldığı saman kâğıda yazıldı… Tatil bitti, eve dönüldü, yazı World Wide Web’deki yolculuğuna çıktı…

Resim not: Nehir'in pabuçlarına dikkat ... BU tamamen onun inisiyatifi ile oldu... Posted by Picasa

2.8.06

Nehir’in yüzünü gördükten sonra tekrar çocuksuz bir kadın olmak değil kast ettiğim. Tek istediğim gün içinde 2 saat kadar çocuksuz bir kadınmış gibi davranmak o kadar.

İşte bu yüzden her gün öğlen vakti yaklaşırken içten içe teneffüse çıkacak bir çocuk sevinci taşımaktayım içimde. Ancak “ oyunbozanlık “ diye bir kavram icat olunmuş daha da kötüsü bu kavramın bebekler bile farkında…

Teneffüs zili çaldığında kapıya hücum niyetiyle aportda bekleyen çocukları bir göz işareti ile oturtup ödev yazdıran öğretmenler gibi benim kızım. İyi de teneffüs zaten 5 dakika.

Emerken uyuyor, 20 dakika. Çekiliyorum, mızlıyor. Hadi bir beş dakika daha. Sonra sırt dön, uyumuş numarası yap, geçti mi bir 15 dakika daha. Teneffüsün yarısı ödev yazmakla geçti. Kaldı geriye 3 dakika.

Bu mecazi 3 dakikaya sığdırılacak çok şey var. Hepimizi içine alan bu yüzden de doymak bilmeyen bir canavar gibi kendine yüksek bedeller biçen evin ihtiyaçları, kedinin ihtiyaçları, son olarak anne oldu diye entelektüel zevklerinden vaz geçememiş bir kadının ihtiyaçları…

Tatilde bol kitap okudum diyen kadınlara hayranlıkla bakıyorum. Vallahi maşallah diyerek.
Tatil denen şey benim için ( kızım adına) tehlikelerin artması demek çünkü. Canı ister kızımın sitenin sokaklarında sere serpe yatan bekçi köpeklerinden birinin boynuna sarılabilir mesela. ( Bu konuda bana uyurken bile rahat yok. Geçen gece binlerce kene ile boğuştum, binlerce) “Adım attın, sokaktasın,” sistemini de unutmamak lazım. Terasta keyif mi yapıyorsun habire bahçe kapısını açıp açıp “sokaklara akan” 20 aylık kızının peşinden fırlayıp eziyet mi çekiyorsun belli değil. Bu durumda şapkayı bul, kafasına tak telaşı anlamını yitiriyor. Sitenin yokmuş gibi görünen araba trafiği evlat adımını sokağa attığı andan itibaren canlanmak isteyebilir. Ayrıca üzerinde pantolon da yok, dizler açık, yerler pürüzlü, hatun sprinte kalkmış – ha düştüm ha düşecem.

Deniz desen risk-ül ala…

Evin içi mi? O da merdiven tuzakları ile dolu. Halbuki apartman dairesi öyle mi? Ova gibi düm düz..
Bir de evin sakinlerinin bebekli bir hayatın kurallarını nicedir unutmuşluğu var. 84 cm’lik bir karıştırıcının elinin uzanabileceği 8kol boyunu da üzerine ekleyin) her yere ve her şeye karşı benimki kadar keskin bir farkındalık geliştirememişler… Nehir için ne büyük bir eğlence, Tanrım.

Yine de tatilde olmanın (yazlık) çok rezil bir durum olduğunu düşünüyor değilim. Her ne kadar PC’den uzak olmaktan muzdarip bir teknoloji müptelasıysam ve şu an yazdıklarımı “emzirmenin faydaları” üzerine bir teksir kağıdının boş yerlerine (hatta satır aralarına—Allahım bana bir lap top gönder!) sığıştırmaya çalışıyor olsam da (en azından)ev işlerinden muafım (bana misafir muamelesi yapıyorlar, ağanın eli bükülmez)…

Tenefüsün yarısını şımarıklıkları ile benden çalmış olsa da kızım, kalan zaman tamamen benim.
Ayrıca el yazımın ne kadar da bozuk olduğunu hatırlama şansına da sahibim :)


Resim not: Koşmanın coşkusu adı verilebilir bu resime. Ancak çekildiği yer İzmir sahil bulvarı, site içi değil .... Posted by Picasa

1.8.06

.....Bir gün bir yerlerde okumuştum, Nostradamus 2000’li yıllar 666 ile bağlantılı bir şey tarafından yönetilecek demiş… Birileri, muhtemelen gizem bilimciler, biraz kafa yormuşlar ve bulmuşlar…Güya İbrani alfabesinde “W” harfine karşılık gelen sembol “6” rakamına çok benzermiş.

www

işte beni Zeynep’e götüren bu :)

Eskiler, ellerinin altında internet yokken nasıl da bilip söylemişler “Dünya Ufak,” diye bilmiyorum. O dönemde bile dünya onlara ufak geliyorduysa eğer, Postmodernizm üzerine kafa yormuş herkesin ezberlediği Mc Luhan’ın hele ellerinden öpmek lazım. Ne demişti? “Global bir köy’de yaşıyoruz.”

Ancak köyün insanları her ne kadar daha önce neredeyse omuz omuza sayılacak kadar birbirilerine yakın yerlerde yaşamışlar da olsalar, tanışmak için internet denen “kablo”nun iki ayrı ucundan tutmayı beklemişler.

Zeynep benim 35 yılımın geçtiği muhitin, hatta sokağın diyebilirim okulunda okumuş senelerce (ben biraz daha ötede bir okula gittim). Ayrıca ortaokul ve lise yıllarından acayip sevdiğim bir sarı kafa arkadaşım meğer onun da, görünen o ki acayip sevdiği bir arkadaşıymış… En son muhtemelen 1989’da, Amerikan Kültür’ün kantininde gülen yüzüne baktığım ve hayat hakkında heyecanlı planlarını dinlediğim sevgili sarı kafa’nın şimdilerde İngiltere’de yaşadığını Zeynep’ten öğreneceğimi bilemezdim…
Nostradamus’un kulakları çınlasın, 3 adet yan yana 6 sayesinde bizi tekrar bir araya getirecek olanın da Zeynep olacağını bilemezdim. Zeynep kim onu da bilmezdim. Eğer ki alfabemizde olmasa da hayatlarımızda yer etmiş şu 3 harf olmasa….

Ben artık İzmir’li değilim. Sadece cismen tabi. Temmuz başı için bir ayarlama yaptım, evde iş yaparken bile zaman zaman gözümün önüne sokaklarının görüntüsü geliveren şehrime vardım.

Aldılar beni apar topar İzmir saymadığım bir yere, Çeşme’ye götürdüler… Tüm aile orada… Kız denizden güneşten faydalansın, İzmit’te olmayan şey, biraz oksijen alsın (gerçi hangi büyük şehirde var ki bu dediğim, gerçekçi olalım- Şovenizme gerek yok.), tüm sene Çeşme’de denizden çok mangal hayali kuran eşim mutlu olsun, geçen sene bodurca bıraktığımız elma ağacı uzamış mı, armut ne halde, kimilerinin kendiliğinden çıktığını iddia ettiği eşimin ise kendi attığı çekirdekten olduğuna gönülden inandığı nektarin ağacının meyveleri bal, çevresi yine arı dolu mu görelim diye gittik Çeşme’ye…

Çeşme diyince sağı var solu var… Kimisi bir ucunda kimisi bir ucunda oturur. Serde full time annelik ve beraberinde getirdiği uyulması gereken uyku ve yemek saatleri varsa buluşmak o kadar da kolay değil.

Tahminen aramızda 11 km vardı. O 11 km bir türlü aşılamadı. Ilıca birbirimizi görme ihtimalimizin en yüksek olduğu nokta. Hep bakındım, buralarda olsa da kızına seslense, ben de o adı bildiğim için dönüp baksam, sarı saçlı bir ana kız görsem hayali kurdum. Kimse kimseye seslenmedi…

Bir iki mesajlaşma, bir iki telefon, haftaya, haftaya mutlaka derken bir gün sıkılıverdim Çeşme’den, ya da İzmir’de olup da İzmir’de olamamak fikrinden….

NE kadar hem zemin de olsalar “inmek” denir ya, indiğimde şehre bana topu topu 5 gün kalmış olduğunu fark ettim üzülerek. Yine de kızı uyutup uyutup attım kendimi sokaklara…Eski geri dönüşlerimden birinde yazdığım yazıyı aklıma getirip kendimi teselli etmeye çalışarak:

Şöyle yazmışım:
Windows hafızadan çalışır… İşte bu yüzdendir ki yeni bir program yüklediğinizde sistemi kapatıp yeniden açmalısınız. Yoksa zavallı PC’niz yeni geleni algılamadığı gibi eski halinde bir değişiklik olduğuna dair en ufak bir şüpheye bile sahip olmaz.İzmir’e gittiğimde kendimi Windows gibi hissettim. Demek henüz kendimi kapatıp açmamışım.

--

İzmir’î her seferinde hiç terk etmediğim hissine kapılıyorum. Sanki bebekten dolayı eve kapanmış ama aslında şehrimde yaşıyorum….

Neyse geçelim bunları….

Telefon çaldı.
Ben de yarın şehre ineceğim dedi Zeynep. Planladık. Bana göre bu yeni ama aslında çok eski arkadaşla buluşmak için en uygun yer Kızlar Ağası Hanı’ydı. VE buluşmaya gidecek en güzel içecek bir fincan kahve, hatırı 40 yılı bulacak olan…

Fincanda pişen dibek kahvesinin o harika tadı eşliğinde sohbetimize başladık. Aslında daha evel, kahveler gelmeden, ve hatta oturmadan ve hatta karşılaşır karşılaşmaz.

Zeynep son günlerde tanıdığım bir çok insanın kaybetmiş olduğu bir özelliği elinde sıkı sıkı tutuyor: mütevazilik.

Kimilerinin amacı yarenlik yapmak değil, övünmektir, ve sokak dili ile “hava basmak” Son zamanlarda bundan çok sıkıldım. BU tür insanlara zaman ayırmak istemiyorum artık ben…İstiyorum ki çevremde Zeynep kalitesinde insanlar olsun. Onların zarafeti ve dinginliği ruhumu dinlendirsin…

Kendimi onun yanında çok rahat hissetmiş olmalıyım, susmak bilmedim. Daha da susmazdım, ama evlatlarımız aklımızın bir köşesindeyken yaşadığımız özgürlük gerçek bir özgürlük olmuyor. Kendimi ayağından uzuuuuuuun bir zincirle bir dala bağlı bir yabani kuş gibi hissediyorum böyle zamanlarda…Neyseki zincirlerin diğer ucunda evlat var.. Yok değilse ayrılmak daha zor olacaktı…

Sanal dünya’ya geri döndüm yine…Şimdilik www’lar ile yetinmek zorundayız…Zaten her şeyin başlangıcı o değil miydi? Posted by Picasa