30.12.07

Tüm şarkılar......

“Klasik anne formatı dışı” pazarlardan birinde, anne ne kadar çabalasa da “klasik anne formatı dışı” bir gün diye bir şey olmadığını bilerek ütüyü fişe taktı. Klasikliği yoketmek adına, ya da Tanrı vergisi bir eğilimle ruhunu besleyip sıcak demir düzleyici banallığından sıyrılmak- ve işleri biraz kolaylamak umuduyla teknolojinin sunduğu başka bir imkana dokundu.

Müzik odaya doldu.

Külü çoktan göğe savrulmuş dişlek bir adam çok basit ama çok güzel bir şeyler diyordu….

Seni sevmek için doğdum
Kalbimim her atışında
Evet, seninle ilgilenmek için doğdum
Hayatımın her gününde…

Kadın şarkıyı mırıldandı, belki de daha ötesi haykırdı…
Çocuk ayak altında dolandı. Ütüye yakın geçti, anasını çekiştirip iteledi. Ortada kalmış bir çantaya el attı.

Kadın şarkıyı söylemeye devam etti :

I was born (dağıtma) to loooove you

With every single beat (yapma) of my heart….


Çocuk da deşinmeye ve tepinmeye.

Ne de olsa bunları haklı çıkaran iki bahanesi vardı:

Tüm dünya üzerindeki çocuklara bahşedilmiş "yarı deli muzurluğu".
Ve aşk adına yazılmış tüm şarkıları üzerine alınma hakkı…

Söylenenlerin tanımadık bir dilde olmasının ise önemi yok kadar azdı.
Ne de olsa anne aşkının tek bir dili vardı ve diğer herşey bunun ifadesi için bir araçtı….

22.12.07

Falda Böğürtlen....(Asliberry'ye)

Öpüşürler ve kız arkasını döner kalabalığa karışır.
Yüzlerce kara kabanlıdan biridir artık. Ve daha da ötesi kalabalıktaki onlarca at kuyruklu kızdan biri…

Bir süre gözle takip edilebilir durumdadır. Biraz zaman geçince takibi imkânsız bir hal alır. Dışarıdan bakıldığında hepsi birdir (işte). Madem hepsi birbirine benzer ve hatta kimileri kısmet denen yabancı dillere çevrilemez şey sayesinde sepetine düşen(ler)den daha iyi; “Nedir fark,” der oğlan kendine.

Cevap için mevsimi beklemek gerekir, vardır her cevabın bir mevsimi çünkü.

Yaz bitmektedir. Dağların yokluğunda dağ geçinen tepelerin önünde buluverir oğlan kendini.
Çalılar bir başka gözükmektedir. “Yanaklarına al düşmüş gibi mesela,” der oğlan. Keçiyolunun sağını solunu sarmış mütevazı dikenli teller çok değil birkaç hafta eveline göre biraz renklenmiş gibidir. “Aşık olmuş gibi mesela” der oğlan.

Aşkkk. Aşşkkk. Aşşşşşşşşk.
“Ne tuhaf bir laf bu,” der oğlan kendine, ve dahi tuhaf bir his de aynı zamanda, tuhaf bir kelime olmaktan öte.

Yaşlanmaktan korkar sonra. Çünkü aşk bir ayrıcalık ise eğer, ayrıcalık gençlikle beraber bitmektedir (görünen o ki). Buna “Hayır” diyen olabilir. Onlar içinse gençliğin menzili uzatılabilir. Birçok kavram gibi gençlik de lastik gibi birşeydir nasıl olsa. İsteyen istediği kadar uzatabilir. VE dahi isterse sündürebilir bile.

Pofuduk ve rengârenk minderlerin yeşil çimenler üzerinde dört bir yana dağıldığı nargile evi gelir sonra aklına. Aslında aklına gelen son zamanların “yayılarak zıkkımlanmak” modasına uyum sağlayan “içimhane”sinden ziyade sözkonusu yerin kadrolu falcısıdır. Ülkedaşlarının taklitçilik yeteneği üzerine düşünme fırsatını esgeçmek ister ve herşeye rağmen farklılaşma çabasına odaklanır. Nargileevi sahibinin diğer rakipleri gibi yüzlerce lira sayarak diktirttiği ve bahçeye cansız çiçekler gibi bir nevi ektirttiği sarı- mavi-turuncu- yeşil-pembe ve illaki kırmızı onlarca minder değildir de aklını çelen, bir kara kuru kadındır minderler arasında salınıp gezinen.

Farklılaşma çabasının eseri, “Kadrolu falcı” yanaşır müşterilerin yanına bazı bazı. Amaç belirsiz. Kara kabanlı sevgilisine göre oğlanın, niyet kazanç arttırmak. Oysa oğlan başka düşünmektedir her seferinde. Göz göze gelip ağusunu almak her faninin kolay iş olmamalı bir medyum için. Yanaşıp konuşacaksın, konuşup boşaltacaksın aldığın enerjiyi (zat’dan). Ve onun hissedip de hissettiğini kendi kendine bile itiraf edemediği kötü kaderini allayıp pullayıp kelimelere dökeceksin ki o rahat etsin ve elbet 6. his lanetine uğramış olan kadrolu da onunla beraber.

Fakat her zaman her şey bu kadar berbat olmak zorunda değildir. Yan siniye yanaşık pembe minderde oturan kız yanındaki uzunla evlenme hayalleri içinde fincanı ters çeviriverir. Biraz uzun olmanın gerekliliği, oğlanın başı kavaklar ve onları etkileyen yeller arasında olabilir. (Ve) İşte tam bu yüzden belki biraz geç düşünebilir ama -- kuyumculardan kuyumcu beğen -– bir vitrinde kız için bir alyans epeydir alınmayı beklemektedir.

Ve sonra yine aynı grupta, bu kez kırmızı minder üzerinde oturmakta olan kız da emeline ulaştı ulaşacak, bunun için fincanı al aşağı etmeye gerek bile yok, dizinin dibindeki oğlan hem elini tutmakta, hem gözünün bebeğini kollamaktadır kızın: “Acıktın mı sevgilim? Bir koşu sana tost alayım, geleyim”

Velhasıl, düşünür oğlan “aşk güzel şeydir,” taşlı-topraklı keçiyolu ayaklarının altında hışır – hışır.
Sonra aklına yan sininin diğer konukları gelir. Keramet renkte midir belirsiz, ama kızlardan biri kahverengi minder üzerinde oturmakta. Kızın arkadaşlık konumundan sevgili durumuna kendiliğinden terfi etsin diye gözünün içine baktığı hödük ise başka masalara bakmakta. Kız güzel, güzel olmasına ama – ama işte.

Kadrolu falcı belirir. Sezinlenilmiş – ve anlatılması gerekmiş şeyler dönmektedir masada. Kötü haberi sona sakla. Pembe ve kırmızı minder sakinleri dinleyecek önce halini, kahverengi minderdeki en sonra.

"Böğürtlen var burada," diyor kadın, bakarak yeni açılmış- ama daha öncesinde telvesi donup kalmış fincana. Sonra bilmezmiş gibi ne için kapattığını kızın falı, konuşuyor tuhaf edalarla : “Falda böğürtlen işte başarı, aşk hayatında yenilgi demek. Ne için kapattın görünmüyor ama her işte önemli olan hayırdır hayır…”
..

(Ve) Bir başka gün, bir başka günün cadısı konuşuyor bir başka yerde:

“Rüyanda böğürtlen gördüysen vay haline zira seni ağlatacak bir olay yaşayacaksın demektir.
Ama uyanıkken, ve hatta dipçik gibiyken, (çünkü dağ bayır yürümektesin) böğürtlen görmek mutluluk demektir.”

Harfler ve kelimeler ve cümleler yankılanıp yankılanıp yokoluyor sonra.

Bir tek keçiyolu var, aynı hayat gibi, oğlanın önünde uzanmakta…

“Nedir fark,” diyor oğlan kendine tekrar, "hepi topu el kadar at kuyruğuyla onu (siyah mantoluyu) diğerlerinden ayrı kılan?"
Sorunun cevabını bilmiyor.

Sıra bugünün cadısına geliyor… Parmağını önce “A” harfine basıyor, sonra “Ş” sonra “K” klavyede:

“Aşk gibidir böğürtlen.
Ya da dalında binlercesi varken sadece bir tanesini gözüne kestirmek, ona doğru çekilmek aşka benzer. Aşk da böyle bir şeydir çünkü. Çok insan vardır hayat kapınızdan giren çıkan, ama sadece birinden gözünüzü alamazsınız. Uzan da al beni der sanki o size, diğerlerini artık umursamazsınız” diye yazıyor.

Gözü kenardaki böğürtlenlere takılıyor oğlanın
Daha nicesi yan dallarda ışıl ışıl- bal bal - diri diri bekleşmekteyken uzanıp da yalnızca birini koparıyor, ağzına atıyor.

Oğlan biliyor,
--önce veya sonraları bilmez ama-- tam şu anda dünyanın en nefis böğürtlenini yiyor.

10.12.07

John


2. bin yıl bitiyor(du). Radyonun biri bir yarışma açmış(tı). Hernedense bin yılın değil de yüz yılın şarkısını seçin (di) konusu...

Aday falan yok(tu), aklınızdan geçeni gönderiyorsunuz(du).
(
O günlerde
)
Hem kafamda hem de müzik çalarımda sürekli dönmekte(ydi) John...
Diyor(du) ki:

Geçmişi düşünüyordum
Ve kalbim hızla çarpıyordu
KOntrolümü kaybetmeye başladım
Seni incitmek istemedim
Seni ağlattığım için üzgünüm
Seni kırmak istemedim.
kıskanç bir adamım sadece

Güvensiz hissediyordum
Beni artık sevmiyor olabilirdin
İçten içe titriyordum
Seni kırmak istemedim
Seni ağlattığım için üzgünüm
Kıskanç bi adamım sadece

Gözlerini yakalamaya çalışıyordum
Kaçırmaya çalıştığını düşünüyordum
Acımı yutkundum
Acımı yukundum(uyordum)

Seni kırmak istemedim
Seni ağlattığım için üzgünüm
Kıskanç bi adamım sadece
Kıskanç bir adam..




Yarışma sonlandı. Şarkıyı tutturamadım ama binlercesi arasından şarkıcıyı tutturdum.

Bin yılın şarkısı yine John'dan dı:

Onun deyimiyle her türlü geleneğe karşı ama şeker kaplı olduğu için kabul görmüş bir şarkı, Imagine, en çok oyu aldı...

İnsanlar benim gibi aşkı değil idealleri oylamıştı.
Yenilmek bu kez çok tatlıydı....



1.12.07

Neyse ki "Müebbet" Bileklik

Karışık duygular içinde olmak istiyorsanız, anne olun!
Bu durum size kendinizi farklı günlerde farklı savlar öne sürerken bulma tecrübesini yaşatacaktır.
Bu savlardan biri şudur: Evlattan öte bir şey yok… Doğurmadan önce bir çocuğu bu kadar sevebileceğime inanmazdım…
Diğeri ise şudur: Aman- aman, sakın ola evlenmek için, hele ki çocuk yapmak için acele etmeyin!
İkinci savdan dinleyicinin eşinizi sevmediğinize dair bir bulgu çıkarmasına engel olma istemiyle elbette ki ek açıklamalara ihtiyaç göstereceksiniz…. Ki bunlar “o” nun aslında son derece iyi bir insan olduğu, çok severek evlendiğiniz ve hala da çok sevmekte olduğunuz türü özelinize ait minik itiraflardır.
Keza çocuğunuz da öyle; pek bir sevilesi, pek bir öpülesidir.
Uğruna (muhtemelen) kariyerinize bir müddet ara verip kendinizi unutacak kadar kıymetlidir.
E peki bu durumda adama sormazlar mı? "Kardeşim ne diye evlenmeyim, Ne diye doğurmayım," diye.
Sormuyorlar merak etmeyin. Çünkü gerek kalmıyor. Siz otomatik bir şekilde “tukaka” sendromunu netliğe kavusturyorsunuz.
"Bitmeyen ev işleri,"diyorsunuz mesela,
ve çocuktan sonra biten özgürlüklerinizden dem vuruyorsunuz.
Burada biraz rötuş gerekli aslen.
"Özgürlükleriniz" değil "özgürlüğünüz " söz konusu olan.

Zira eşiniz
"e ne var hayatım, sen de istersen arkadaşlarınla bir yerlere gidersin,"
diyerek balığa yollanırken siz eliniz belinizde kalmış onun arkasından bakmaktasınız. Bir başka gün iş arkadaşlarıyla halı sahada futbol, başka bir gün ise işyerinden sevilen bir müdürle tenis oynayacakları zaman da oyunbozan olmak istemezsiniz herhalde.

Siz en iyisi havaya kalkıp tehditkar bir ifade ile sallanmaya hazır hale gelmek için can atan işaret parmağınıza ince bir ayar çekin.
Baktınız o parmak söz dinlemiyor, yavaştan havaya kalkıyor, onu veya kendinizi durdurmanın en güzel yolu kiminizde pembe- kiminizde mavi ama illaki plastik ve bir doğum evi menşeli bilekliği söz konusu işaret parmağının uzantısı olan bileğe takmak. Belki henüz yavrulamamış olanlar vardır aranızda, açıklayayım.

Doğumda bu bilekliğin bir eşi evladınıza, bir diğeri de sizin bileğinize takılır.
Kim kimin çocuğu iyice netleştikten sonra çıkarılsa da bileklerden plastik, kalpte kalır izi onun bilekte değil.
İşte bu yüzden gidemezsiniz “zevk için” etkinliklerine.
Gidemezsiniz iş ile ilgili bir ek göreve bile içiniz rahat, ve evladın yedek kıyafetleri ve dahi yemekleri, ve bizzat içirilecek ilaçları sıralı ve listeli hazır bırakılmamış halde eşe.
Hayret edersiniz kalbinizi sarmalayan plastiğe ve sinir olursunuz bu bileklikten 2 değil de 3 adet bulundurmayan, tedbirsizlikten babanın kolunu boş bırakan hastane personeline.
İşte böyle yazarsınız bir gece vakti sonra.Ardından açıklamalar yapma gereği duyarsınız sevdiceğinizi savunma arzusuyla...
İyi bir babadır elbet o. Doğum ardı depresyonu ile ilk bir hafta çocuğunuzun yüzüne bakmazken kim doyurup bakmıştı evladınıza, unutmamalı.
Mesele onun babalığında değildir aslında ama erkek olmak varmış(tır) bu dünyada… Henüz ütopyalar gerçekleşmemişken, hastaneler babaların koluna da bir plastik bilezik takmıyor iken ama….

28.11.07

Bir kaç hecelik bir büyüye dair.....

Çok seneler evel bir adamla tanıştım. Gasptan 7 yıl yemiş, yatmış çıkmış ama çıkmadan önce evlatlarının adını koluna kazımış bir adamla.

Tek derdi evlatlarını, Dicle ve Fırat’ı geri almak…. İşte bu yüzden hayatın ellerine mikrofonla kamerayı tutuşturduğu başka birilerinin çevresinde dolanıyor. Az ama öz konuşuyor, derdini anlatıyor. “Onları almalıyım,” diyor “ama bunun için bir işe ve bir eve sahip olmam gerek kanun gözünde.”

“İsminizi bahşeder misiniz,” diyor sonra.

Eve dönüştürmeye çalıştığı in gibi –kovuk gibi bir bodrum katından çıkmaktayız o anda. Donup kalıyorum. Omzumun gerisinden bana göre bin düşünce sığacak zamanda, adama göreyse bir an için dönüp bakıyorum.

“Binnur,” diyorum.
--

“İsimler önemlidir,” diyor bin sene sonra bir gün kafamdaki düşün kuşu. Ve bana Ursula* dan bir paragraf okuyor.

“Cadı, oğlandan annesinin ona bir bebekken vermiş olduğu Duny ismini geri aldı.
Çocuk isimsiz ve çıplak olarak yüksek uçurumların dibinden fışkıran Ar'ın soğuk kaynaklarına girdi.
………………yavaşça ve dimdik yürüyerek karşı kıyıya geçti. Kıyıya gelince, kendisini beklemekte olan Ogion elini uzattı ve oğlanı kolundan kavrayarak ona gerçek ismini fısıldadı: Ged.”

..

Oysa tüm Yerdeniz Ged’i Çevik Atmaca olarak bilir. Gerçek isimlerin bilinmesi tehlikeli olduğu için,
tüm büyüler gerçek isimlerle yapıldığı için...
Ve dahi bir yırtıcı kuşu yanına getirtebilmek, bir salyangozu kabuğundan çıkarmak için gerçek adını söylemek yetebilir...


İşte belki de bu yüzden size yakın olmayanlar adınızı direk ve net söyleme hakkına sahip olamazlar. Sonuna ya “bey” ya da “hanım”ı eklemek zorunda kalır onlar.
İsmin gücü vardır çünkü, sadece sizi çevreleyen o görünmez halenin içindeki insanlara bahşettiğiniz.
İstersiniz ki onlar sizin verdiğiniz hakkı, velhasıl güçlerini kullansın. Birkaç hecelik bir büyüyle size dünyayı yerinden oynattırsın.

Birazı abartı ama çoğu gerçek.
İsim güç demek.
Bahşedilenin bahşeden üzerindeki doğal hakkı.

Sonra
Aklımdaki zaman geri sardı… Bir başka gün, bir başka haber: Gasptan yatan adam bir başka gün bir başkasının bıçak darbesi ile öldü gitti. Adını hatırlayamıyorum adamın artık her nedense. Zaten demezler mi “Nomen est omen” ya da isim kaderin için bir “işaret”. Kimbilir ne bahtsız bir isimdi sahip olduğu. Hatırlasak da söylenmez…Aynı isme sahip olanları derde sokmak istenmez.

Sonra

Zaman hızlı aktı
1000 yıl daha geçti.

Caddede bir sürü kız.
Her birinin boynunda bir kolye…
İsimleri yazmakta altından harflerle…

Ve altının tedavüle girmesi ile “bahşeder misiniz?” lafının hükmü kalktı….



* Paragraf Alıntı: Ursula K. Le Guin- Yerdeniz Öyküleri

25.11.07

Go Ask Alice!!!


80lerin gelmesi ile Jefferson Airplane’likten Jefferson Starship’e dönüşerek 60lardaki büyüsünü kaybeden, geçerli adına işte tam bu sebepten dolayı bir türlü karar vermediğim grubun bir şarkısının başlangıcı şöyledir:

One pill makes you larger, and one pill makes you small And the ones that mother gives you, don't do anything at all…

Aslında grup “Harikalar” mı yoksa “Kabuslar Diyarı” mı olduğu pek de belli olamayan müphem yerlerde dolaşan Alice hakkında bir kızdan bahsetmektedir (en azından şarkının girişinde). Zavallı Alice’in dertleri elbette ki dolaştığı yerlerin belirsizliği ile sınırlı değildir. Alice yeme içme maksadı ile elini neye atsa karın tokluğuna yaşamanın bedelini oldukça ağır ödemektedir. Kah 3 metrelik bir ucubeye kah 52 destesine yem olacak bir cüceye dönmektedir.
İşin kötüsü kendine hayran veya bıkkın bakmakla kalınamayacak aynalar vardır sözkonusu bu dünyada. Bu aynalar adamı içine alırlar ve baktığına bakacağına pişman ederler. Kendinizi şöyle derken bulabilirsiniz o anda mesela “bu nereye gittiği belirsiz tünele düşmektense kendimi makyajsız görmeyi tercih ederdim!”
Artık bulunduğun dünyanın bir harikalar dünyası olduğunu düşünerek bizzat kendini “züğürt”,
yapmakta olduğun eylemi de
“teselli” ye dönüştürmekten başka çare yoktur..

Fakat tüm bunların da hiçbir önemi yoktur. En azından adınız Alice olmadığı sürece.

Kuvvetle muhtemel ki bu yazıyı şu anda okuyanlardan hiçbirinin adı Alice değil, ancak kuvvetle muhtemel ki bu yazıyı şu anda okuyanların önemli ya da önemsiz bir kısmı anne… Bu annelerin bir kısmının ise evlatları yine muhtemel ki tam şu an 3 yaş civarı ve yine bu annelerin bir kısmı çocuklarını bu sene kreşe verdi ve gerisini ne siz sorun (ama ben illa ki söyleyeyim) bu anneler orta kulak iltihabı diye bir kavramla tanıştılar…

Bunlardan canları her istediğinde ellerini internet deryasına daldıranlar, ya da meslek hanesinde doktor yazanlar Ata’nın güzel bir özdeyişine atfen şöyle diyorlar zaman zaman: “Ben östakinin uzun ve yatay olanını severim (ama bunun için biraz beklemem lazım)”.
Anlayan anladı. Evlat ne kadar ufaksa (daha evel de bir kac kez hayrına açıkladığım gibi) kulak ile burun arasındaki östaki o kadar kısa ve dik. E bu da tıkanık burun (tanrı korusun ama) birkaç gün içinde iltihaplı bir ortakulak demektir olacak.

Sonrası mı?
Sonrası doktor- eczane ve evdeki her gecen gün semiren ecza dolabı şeytan üçgeni arasında mekik dokuyan anne.
Her şey bir yana Jefferson’un (daha uçakken) söylediği gibi (solist kadın ama olsun)
Bir hap seni daha geniş, Bir hap ise daha küçük (yapıyor)
Ama annenin verdikleri hiçbir şey yapmıyor…

E ohalde go ask Alice, when she's ten feet tall…


Henüz 3 metrelik bir Alice bulamasam da yukarıda bahsettiğim şeytan üçgeni turlamalarımdan birinde bir doktor buldum Jefferson’un hükmünü kaldırdı şüphesiz..

İlaç adı önermek olmaz şimdi burada, ama dedi ki A iyi gelmiyorsa C verelim biz buna.

Aldım C’yi dayadım benim eli kulağında maymuna… Aman tanrım o da ne? Senin ki yine başladı mı düz duvara tırmanmaya…
İşi öğrendim tabi.
Sonra bir gun yine bir nezle. Sonra bir gün yine sol elin işaret parmağı sol kulak içinde. Öncesinde gezdiğim tüm özel hastanelere ve özel doktorlara bu kez sırtımı döndüm. İstikamet sağlık ocağı.

-Doktor hanım kusura bakmazsanız bir şey dicem. A iyi gelmiyor da bu kıza C iyi geliyor.
-Hmm o halde onun etken maddesini içeren şunu verelim ona.

Jefferson kusura bakma
Bundan böyle şarkı şöyle:

Bir hap seni daha geniş, Bir hap ise daha küçük (yapıyor) --muhtemel ucube rejim ilaçları olsa gerek bunlar-
Ve annenin verdikleri ise kulağımın ağrısını kesiyor.
Git Alice’e söyle o bunun üzerinde kitap yazıyor….

20.11.07

zaman


Kendimi çikolataya boğmak istiyorum.
Ve ortayaş krizinin ne kadar korkuç bir şey olduğuna dair içimde onay bekleyen yaratığa 999 onay vermek.

Ne haber diyene
Hiiiç
Demek

Gözlerime kara kara sürmeler çekmek istiyorum.

Ötesi

Bir dilim daha çikolata yemek

Ve

Tüm yeryüzünden kayıtlarımı silmek istiyorum


"Bekle," diyor içimdeki ses, "BUnu zaman yapacak zaten...."

16.11.07

Facebook'un eksiği.....

Bir kac gün önce kendime ait olduğunu sandığım bir hayatın içinde hayalet gibi gezerken yakaladım kendimi…

Kimileri buna kısaca facebook diyor…

Hayatıma bir şekilde değmiş tüm insanların adları neyseydi de, soyadlarını hatırlamak biraz zorlamıştı beni. Neticede neye karar vereceğimi bilemedim; kah “aman ne çok insan tanımışım!” dedim, kah “tanıdığım ve bende iz bırakan insanların hepi topu bu kadarmıymış?”…

Neticede insanlarımı listeye eklerken doğallığımı bile yitirdim. Benden değil de ondan gelsin beni arkadaş listesine eklemek talebi dedim kendime, kendimi naza çektim… Arkadaşlıkların da sevgililikler gibi nazlar ve kaprisler içermekte olduğunu gördüm- deneyimledim. Ve bir de bazı dostlukların gömülü olduğu küller arasından hiç çıkarılmaması gerektiğini öğrendim. Bunun nedeni ilişkinin iki selam- bir kelam’tan öteye gitmemesiydi. Belli ki bazı ilişkiler ancak ait oldukları dönemde yeşerebilirdi. Sonrasını ne sen sordu ne ben söyleyeyimdi….
Keşke dokunmadan kalsaydı da o insanı bir bulsam onunla sonsuza kadar ne çok konuşacak şeyim olacağını düşünsemdi.

Ancak en sevgili dostlarla bile ilişkim dürtüşüp- tepişmekten öte pek gitmedi. Bir de birbirimize İngilizce adları ile müşerref olduğumuz lilyumlar, ayı balıkları gibi hediyeler göndermekten tabi.

Yine de birkaç isim vardı ki tüm bu zaman kayıplarına değdi. Onlar facebook sınavını aştılar, kopuşumuzun nedeninin yalnızca ve yalnızca dal dal- budak budak ayrılan hayat yolları olduğunu ispatladılar…

Nam-ı diğer yüz kitabının bana söyleyeceği bir sözü daha vardı; Kaybettiğim ve arayışı içinde olduğum dostlarımdan biri de bizzat kendi gençliğimdi….O da bir gün kendiliğinden karşıma çıktı. 20 yıl öncesinin bir objektifine dikilmiş gözlerle direk bana baktı…

Çok şen bir gençler grubu….
Balkondayız.
Makinenin flaşı yok belli (her şey eski bir biz yeniyiz hayatta) . yığılmışız birbirimizin üzerine gülmekteyiz. Kaşlar cımbızla, saçlar fön makinesi ile tanışmamış…. Bakışlarımızın anlamlı olması için sürmeye, sağlıklı görünmek için ise allığa ihtiyacımız olduğunu ise hele hiç düşünmemekteyiz. Hayatın binlerce kapıya açılan olasılıklar antresinin tam ağzında durmaktayız bir de. Çok muhteşem başarılara imza atılacak olan muhteşem bir hayatımız olacağını, elimizi neye atsak altına dönüşeceğini sanmaktayız…. Velhasıl hayat dolu ama boş bakmaktayız…..

Resmi göreli hepi topu 2 gün oldu. Ancak üzerime 2 gündür 20 yılın ağırlığı kondu….
Geçmişten- çok uzaklardan bir dostumu buldum böylece ben Facebook’ta. Ancak aşamayacağım bir sorun var ortada…. Facebook sanal rakı sofralarından hediye ayı balıklarına her türlü imkanı sağlıyordu da bana, bir kendi gençliğimi dostlar listesine ekleme seçeneği yoktu sayfada…

13.11.07

bir dönem daha bitti...


NE kadar çalışsan da ömrün boyu kazanamayacağına emin olduğun paralara talip olduğun oyunlar vardır. Bu oyunlar senden “rakam”lar ister. Sen de verirsin.
Yaz dersin elindeki kaleme,

doğum günlerimizi, ama özellikle evladınkini….

12 Kasım geldi geçti.

Bu kez “rağbetsiz”di….

Bunun nedenini eş dost akraba tanıdığım herkesin “hala ve hala” doğum günlerini 49 rakamdan biri olarak işaretleme ihtiyacı içinde olmamıza verdim.

Şunun şurasında üç beş hafta önceki bayramda zaten hep bir arada değil miydik? Ve dahi senede 10 kez şehirlerarası seyahati kaldıracak ne yaşa ne de cebe sahiptik.

Bir gün önceden alınmış bir pasta çevresinde yorgun ayaklarını sürüyen ve üst solunum yolları enfeksiyonundan muzdarip “üst solunum yollarını” çekiştiren 3 beş insandık işte…
Ne balonlara, ne de hediyeler boğuldu evlat… Ancak haddinden fazla genç olmanın hediyesi vardı gözünün ferinde : Beklentisizlik.

Tembelliğimizden mi, yoksa aşırı çalışkanlığımızdan mı demeli (e binbir işin içinde zaman bulamadık besbelli) niteliklerine uygun hediyesi internetten henüz sipariş verilmemişti.

Ama evlat bunu sorun etmedi.

Annesini doğuran kadının sıklıklıkla dediği gibi “gelene hay hay, gidene vay vay” görüntüsü çizdi…

O şendi…



Gece bitti.

Kilo alırız kaygısıyla “keki mideye-kreması çöpe” ayrılmış pasta kalıntıları bekleşmekteydi tabaklarda.

Çocuk ile baba bir kenara çekildi. Biri yeni aldığı kitabı diğeri de tekrar keşfedilmiş eski bir oyuncağı kurcalamakla meşguldüler.

Çekirdek ailenin doğurganı tabakları topladı. Bu onun bu hayatta ona verilmiş zamanından çok ama çok zaman aldı (gibi geldi ona)… İstedi ki erkek olsun.
Tabak çanaklarla uğraşmak yerine tam şu anda o da kitabını okusun….

Alıyla puluyla, teliyle duvağıyla, atıyla tahtıyla niye eller üzerinde taşırlar o ilk günde belli, dedi kendine- her ev işini angarya gördüğü anda olduğu gibi. Bu bir nevi tebrikti… Ömrün boyunca kaç tabak kaç çanak yıkayacağını, kaç kere elini köpüklü sulara daldıracağını ve kaç kere buruşturup buruşturup kıyafetleri (yıkayarak) kaç kere düzleyeceğini bilmediğin, bilsen de bunu kabul ettiğin için seni eller üzerinde taşıyoruz bugün….

Sonra uyku sahneye çıktı. Kültür ürünlerini tüketme ihtiyacından daha baskındı….

Böylece gün yerini başka bir güne bırakmak için ihtiyacı olan karanlığa kavuştu.


Gece bir çeşit tünel görevi gördü, ertesi gün oldu...


Yeni gelen gün doğurganın mail kutusuna yeni bir mektup bırakmıştı.. Evladın doğum tarihi kaydedilerek girilmiş bir anne-bebek sayfasındandı bu mektup. Bu yüzden bilmekteydiler doğum günü kutlaması yapmaları gerektiğini.


VE bildirmekteydiler doğurgana evladın yaşgününün neden ilk defa bu kadar sessiz ve sönük geçtiğini:


Çocuk gelişiminin aşamalarını doğurgandan daha çok bilen uzmanların hazırladığı kutlama mektubunun ilk cümlesi şöyleydi: Artık bebeklik bitti!








11.11.07

Yazanlar ve Okuyanlar...


"Okuyucum" diye bir kelime var, pek bir hoşuma gidiyor. Ancak her güzelde bir kusur saklıdır gözlüğü ile bu lafa yaklaştığımda bu lafın ardında paçalarından kibir akan bir yaratık görüyorum, "okuyucum var " demekten korkuyorum...

İlkokul 5 civarı, artık sokakta gelincik tohumlarını ters çevirip geline dönüştürmenin, mahallenin en güzel kızı sandığımız hemcinsimizin gönlünde yer edip çocuklar arasında önem kazanmak maksadıyla tuhaf etkinliklere girmenin, apartman aralarında Türk Filmi canlandırmaları yapıp her seferinde ben Parla Şenol, yaşım da 16 olacak bu filmde, demenin artık o kadar da heyecan verici olmadığını keşfettiğimden beri ben yazarları çok ama çok önemserim....

O günlerde benden biraz daha küçük olmalarından dolayı bir çocuğun sokağa çıkmayı bırakma nedeni olarak kitabı ya da kitapları kabullenemeyecek çocuklar annelerine "Binnur abla hasta mı neden artık hiç sokağa çıkmıyor," diye sorar olmuşlar.

Evet, buna bir çeşit hastalık denebilir(di).

Evimizin yanında şehre inat bir vaha gibi uzanmakta olan konsolosluk misafirhanesi bahçesi manzaralı şezlongumda tüm gün yatmaktayım. Fakat bahçeye pek nadir bakmaktayım. Çünkü ben artık hastayım, bir kitap hastası... Okuyorum okuyorum, büyüleniyorum. Biriktiriyorum biriktiriyorum kitap alıyorum, tekrar okuyorum okuyorum büyüleniyorum. Annem konu komşunun oğlu orasını burasını burktu evde yatıyor diye gidip Peter Pan alıyor mesela, bana değil de ona alındı bu kitap diye için için bozuluyorum.

İşte o günlere dayanır benim peygamberler gibi yazarların da seçilmiş olduğunu dair düşüncem.

İşte bu yüzden her yazana “yazar”, onu her okuyana (yazmakta olana büyük payeler verecek diye) “okur” diyemem.

Ama dediğim gibi bazı lafların ardında paçalarından kibir akan yaratıklar saklıdır ve o yaratıkların göz göze geldiği insanı etki alanına alma gibi marifetleri bulunmaktadır.

Velhasıl ben de bir naçar insanoğluyum…

İzim verin kullanayım şu kelimeyi de rahatlayayım:

Bir “okurum” bana bir mesaj atmış.
Mesaj aynen şöyle:
biliyorum mutlaka cok yogunsunuzdur ama kendinizi bukadar zaman sonra boyle uzak birakmak sizi takip edenlere biraz haksizlik oluyor bence artik sik kullanilanlar listemde olmayacaksiniz, cunku beklemekten gercekten sikildim.
Bana yazma zorunluluğu yükleyen bu mesaja (ilk etapta )sinirlensem mi yoksa sevinsem mi bilemedim….

Nihai kararım elbette ki sevinmek…. Okuyucuma teşekkür eder üzerime aldığım sorumlulukları gerekçem ne olursa olsun “salladığım için” özür dilerim….
Bugün yarın yazı koyacağım sevgili Esra… Bir “okur” olduğun için çok teşekkür ederim :)

23.9.07

Ayak Uydurmak .....


Bilgi otobanı malum her evden geçiyor.
“Dur biraz!”
Her evden değil elbette, ama eminim benim hayatımın sınırlarına dahil olmuş tüm insanların neredeyse tümünün evinden geçtiği kesin.

Buna şaşırmalı mı? Pek değil. Aynı trendleri takip eden, aşağı yukarı aynı kültür seviyelerinin gerekliliklerini yaşayan bir insanlar topluluğunun bireyleriyiz işte.

E bir de benzer benzeri seçer. Hayatının sınırları içine beni dahil etmiş bir zat ile aramızda şöyle bir diyalog olması beklenemez.

Mail gönderecem sana, mail adresin ne?
Mail de ne be?
??? Sen internet ne biliiiin mi?
Hııı? O da ne?

Ola ki aramızda böyle bir diyalog geçti, hadi biraz abartalım, bu bizim son diyalogumuz olur.

Olası bir başka diyalog ki bir başka kişiyle muhtemelen şöyle olacaktır.

Ya şu kızı tanıyon mu?
Onu mu, geç ya onu, salağın teki o.


Buradan sadece iş dünyasının değil, şahsi ilişkilerin de güncel olanı takip etmeyi gerektirdiği – size buna zorladığı sonucu çıkabilir.

Bu belli belirsiz bir stres kaynağıdır.

Konuyu bilgisayarlardan açtık, bilgisayarlardan devam edelim.
PC’niz vardır, internetiz de elbette.
Mail desen gırla, her bir yandan havan topu bombardımanı gibi size yağmakta.
İçinde bulunduğunuz topluluğun yürüyüş temposuna adımlarınızı uydurmuşsunuz.
Bu demektir ki düşmek yok, düşüp de hala yürümeye devam eden grubunuzca ezilip yerle yeksan olmak yok.
Durun nereye gidiyonuz? Biraz tolerans gösterin size ayak uyduracam diye arkalarından ağlanmak yok. (Tabi ki abartmayı seviyorum. Bu bir zaaf- affınıza mağruren)

Burada anlatmaya çalıştığım belki de sosyalogları ırgalar. Görünen o ki insan denen düşünen organizma kendine bir çevre oluştururken tavır ve tutumlar ve dahi gelenek ve görenekler üstüne üstlük alışkanlık ve ilgi alanları açısından üç aşağı beş yukarı kendi gibi olanları kale almakta.

Ya da özün özü bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.

Bugünlerde ve aslında zaman zaman bana gelen maillerden kim olduğumu ve kim olmam gerektiğini görmekteyim.

Örneğin ben 37 yıl kendimi tanımama yetmemiş gibi bu sorunsalı halletmek için kişilik testi çözmesi gereken biriyim.

Görevim bunla da bitmiyor. Bu testi çözdüten sonra illaki skorumu da mailin en bi tepesine ekleyip kişilik özeliklerimi derhal ve anında arkadaş listeme pas etmeliyim.
Bu onların da beni tanımadığını varsaymak anlamına gelse bile:)

Sonra ben zengin olmayı deliler gibi istemeliyim (İtirazım buna değil elbette- henüz zengin olmamış olmaya).
Zengin olmak için çalışmak- sebat etmek- e olmadı loto oynayıp yaradana dua etmek gibi bildik yolları unutup e-posta kutuma düşen dijital tweety, şans meleği, çin tantrası gibi bilimum zırdavatı keza ve bizzat ve hatta illaki arkadaşlarıma göndermeliyim.
Söz konusu maili gönderme konusunda tereddüte düşme gibi bir şansım olmadığını da bilmeliyim. Silinmiş ya da gönderilmeden posta kutusunda bekletilmiş bir şans meleği olsa olsa fakirlik demek ve bunun ne kadar berbat bir şey olduğunu açıklamaya elbet gerek yok. Hele berbatlığın sınırları ayak uyduramama ile örütüşüyorsa hiç.....

Tüm bunları sinirle değil inanmazsınız gülerek ve neşeyle yazıyorum.
Arkadaşlarımı biraz dürtmek biraz da gıdıklamak maksadım.

Ancak daha da ötesi onlara henüz tanımadıkları ama benim tanıdığım onlarca olası arkadaşları olduğunu bildirmek.
Bunu nasıl mı anladım?
Bir test ya da bir şans bocuğu kutuma ne zaman düşse hemen bir beklentiye giriyorum.
Bugün, diyorum,
olmadı yarın
bu mailin aynısını teeeee memlektin bir başka köşesinden ve sonra bir başka köşesinden yine alacağım.
Ve her seferinde haklı çıkıyorum.
Bir maili birbirini tanımayan ama benim tanıdığım onlarca arkadaştan bir şekilde alıyorum.
Ah diyorum ah, siz aynı şehirde olacaktınız, ben sizi tanıştıracaktım
Ne cankuş olurdunuz siz ne cankuş*….

*cankuş=kanka

21.8.07

Sandaletler ve Tayyörler

Dünya üzerindeki 26. yılımın herhangi bir günüydü.
Ogün o güne kadar oturduğum sandalyelerden en ayrıcalıklısına oturdum.

Bu sandalyenin ayrıcalığı bilgisayar manzaralı olmasıydı.
Hayır hayır, uzaktan değil- yakından.

Ama tereddüt dolu dakikalar boyunca bilgisayar benim için sadece seyirlik bir nesneydi. İşlevsellik sonradan geldi.

O günü bir kenara koyalım. Üzerine 11 yıl daha ekleyelim.
Kızım doğalı nerdeyse 3 yıl olmuş olsun, ve kızım artık okula başlasın.
Şans bu ya, okulun her odasında- her sınıfında kameralar olsun, ve okul internetten yayın yapsın.

Olsun..
Oldu…

Halası Antalya’dan, ben buradan takipteyiz bizi en hayatta çok ilgilendiren minik insanı. Yan yana olsak hafifçe dürtüp birbirimizi “bak bak,” diyeceğiz “gördün mü ne yaptı?”
Ama bizler ülkemizin kuzeyi ve güneyi olmak üzere iki ucundayız ve yine de – ve hala- ve pekala da birbirimizi dürtmeyi ihmal etmiyoruz. Mesajlaşarak elbette….

Nehir ise üzerindeki gözlerden bihaber canını yakan çocukları tekmeliyor, ordan oraya – odadan oyun salonuna koşuyor –ve tabi biz de kamera1’den kamera4’e onunla birlikte….

Bir kameradan bir kameraya tıklama hızımın kızımın bir odadan bir odaya koşuş hızına yetişememesi beni şaşırtıyor. Şaşırdığım başka şeyler de var. Mesela diğer kızlar bebekleri ile oynarken benim kızım erkek çocuklarla masada araba sürüyor… Sonra uyku saati denen zaman diliminde uyumayıp ortalıkta dolanabiliyor. Üstelik bu eyleminde yalnız da değil. Başka çocuklar da var uyumama özgürlüğüne sahip. Hem onlar kalkıp uyku odasındaki TV’yi de açıyorlar, yavaştan diğerlerini de uyandırma pahasına.

Soru işaretlerim çok değil aslında. Birkaç tane. Neyse ki kolay ikna edilen bir insanım, “çocukları sıkıp da okuldan soğutmak istemiyorlardır,” dediğinde eşim, konuyu bir süreliğine kafamdaki raflardan birine kaldırabiliyorum.

Fakat evlatlı birkaç arkadaşla başka türlü bir konuda ne düşüneceğimizi bilemez durumdayız.
Bu konu okul öncesi eğitimcilerinin terminolojisinde her nedense hala Arapça bir kelime ile şu şekilde özetleniyor: FAAAAAAALİYET…

Henüz tatil tam olarak bitmediğinden mi, yoksa kızım en miniklerin sınıfında olduğu için mi bilinmez b ir FAAAAAAALİYET eksikliğidir gidiyor.

Çocuklar nadiren masa başındalar, o da kreşin isteği ile deliler gibi şehrin tüm kırtasiyelerinde aranıp da Murphy’nin meşhur kuralı gereği son baktığım yerde bulduğum Alpino marka oyun hamuru ile oynamak için.

Bense bir ruh halinden diğerine savruluyorum. Sanki iki omzumda iki ayrı tipte minik Binnurlar var.
Biri hippi kıyafetleri içinde,
Diğeri ise şık bir tayyör.

Tayyörlü konuşuyor:
--7 çok geççççç.

Sandaletli konuşuyor
--Amaaaaan. Bırak kreşi, ben anaokuluna bile gitmedim.

Tayyörlü konuşuyor:
--Nerde faaaaliyetler, hani göremiyorum, nasıl gelişecek bu çocuğun zihni, efendiiiim küçük kaslar falan nasıl gelişecek?

Sandaletli Konuşuyor
--Nasıl olsa gelişecek. Bizim gelişmedi mi? Hatırla anaokuluna gitmememize rağmen ilkokulda bir sınıf yukarı atlatmayı teklif etmişlerdi…

Tayyörlü konuşuyor:
--Sürekli oyun oynuyorlar bunlar. Böyle şey mi olur?
Sandaletli Konuşuyor
--olur tabi, biraz rahat ol. Bunlar henüz oyun çocuğu zaten.

Tayyörlü konuşuyor:
--Hiç disipline sokmuyorlar bunları. Baksana uyusunlar diye baskı bile yapmıyorlar.
Sandaletli konuşuyor
--Bana kalırsa hayat onun için zaten çok erken başladı. 3 yaşı bitmeden sabahın 7.30larında kalkmayı öğrendi çocuk….

Yine konuşuyor tayyörlü
--Hani, diyor, nerede bu kreşin bilgisayar labrotuarı. Geri kalacak geri (diğerlerinin çocuğundan)…..


Diayaloglar böyle böyle gidiyor…
Zaman zaman tayyörlü sandaletliye baskın çıkıyor. O zamanlar tayyörlünün belden aşağıya vurduğu zamanlar. Örneğin üniversite sınavından bahsettiği, üniversite sınavını kazanmanın değil, en iyi -- en gözde üniversiteyi kazanmanın marifet olduğundan dem vurduğu, sıradan bir okul-ardından sıradan bir iş ve sıradan bir maaş şeklinde sıradanlık üçgeni ile sandaletliyi boğduğu zamanlar işte onlar. Çiçek-miçek- bohem – mohem ama sandaletli de bir anne neticede. İçi almıyor sıradanlığın uçurumunda hayal etmeyi kızını……

Sonra onlar çekiliyorlar.
Birbirine karşıt düşüncelerin az önce karşılıklı kılıç çektiği toz-duman bir savaş alanı aklım.
Neyse ki insan beyninin kilit noktası “çağrışım”.

Özgür bir kuş” gibi daldan dala konan kızıma bakıyorum PC ekranından.

Aklıma dünya üzerindeki 26. yılımdan bir gün geliyor. Parmaklarımı ilk defa klavye üstüne koyduğum bir Gazete bürosu….
O tarihin üzerine birkaç yıl daha koyuyorum.
Bakmışım bilgisayar öğretmeni olmuşum.
Üzerimde tayyör- ayaklarımda da sandalet…

19.8.07

Fikir-Zikir ve Hayat...

Son zamanlarda sık-sık- ara-ara-şimdi veya sonra ama mutlaka hep müzikten bahsetmek istiyorum.....
Bunun çok basit bir nedeni var.

Evin küçük hakimi okula başladı…

Artık evin içindeki baskın ses, gün sonuna doğru sinirlerimin keman teline dönüşmesine neden olduğunu sandığım faktörlerden biri olan çizgifilm kakafonisi değil.

Ve-fakat, ve mutlaka araya bir parantez açmak gerek.

Yekta Kopan bir istisnadır. Ha bir de bir kız çocuğu sahibi olma ayrıcalığı ile serisinin tamamını seyrettiğim Barbie’lerin hepsini seslendiren kadife sesli- ağır aksak ritimli konuşan tüm seslendirmeci bayanlar.

Zaten Yekta Kopan da genelde evimize bu iyi huy sembolü kızın “partneri” olarak konuk oluyor hep.

Ogün şanslıysam kızım elimizdeki 6 Barbie filminden biri ile karşıma dikiliyor ve bunu istiyommm” diyor.

Kendimi en şanssız hissettiğim an ise elinde Arabalar filmini gördüğüm an.
Yanılmıyorsam bu filmde de baş karakteri seslendirme görevi kendini zorlamadan, işte tam da bu yüzden kadife gibi bir sesle işini ircaa eden Yekta Kopan’a ait.
Ancak bu kez sıkıntı filmin neredeyse tüm alt sesini ele geçirmiş olan voawwww voawwwwwww voaaawww motor sesinde.

İşte o gün Arabalar krizi tutmuşsa kızımın, bilgisayar denen mesleki ve hobisel hastalığımdan başımı her kaldırdığımda TV’de sürekli ama sürekli birbiriyle yarışıp voawwwww sesi çıkaran arabalar görüyorum. Allah Alllaaaah diyorum kendime, “bir de bu fimin hayranları var,” Örneğin, benden 6 yaş büyük olup önemli bir firmanın tepelerinde bir yerde oturan kuzenim.

Sesler, diyorum kendime o zaman, sesler her şeyin anahtarı.
Bundan daha doğal ne olabilir, kuzenim hız yapabilen her şeyin sesine hasta bir hız tutkunu…

İnsanlar ilgili oldukları konuları veya nesneleri onlarca uyaran arasından illaki daha önce fark ederlermiş. Mesela hamileyken sokakta milyonlarca hamile kadın görmüş olmama ben “Allah Allah yahu, 2004 üreme yılı demek!”diye yorumlarken, bir psikolog bu durumu sadece ve sadece 2 kelime özetler: “Algıda seçilik!”

Algıda seçicilik teriminin açılıma bir katkım olsun isterim. İnsanlar sadece ilgili oldukları şeylere karşı duyargalarını daha çok açmıyor bence. İşin bir de nefret kısmı var. Motor sesinden nefret eden ve bir avuç egzos gazı kokusuyla başı dönen ben herkeslerden evell ve hatta ve belki kuzenimden bile evel bu tırmalayıcı ses ile mide bulnadırıcı kokuyu farkedebiliyorum.

İşte bu yüzden şu anda yaşadığım yer tam olarak bu anlamda ruhumu okşuyor.

Ruhumu okşayan bir diğer şey ise müzik!
Kızım artık okullu… Alıştırma dönemi olan ilk hafta yarımşar gün gittiği okulda artık tam gün durmakta. Ben ise beyaz ekran denen şeyi tüm gün karakutuluğa mahkum etmiş bir şekilde mesleksel ve hobisel tutkum bilgisayar başındayım artık.

Minik kızım sabahları okula gitmeden önce ki mızmızlanma ezberini hafiften terennüm etmeye başladığında onun deyimi ile utub – genel geçer ismi ile youtube’u açıyorum, Barbielerden Barbie beğen diyorum ona… Seyrede seyrede artık benim de kalbimin alıştığı Barbie filmlerinden birinin çeşitli sahnelerine dalıyoruz birlikte. Servis geliyor, büyü bozuluyor. Ama ikimizden biri için.

Hayatın en normal olaylarından birini, gün başı vedalaşmasını gerçekleştirip kızımı ellere teslim ediyorum.

Her ne kadar size aksini düşündürsem de içimde hafif bir sızı var elbet ….

Sızlayan şey kalbim değil- ruhum….

Hayat onun için çok mu erken başladı sorusu ruhumun karnına vurulmuş bir yumruk gibi orada durmakta.

Hergün ama hergün.

Neyse ki ruhun ilacı nedir biliyorum…

Youtube’un başına geçiyor öncelikle Barbie’li sayfaları göz-gönül bağımdan uzaklaştırıyorum.
Ardından üç-beş güne kadar başlayacağım yeni işimle bitecek olan tamgün müzik keyfine “start” veriyorum….

İşte bu yüzden bugünlerde en çok müzikten bahsetmek istiyorum.
Çünkü ataların da dediği gibi dervişin fikri neyse zikri de odur.

14.8.07

3 dakika 55 saniyelik Ruh tatili

216 yıl önce bir Viyana gecesi.

35 yaşında öldüğü düşünülürse, o gece hangi yaşta olursa olsun mutlaka hala genç Mozart çok heyecanlı, çünkü Sihirli Flüt operası ilk defa sahneleniyor.

Çok güzel bir gece olmalı.

GEce güzel olmasa bile eser güzel....

Eser genel olarak güzel değil diyen varsa en azından Prens Tamino'nun ariası güzel...

Hele bir de Piotr Beczala söylüyorsa..

12.8.07

Bir aria- bir mola, bir dinginlik zamanı...



Dünyaya sizinle eş zamanlarda gelmiş - hayat çemberinize girmiş insanlar vardır, dünyanın tüm pisliğine rağmen size iyi ki buradayım dedirten.

Bir de sizinle aynı zamanda dünyaya değememiş insanlar vardır, ki onlar bir şeyler üreterek kendilerini bitimsiz kılmışlardır, ve ürettikleridir sizi onlardan haberdar eden ve yine ürettikleridir size iyiki buradayım- iyi ki dünyaya gelmişim dedirten....

İşte bu aria gibi, İşte Mozart gibi.

NOt:Mozart'ın saraydan Kız Kaçırma Opera'sından bir başeser....
Zaide- Ruhe Sanft

Fakat, fakat daha sakin bir şekilde icra edildiği versiyonları çok daha çarpıcı...
Şimdilik youtube'da ulaşılamasalar da başka başka yerlerde isteyen bulabilir..

30.7.07

bir güzel dosta...

Art arda – uç uca eklesek hergun birbirimize yazdıgımız kelimeleri, metrelerce urgan olurlar.
Bizse o urganı rapunzelin kuleden sarkıttığı saçı gibi hayata sarkıtmaya çalışıyoruz.
Zira tutunanlardan olmak istiyoruz.

Acı geliyor her şey bize.
Ağzımızda bir pas tadı.
O diyor huzursuzum ben, kesip kafamı mı atmalı???
Diyorum ki ona “aynı dil üzerindeki tatlıya duyarlı, ekşiye duyarlı noktacıklar gibi işte,
Acıya duyarlı noktacıklarımız daha çok bizim”

Kaldıramıyoruz biz hayatı.

Ama çok sevdiğimiz için onu yaşamayı….

Ağır geliyor faturalar.
Ağır geliyor duyarsızlar.
Ağır geliyor komplex kumkumaları
Ağır geliyor edindikleri nesnelerle can yakmaya çalışan çürük ruhlular…
Ağır geliyor empati kuramayanlar
Ve çocuklara eziyet eden sapıklar
Ve katiller
Ve hayvandan öte hayvanlar


Velhasıl yaşayıp gidiyoruz işte.
Konuştukça rahatlayarak.
Sonunda karar vererek yaşıyor olmanın yine de muhteşem olduğuna.
Yaşayıp gidiyoruz dipsiz kara boşluktaki mavi nokta üzerinde noktalar olarak

Mıknatıslama... Yani mıknatısla... e iyi de ben mıknatıslıyorum yarıyor başkasına....


Sanal surf tahtama bindim
Sanal bilgi denizinde dolanmaktayım – günlerden bir gün.
Karşıma bir film çıktı.
Ay edinsem de seyretsem dedim.
2 gün geçti
Kapım çaldı.
Antalya’dan kalkıp gelmiş görümcem: elinde de ruhumun ilacı…
İşte o film.
Bir arkadaşı demiş ki ona:
-dostum seyret illaki bunu ama…
Çünkü evrenin sırrı burada

Ve göndermiş cd’yi İzmir’den Antalya’ya..
Ben diledim evren organize etti.
İki senede bir anca İzmit2e gelebilen sevgili görümcem bana onu elleri ile getirdi.
Bense oturmaktayım Marmara’nın dizinin dibinde bildiğiniz gibi.
Evren üşengeç çıkmadı.
ANADOLU’DA benim için Koca bir üçgen yaptı.

Oturduk beraberce seyrettik.
“Bunlar aslında bildiğimiz şeyler,” dedik.
Ve çekim yasasının benim için Anadolu’da çizdiği koca üçgeni örnek verdik.

Fakat heyhat bu iş bu kadar basit mi?
Seneler senesi “mıknatıslama” diyerek inandığım ve herkese anlattığım şeyi
Gördüm ki artık itmekte elimin tersi
Çünkü kitabıydı-filmiydi
Adamlar para basıyor
Biz bakıyor.

Görünen o ki secret en çok onlara yarıyor…

29.7.07

Bir cümle.....

Gazetelerin milenyum bitiyor başlıkları atmasına 11-12 sene varken daha, bir film seyrettim İzmir’in şimdi hangisi olduğunu hatırlayamadığım bir sinema salonunda.

Film sıradan bir dolandırıcı çetesi üzerineydi. İşte öylesine başlamış, öylesine gitmekteydi. Ancak dakikalar ilerledikçe nüfus cüzdanı pembe olan herkese olacağı gibi dikkatimi daha çok çeker olmaya başladı. Zira sıkıcı girizgâh bitmiş başarılı psikiyatr ile dolandırıcı çetesinin başı aşk yaşamaya başlamıştı.

Sonra bir arbede.

Kadın birini öldürdü. Aslında daha da doğrusu kadın birini öldürdüğünü sandı.

Bilmediği bir şey vardı: Elbette ki karga ile konuşanın burnu şu veya bu anda, ama illa “tezek”e batardı.
Dolandırıcı çetesinin başı, kendine aşık ettiği kadınının kendisini katil sanıp bir buhrandan bir başka buhrana savrulmasından ne tür bir çıkar sağlayacaktı, şu an hafıza(m) dışı.

Çünkü hafızam belli ki filmden beni daha çok etkileyen şeyleri not aldı:

….
Kadın bitmek bilmeyen perişanlığının doruk noktası bir anda titreyen elleri ile diploma çerçevesini parçaladı, kanayan elleri ile elbette ki diplomasını yırttı attı. Sonrasında, son bir delilikten kurtulma çabası ile soluğu değer verdiği bir hocasının yanında aldı. Karşısında suçluluk duyguları içinde kıvranan ama başına ne geldiğini anlatmayan eski öğrencisini bulan yaşlı ve güngörmüş kadının ağzından birkaç cümle çıktı.

Ama bir cümlesi bana, ona, şuna --velhasıl karanlık sinema salonunu dolduran herkese yetti de arttı…

- Ne yapmış olursan ol önce sen kendini affet…



Not 1: Filmin gerisini anlatmamı istiyor olabilir misiniz? Sonu süprizli demiştim, belki seyredersiniz.
Not 3: Arada sırada kimi yazılarımı buraya bağlayacağım. BU bir referans noktasıdır.

22.7.07

Bir garip tatil.....

Hayat her yaz olduğu gibi “Zamanı geldi. Haydi azat- buzat,” dedi bize…

Pılıyı pırtıyı topladık, karadan-denizden-havadan giden (helikopter, aircraft ve çek çek hariç) olası her türlü aracı/a doluşup doluşup boşalttığımız bir yarım günün sonunda İzmir’in yavrusu Çeşme’deydik artık.

Çeşme artık gurbete demir atmış konuklarına ne diyeceği konusunda kararsızdı. Onlara ne “ben İzmir’im,” diyebildi, ne de “ben İzmir değilim.”

Türkçenin akrabalık başlığı altında türettiği her türlü isim ile [ki dahilinde vardır yenge, teyze, dayı , dede, kuzen, anneanne , babaanne, yiğen, enişte- menişte] çevrelendik günlerce.

Dünyanın tüm denizlerini gezmişçesine dünyanın en güzel kumunun ve plajının tam içinde bulunduklarımız olduğu konusunda yıllık konuşmalarımızı yaptık. Çok sofralar kurduk, çok sofralar kaldırdık. Hava sıcaktı ve orada olmak için bize göre en ideal zamandı.

Her sene olduğu gibi hiç tarzımız olmayan şarkıların söylendiği ve oluk oluk paraların akıtıldığı kulüplere bu gece olmasa da yarın gece “ kızı uyutup” gidebileceğimizi sandık ama kendimizi aldattık.

Karpuz yedik bostan bostan, kavun kestik eh işte arada bir fıstıktan…

Biz tabaklara yumulurken yemeden de yaşanabileceğine inanan veletlere tehditler savurduk bol keseden. Tehdidin bir halta yaramadığını öğrenemedik tekrardan. Ve uzmanların “çocuklarınızı zorlamayın, açlık sizin başaramadığınızı başarır,” lafının, yalan olduğunu ispat ettik bir yandan.

Her şey aynıydı velhasıl.

Bir tek yangın vardı farklı olan.
Gecenin ikisinde, mehtabın doğduğu saatlerde, binlerce kaplumbağayı, sincabı, karıncayı, cırcırıydı, uğuruydu onca çeşit böceği, tilkiyi, sansarı, fındık faresini yakıp da gelmiş olan alevlerin tehdidi ile kendimizi koyun öbür tarafındaki akrabaların yanına zor attık.

Terastan seyrettik alevleri. Hiçbirimiz doğmamışken henüz, tüm İzmir’i yakan yangını sanki yaşamışız gibi hatırladık. Nefret ettik.
Çünkü bilerek yakıldığı belliydi. Apayrı yerlerde onlarca ateş birden nasıl başlayabilirdi?
Birkaç gün sonra köylü pazarında bamya bulmak bir dertti. Tüm bamya tarlaları yandı dedi pazarcının biri.
Alın terleri gitmişti.

Hiçbir şey yapılamazdı elbet. Kim kimi yangının içine gönderirdi ki. Ama Aya Yorgi koyundan yükselip gece boyu göğe karışan müzik ve eğlence sesleri pek bir rahatsız ediciydi.

Gözümün önüne birkaç hafta önce seyrettiğim bir belgesel geldi.
Yedikleri eriklerin çekirdeklerini seneler sonra ağaç olarak geri almak için gömen ayılar üzerineydi….

Tam da karşı kıyıları cayır cayır yanarken eğlenenler hadi neyseydi de yakanlara ne demeliydi?
Ayı mı?
Aslaaaaa…

6.7.07

Ne demişti Fındık Faresi

Biraz eskilere gidelim.
Sene 1988.
HAdi sinemaya gidelim dedim mi herkesler bir yana dagılıyor. Yok yok beni sevmediklerinden değil, her kafadan bir ses çıkıyor ya, aslında dağılan benim; onlar dağılıyormuş gibi geliyor.
Sonra kafam bozuluyor. Yok o filme gitmeyelim, yok bu filme gidelim ama bugün gitmeyelim türü "sıtk" sıyırıcı şeylerden yakamı sıyırıyorum ve sinemaya tek başına da gidilebileceğini keşfediyorum.
O kadar gencim ve o kadar henüz " anne değilim " ki savaş filmleri vız geliyor bana.
Ölüyorlamış - kalıyorlarmış ne gam.
Film etkileyiciymiş, gidilir işte.
Müfreze'ye gidiyorum.
bir kere,
bir kere daha ,
bir kere daha,
bir kere daha.
HAtırladığım sayı 4. Belki daha fazla olmuştur.

NE buldum ben o filmde.
Sanırım 68 ruhunu.
Emperyalist zırvalıklar yüzünden 19'unda ruhu yaralanan insanların dramını,heder olmuş hayatları ve bir de Charlie Sheen'i.

Sanırım fena halde tipimdi o benim. Sonraları ona çok benzettiğim bir eş bulmam bunun bir açıklaması olabilir sanırım. Ama eşim Sheen'den de öte bir şey. o bir nimet. ama bu bir başka günün konusu. boşverin.

MÜthiş müzikleri vardı filmin bir de...

her an ölebiliriz geriliminden sıyrılmak için askerlerin hep beraber kafayı çektikleri bir gece vardır filmde mesela. Çakır keyif halleri ile o dönemlerin popüler bir şarkısına eşlik ederler.

"So take a good look at my face
You see my smile looks out of place
As you get closer it's easy to trace
The tracks of my tears"

Gülen yüzlerine yakından bakınca gözyaşlarının izleri görebileceği(mizi) söylerler.

O kadar gençtim ki o sahnede içtiklerinin uyuşturucu olduğunu anlamamışım. Sadece film cok etkileyiciydi onu anlayabiliyordum.

Sonra bir başka yerde , bir başka şarkı vardı.
Jefferson Airplane söylüyor (şu an bu yazıyı yazarken ben yaklaşık 6. keredir )söyletiyorum onlara.

Bu şarkı da sonradan ögrendim ki uyuşturucu kültürüne bir gönderme yapıyor, hem de Alis Harikalar diyarı üzerinden. Beyin donduran - düşünceleri kilitleyen bu maddeye tüm ruhumla karşıyım.

Madde bagımlılıgından bağımsız bir 68 dönemi ve bir zaman tüneliniz varsa beni nereye ışınlayacağınızı biliyorsunuz.

Şimdilik benim için sadece bu enfes parçayı bir kaç kere dinleyebilirsiniz. Şarkının yükselişi beni öldürüyor.

Ben zaten şarkının sonuna inanıyorum
ne diyor Grace?

Remember what the dormouse said:
"FEED your head"
"FEED your head"

*Hatırla Ne demişti fındık faresi?
Kafanı besle
Kafanı besle.....

4.7.07

"Harbi Barbi" curumun kadar yer yakarsın

Çocukların potansiyel müşteri olduğunun ayırdında olan yabancı isimli bir oyuncakçı bulunmakta şehrimizde (ve dahi şehrinizde).

“Ayırdında olmak konusuna açıklık getir,” diyorsunuz.
Getireyim.
Oyuncaklara dokunmak yasak değil, dokunmayı geçiniz, oynamak bile yasak değil onlarla. Hatta oynarken oyuncakların ırzına geçen veletler bile gördüm orada ama görevlilerin gıkı çıkmıyordu.

Bu durumda bana göre havalı bir ağız oynatması ile AUUTLET SENTIR - Outlet Center- kızıma göre ATLET’de geçirilen herhangi bir akşamüstünün olmazsa olmazı elbette bu açık hava alışveriş merkezinin yegane oyuncakçısını ziyaret etmek oluyor.

Vitrin boyunca cama yapıştırılmış gülen zürafalar, okuma yazma bilmeyen bebekleri bile hangi dükkana girmeleri gerektiği konusunda uyarıyorlar. Ve zamanın bir noktasında yavrulamış ve zamanın şu anki noktasında Outlet’de bulunma tercihleri yüzünden sekizde sekiz haksız durumda olan tüm insanlar söz konusu dükkâna doğru akın akın “akıyorlar”.
E elbette bizde.

Tüketim toplumunun gezip eğlenme kavramımızdaki efendim “ören yerlere gidilir, piknik yerlerine gidilir, deniz kıyısına gidilir, çay bahçesinde çay içilir,” türü fikirleri çoktan tüketip yerine olası boş zamanlarda hipermarketlere gidilir, açık hava alış veriş merkezlerine gidilir para harcanıp kredi kart ekstresi zıbarıncaya kadar şişirilir türü düşünceleri yerleştirdiği bir zamanda yaşamak şöyle bir şey:
Cumartesi oluyor, aile içi muhabbet: “Hadi AUUUTLET’e gidelim!”
Gidiyoruz.
Bir nevi haftalık ibadet.
Hani Katoliklerin Pazar ayinleri gibi.

Fakat kızımın da tamamlaması gereken haftalık işleri var. İstikamet belli. Hani girişte iki saat anlattığım, kapısında camında gülen zürafa resimleri asılı yer: Çocukların potansiyel müşteri olduğunun ayırdında olan yabancı isimli oyuncakçı…

Buraya kadar olan kısmı netleştirdik.
Sırada “KUTSAL” Barbie kültü var; AMA önce annelik üzerine küçük bir notum:
.

Harika bir yaz boz tahtasıdır annelik. Kİmse fark etmeden sen itiraf edeceksin ki sana “hani şöyle şöyle yapmam diyordun, ne olduuuuu?” denmesin.

İtiraf ediyorum: Eski yazılarımdan birinde şiddetle karşı çıktığım Barbie kültürünün (ya da kültünün) tam göbeğine düştük kızımla ben. Yuvarlanmakta olduğumuzu bile hissetmeden üstelik. Ama bu bir başka günün konusu, dikkat dağıtmayayım.

Nerde kalmıştık, Zürafalı oyuncakçının kapısında.

İçeri giriyoruz. Mevsimine göre ihtiyaçlar (yazsa şişirme havuzlar- çocuk şezlongları gibi) kaçması mümkün olamayacak şekilde tam girişte beklemedeler. Ardından yabani dünyanın cinsine (!) hitap eden üçgen-dövüşken ve eli silah tutan (bana göre iğrenç) oyuncaklar. Yetmedi, dinazorlar, bakmak bile istemeyeceğim gerçeği andıran yılanlar, örümcekler- lafın kısası erkek çocuk oyuncakları.
Sonra Barbie dünyası.
Tanrım pembenin bu kadar güzel tonlarını en son nerde görmüştüm, hatırlamıyorum bile. Barbie veteriner, Barbie gelin, Barbie dans ederken, olmadı Barbie pointe kalkmış bale yaparken, Barbie modacı, Barbie sırtında Kelebek kanatları –bu bir film kaynaklı, peri bu peri- Allahım BArbie melek gibi, Barbie aklınıza gelebilecek her iyiliğin, her güzelliğin takipçisi ve hatta icracısı. Sen neymissin be BArbie, ağzım açık kaldı türünde hem de….

Şansımız varsa – ya da BArbie’nin etkisi damarlarımıza daha tam zerk olmamışken- Küçük bebek reyonuna doğru koşturan evlat peşinde, sol kolda kalan Barbie’nin inanılmaz dünyasını es geçiyoruz.
Bana sorarsanız bebek bölümü göreceli olarak daha eğlenceli zaten. Çünkü orada ne icra ediliyorsa çocuk tarafından icra ediliyor. Müzik aletleri var mesela, mini orglar, gitarlar, perküsyon setleri falan. Çocuk alıyor eline aleti, başlıyor tımbırdatmaya, ama iyi ama kötü çocuk yapıyor ne yapıyorsa.
Barbie’de ise durum farklı. Ne yapıyorsa Barbie yapıyor (buna kızımın Barbie’nin filmlerinde aşık olduğu eskinin Ken’i, şimdinin adı her Barbie filminde değişik, ama tipi aynı olan jön çocuğunu kapmak da dahil), çocuğunuza da sarışın çöp kadın Barbie’ye baka kalmak kalıyor.

Eskiden Barbie reyonuna sıra gelmeden, “tamam artık gidiyoruz, bak kızarmış patates de yiyecez, türü hileler işe yarıyordu. Artık yaramıyor da.

Üstelik Barbielerden tek uzak tutulması gerekenin kızım olmadığını anlamak da çok acı. Yok canıııııım, eşim değil Barbie’lere yan bakan :) benim ben…

Söz konusu pembeli morlu- ötrişli tütülü reyonda kendimi şöyle bir yukarıdan seyrettim geçen gün. Baktım ki Barbie almak ve hatta OLMAK istiyorum…Aman Allahım o ne erişilmez güzellik, o ne letafet. O ne sıfır beden körükleyicisi öyle, o ne anatomik olarak ayakta durması imkansız vücut (bunu ben söylemiyorum- otoriteler söylüyor). Elbette sağlığımı kaybetmek istemem, Allah korusun. Ama henüz evlenmeden önceki günlerimi, eşimin iki eli ile belimi tamı tamına kavradığı günleri düşünüyorum da “Ah be diyorum, sadece saçlarımın rengi farklıydı şu melundan…” (lütfen biraz abartmama izin verin. Tüm yaşlanmış kadınların hakkı değil midir “beni gençken görecektin, ah ben ne güzel kadındım,” abarmasını yapmak…)


Sonra
raflarda boy gösteren, her biri birbirinden güzel onlarca çeşit Barbie arasından bir tanesi gözüme tanıdık geliyor. Bu çok değil 1-2 ay evel eller üzerinde taşıyarak evimize götürdüğümüz balerin Barbie.
Fakat söz konusu modelin rafta duran kopyası ile evde bir yerlere savrulmuş müsveddesi arasında kocaman bir fark var. E dedik ya o “müsvedde” olmuş artık.

Eve götürdüğümüz Barbie, artık doğal olarak bir eve sahip, ya da bir diğer deyişle “EVLİ”.
Gözümün önüne geliyor da, başının iki yanında iki koca bukle halinde hoş bir şekilde sarkması gereken saçlarının modelinden, üzerindeki pırıltılı elbiseden eser yok şimdi “ev”li Barbie’de.

Tabiî ki o bir yaşayan organizma olmadığı için gerçek hayatla arasına aşılması olanak dışı bir çizgi koyuyor. “Evlenme” durumları bizim evdeki savruk Barbie’yi şişmanlatamamış.

Söz konusu Barbie aklımdaki çağrışımlar zincirinin bir başka halkasını daha çekiştiriyor.
Henüz “alamayız kızım, paramız yetmez, çok pahallı o,” demeyi akıl etmediğimiz günlerde oyuncakçıya her gidişimiz, kasa önünde elde ucuzundan bir Barbie bekleme ile noktalanırdı. Tabi pahallısını değil de ucuzunu evlada beğendirmenin de ayrı bir hinlik ve ustalık gerektirdiğini söylemek gerek.

Ucuzundan dediğim türler hangileri mi? Onlar dünya denen mavi bilyenin üzerinde deneyimlediğimiz zaman dilimine en yakın zamanda keşfedilen kıtada, yani Amerika’da kendilerine vücut bulup da ruh bulamayan Barbie’lerden değiller. Onlar çekik gözlü insanların kurduğu plastik enjeksiyon makinalarından dünyaya pırtlatılmış ruhsuz güzeller.
Uzun lafın kısası Çinli onlar.

Fakat işte Barbie’nin harbisi sürüm denen olayı keşfetmiş olmalı ki zaman zaman bizim gibi orta halli kız ana babalarına hitap edecek Barbieler üretiyor. Hani balerin Barbiemiz var ya, işte o da o çeşitten bir “harbi Barbie”.

Sonuçta plastikten bir bebek diyip geçmeyin, yolu yarılamış koca insanlara bile 5liklerin, hatta 2,5 lukların dünyasında bile marka diye bir kavram olduğunu öğretecek güce sahipler.

Komşu kızı ile beraber karşıma geçmiş bana diyor ki kızım “bu gerçek Barbie,”
Harbi barbie yani…

Çok meşhur bir fast foodcuda oturmuş 5 dakika sonra biz size getiririz dedikleri özel pişirim tavuklu burgerimi beklerken sağıma soluma bakınıyorum.

Barbie sıfır bedeni körüklüyor, sonra gelsin anoreksiya nevrozalar, gelsin bulumialar mı demiştim bir zamanlar. Unutun gitsin.
Kalça genişliği doğum yapıp 35’i aşmış bir kadın olan beni bile ikiye katlayacak genç kızlarla dolu şu anda çevrem.
“Sahte” ya da “harbi” barbie, ateş olsa ne yazar, curumu kadar yer yakar. Ve hatta hayatın abur cuburdan öte bir şeyler olabileceğini de öğretir kızlara… Ah bir de “evlenince” ununu eleyip eleğini asmasa…



22.6.07

...elde çapa beyin kıvrımlarında süt


İnsan vücudunun kaçta kaçını su oluşturuyordu hatırlayamıyorum ama beynimin boş yerlerinin süt ile dolu olduğuna eminim artık ben.

Çok değil (!) tam 2,5 yıl boyunca daha sık yazı yazabilmek adına her öğleden sonra beynimin boşluklarını işgal edip düşünmeme engel olan sütü törensel bir şekilde boşaltmış bir kadınım.
BU törene kimileri bebeği en hızlı yolla uyutmak, kimileri ise (kısaca) emzirmek demektedir.

Rutinimiz şöyledir (şöyleydi) kızım emer, o emdikçe önce beden üzerindeki iki topda konuşlanmış olan süt bezleri boşalır, ardından (muhtemelen) beynimde sıkışma yaratan sanal sütler devreye girer, beynimde boşluklar oluşmaya başlar ve o boşluklarda “olur- olmaz” ama illa “yazılası” düşünce formları resm-i geçit yaparlar. Bana kalan ise dibimde yatan devamım, minik insan uykuya teslim olur olmaz soluğu klavye başında almak olur.

Karışık bir dönemden geçmekteyim.

Birden çok değişimin etkisi altında olmamı gezegenlerin gökyüzündeki konumuna bağlamış bir halde akşamları yıldızlara hayret içinde baktığım günler bugünler.

Önümde uzanan iki sıra ev arasındaki geniş boşlukta uzun süre asılı duran muhteşem hilale* ve kimi zaman onun önünde, kimi zaman arkasında yakaladığım parlak yıldıza gözlerimi dikip düşünüyorum:
“Bu konum iyi arkadaşlar, Böyle devam edin.”

Yıldızların değişken asimetrisi elime bahçe dergileri tutuşturdu, beni semt pazarlarında ucuz ortanca saksıları arayışına düşürdü belki ama kalemimi alıp çöpe attı sanki.


Fakat biri gider biri gelir diye bir kuralı var evrenin. Şimdi elimde çapa var.

Ve

Ve beynimin kıvrımlarında süt.
NOt:Hilal yerini yarım aya bıraktı artık aslında.

6.6.07

"Ben"den bir tane daha, ah buna üzülmeli mi sevinmeli mi?

Çok daha gençken “dünyanın halleri” daha dayanılmazdı. Oysa aksi olmalıydı. Gençsin ve kavak yelleri öyle mutedil değil, şiddetle esmekte. Bu durumda kafada kendine ve geleceğe dair odaklanılması gereken konular bile sabit duramıyor, kaptırıp kuyruklarını o anlaşılması zor rüzgâra, uçup gidiyor.

Ama öyle değildi işte. Hayat çok ağırdı benim için.
Kaldıramazdım gerçekleri. Üstelik 4-5 yaşlarında ölüm üzerine dedemden aldığım cevap da artık doyuruculuğunu yitirmişti. Neden ölüyoruz, demiştim su yeşili gözlerin güleç sahibine, demişti ki bizler ölmezsek yeni doğanlara yer kalmaz. E peki demiştim, ölünce nereye gideriz, demişti cennete. Nasıl bir yerdir cennet? Her istediğin olur demişti. O günlerde tüm istediğimin “gel parmağıma kon,” deyince uçup gelip konan bir kuş olması ne ilginç .
“Evet gelip konar,” demişti.
“Öleyim o zaman,” demiştim. Olmaz demişti, “Önünde uzun yıllar var.”.


Sonra, hayatımın 18. yılını sürerken bir genç
aniden
ölüverdi.

Hepi- topu okul kapısında bir iki kere gördüğüm bir yüz. Bir arkadaşın ablasının sevgilisi…
Dedemin dedikleri aklımdan uçup gitti. Hayat omuzlarımda ağırlaştı.
Hayat beni gerçeklere karşı buraya kadar koruyabilmişti. Hayatın pili bitti.

Siddartha gibiydi işte.

Hani Hesse’nin edebi dille anlattığı…


Bir yaşa kadar hayatın tüm gerçeklerinden ailesi tarafından titizlikle korunmuş prens Siddharta.
Bir gün nasıl olduysa sokaklara çıkmış, gerçeğin çırılçıplak ve tüm çirkinliği ile yatıp yayıldığı sokaklara. Cenazeler görmüş, yaşlanıp elden ayaktan kesilmiş insanlar görmüş ve ondan sonra hayat rüyası sona ermiş onun için. Kafası bulanmış elbet. Gerçekten öte gerçek peşine düşüp nirvanaya erinceye kadar huzursuzluk sularında dolanmış.

Sonra.
O bir iki kere gördüğüm yüz güneşe sırtını dönüp toprağa kavuşunca hayat ile bozuştum… Neşemi kaybettim.
Haberleri derin bir acıyla seyretmeye, gazeteleri ise boğazımda bir yumrukla okumaya başladım.
Berbattı gerçekler.

Ölmek ne kolaydı. Daha da kötüsü “öldürmek” vardı haberlerde… Ölmekten bu kadar çok korkan insanoğlu nasıl olurdu da birbirini öldürürdü…
Hani hayat bir kereydi.
Neydi bu sefillik. Hadi ölümü geçtik, insanlar adam gibi bile yaşayamıyorlardı.

Bir de çocuklar vardı.
Hayatın En çok katlanamadığım kısmı, anasız babasız, hepsinin de saçı “besleme” modeli kesilmiş çocuklar.

Canım sıkılıyor. Gerisini anlatmamalı.

Lafın kısası, hayat çok ağırdı.

Sonra biraz büyüdüm galiba. Hayatın rasgele fırlattığı oklardan kaçabilmeyi öğrendim yavaş yavaş. Haber seyretmez, gazete satın alma denebilecek bir haldeyim son yıllarda. Ne yazık ki tam olara sıfırlayamadığım bir alışkanlık söz konusu her ikisi için de.
Eşim ustalıklı bir kumanda kullanıcısı sayemde. Bakıyor haber kötüye gidiyor. Bir çocuk eziyet görmüş, haber onu anlatmak üzere, ya da ekranda bir şehit cenazesi – tık diyor başka bir kanala geçiyor. BU seni seviyorum demek aslında. Hani Siddharta’nın ailesinin ona yaptığı şey.

Ama bana o kadar görüntü bile yetiyor. Boğazıma yumruk oturuyor. Çoğu zaman da çaktırmadan ağlıyorum. Nefret ediyorum- nefret. Başka bir şey yapamıyorum.

İşte hayat bazıları için böyle zordur. Ben bu aşırı duyarlılıkta nadide olduğumu sanıyordum. Ne tuhaftır ki bana gülmeketen gözlerimden yaşlar getiren bir yazısı ile tanıdım ben benim gibi birini. Biri dediğime bakmayın, Aslı onun adı. Çok sevgili Aslı hatta.

Sevgilisi iken kocası, bir buluşmaya yolunda başına gelen talihsizlikleri anlatıyordu Aslıcım.
Çok tatlıydı anlatımı, beni sardı, hayatının içine aldı ondan sonra.

Başladım sanal evine gidip gidip gelmelere…

Uzak durmaya çalıştığım hayatlara bir nevi gözlük oldu bana Aslı. Sanki hayat acımasız parlaklıktaki bir ışık kaynağı, Aslı da benim güneş gözlüğüm.

O’nunla çok benzeşiyoruz. İkimiz de hayatı, ve (benim deyimimle) yaşamı deneyimlemeye gelmiş insanları çok seviyoruz. Ama çok anaç bir sevgiyle. Dayanamıyoruz düşüp kalkmalarına onların. Oturup onlarla beraber ağlıyoruz.

Ama arada bir fark var.
Ben biraz daha katılaştım, ben bir kaçacak yan yol buldum ya da ve bir felsefe geliştirdim kendimce… “ya ben burada olmasaydım,” diyorum artık mesela.
Ya ben tüm bunlara tanık olmasaydım. Bu bir ağrı kesici sevgili Aslı, sana da tavsiye ediyorum.
Aslında tam olarak benim felsefem de sayılmaz bu.
Kuantum Fiziği diye bir nane molla var ya, işte ordan çalıntım şahsen.
Hani Schrödinger miydi neydi, onun kedisi var ya. Onun üzerine bir hikâyeden öçğrendim.
Konu karısık, ya da tam hatırlamıyorum.
Bir kutu içinde bir kedi var. Sen bakınca öldüğü görüyordun. Ama sen bakmayınca ölmemiş oluyor.
NE bileyim işte. Cennette değiliz velhasıl. Bırak Kuşları (gelip parmaklara konsunlar-söz dinleyip) insanlar bile söz dinlemiyor, birbirlerine eziyet ediyor.

Bakma Aslıcım. Bakma..

Ah aslı…
Yalnız olmadığımı bilmek ne güzel.

Ama benden bir tane daha olduğunu bilmek de kötü.

KEske sen bu kadar duyarlı olmasaydın bari.

Cunku sen bakmamayı başaramıyorsun.

Ah aslı,
Bir koli göndermissin bana. İçinde sevgi var.
Elimi neye atsam “hiiiii” dedim.

Olamaz. Bu kadar mı seviyorsun beni…

Tüm bunları yazdıran şey elbetteki bana gönderdiğin nesneler değil,- onların gerisindeki kardeşlik duygusu…

beni tanımayı isteyip beni tanımak için harcanmış zamanların göstergesi hepsi birer birer.
Kendimi çok değerli hissetim ben. İşte bu ne güzel bir hediyedir.

Yaman’nın gülen yüzüne baktım bir de, ve Nehir’e benzettim…. Nehir geldi sonra,
Anne bak Hihi dedi.
Biliyorsun Nehir kendine hala hihi diyor.

Kızım o Yaman dedim, çok yakında gelecek bize…
Şimdi iki “değil mi” li cümlem var sana.

Kardeşim benim, geleceksiniz değil mi?

Bir de kardeş çocukların birbirine benzemesine şaşırmamalı değil mi.




Resim: sisters
Asli: Asliberry.blogspot.com

28.5.07

Başka bir yere bak, örneğin bulutlara...

Kızın kaç yaşında dedi kadın.

2,5 derken katalogun içinde çoktan kaybolmuştum aslında. Sayfalar rengarenkti. Birileri, muhtemelen yaşarken insanlık alfabesinin ünsüz, ölümle beraber ünlü harflerine terfi etmiş ressamlar muhteşem resimler çizmişti. Ama ay be ay, yıl be yıl belli ki.
Ve şimdi, tüm bu emekler sayılı saatler içinde çerçevelenip ellerime teslim edilmek için ama öncelikle seçilmek için elbette, kucağımdaki koca kitapta arz-ı endam etmekteydiler.


Röprodüksiyon.

Modern çağın sanata bir hediyesi, belki de laneti.

Ama öyle ama böyle.

Gözümü Monet’lerden alamıyorum.

“Benim ki de 2,5,” diyor kadın
“Ama sizin ki daha büyük gösteriyor!”

Muhteşem bulutlar var arka planda ve önde MOnet’nin gözüyle iki insan figürü. Gözlerimi bulutlardan alamıyorum.
“Bundan nefret ediyorum,” diyorum kendime “ Ne diye sorarlar ki çocuğun yaşını…”

“Babası uzun, ondan biraz uzun bizimki,” diyorum.

Bu adam nasıl böyle resimler yapmış. Bir de gerçeklerini gör demişti Fransa’ya gidip gelen bir arkadaş.
Gidemeyenler için süper bir icat bu…

Hangi yıl diyor kadın… Sonra da hangi ay, susmaya niyeti yok.

“Bizimki bir ay da büyükmüş,” diyor…

Özür diler gibi “bizimki de zayıf ama,” diyorum.

Bezlerden bahsediyoruz. Onun ki 1 yıl evel kurtulmuş bezden. Benim ki eh işte birkaç gün evel. Havada karşılıklı acıma duyguları uçuşuyor. Ben onun vakitsiz disipline edildiğini düşündüğüm kızına, o da 2,5 yıldır çişle kakayla, havaya atılmış parayla uğraşan bana.

Bulutlardan gözlerimi alamıyorum.
Yeni taşınacağımız evde çok güzel duracak bu tablo.

Birkaç ay daha mı büyük söylemek lazım acaba diyorum kendime. Kafadan hesap yapmaya çalışıyorum. 3 ay, yok yok 4 ay daha büyük desem, kaç yaşında olur, hangi ayda doğmuş olur.

22 milyon diyor kadın. Piramit yeşili çerçeve ve bu ebada…

Ödüyor çıkıyorum.

Derin bir soluk alıyorum.

3 gün içinde elimde kalan sadece basit bir reprodüksiyon ama harika bulutlar olacak.

Bir dahaki sefere gelirken acaba kızı getirmesem mi diyorum.


Ben nazardan çok korkuyorum.

İşte o yüzden gözümü dikip en çok bulutlara bakıyorum. İster röprodüksiyon, ister gerçek, farketmez.. Nasıl olsa en kötü ihtimalle dağılırlar ve tekrar toplaşırlar...

Ben başka hiçbirşeye gözümü böyle uzun uzun dikip de bakmıyorum...

25.5.07

“Bilmeden” Prenses Sendromu

Eski Türk filmlerinde kötü anne imajı yaratmak çok kolaydı.

Sigara dumanları arasından seçilen kabarık saçlı 4-5 sarışın kadın, ve ortalarında bir de konken masası.

Kenarda ilgi bekleyen masum yavrucağı da unutmamak lazım. Hatta o çocuğa “illaki” adını takasım var. Bu “illaki” çocuklar Küçük Ömer, Sezercik ve ilerleyerek görüntü kalitesi düşen yıllarda küçük Emrah bakışı olarak özetlenebilecek bakışlarla bakmakta pek bir maharetliydiler.

Kaşlar burun kökü ile birleştikleri noktada alına doğru yükselti yapmış, dudak hafif titremekte. Ve “İllaki” soruyor :

“Anne, ama babam gelmeyecek mi?”
Ya da
“karnım acıktı benim!”

Bu cümleler aslında hiç de içerdikleri kelimeler silsilesinin işaret ettiği anlamları içermiyor.
Her cümle birbirinden faklı olsa da hep aynı anlama geliyor: “Anne benimle ilgilen !”

Konken kağıtlarını tutan el, ya da kırmızı ojelerin sabırla sürüldüğü parmakların sahibi ya “nerden de çıktı bu velet şimdi. Ne güzel dalıp gitmiştik kağıtlara,” bakışıyla,
ya da
“doğurduysak doğurduk- e ne olmuş yani, göbek bağımızı doğumda kesmemişler miydi?” kaş kaldırışıyla,
ya da
“ne yapayım her senaryoda bir vamp ve adi kadın vardır, bu fimde de bu görev bana düştü, kahretsin ki Filiz Akın gibi bir masum suratım yok!”
göz süzüşüyle İllaki’ye dönerdi- nihayet.

Konuşmaktan çok tıslamak olarak tanımlanabilecek bir eylemle

“Ocakta yemek var, git ye,”

Ya da

“Baban olacak o herif evin yolunu unutalı çok oldu,” türü verilmemesi verilmesine yeğ cevaplar verirdi…

Bizler çok üzülürdük.

Zannettik ki konken kötü bir şeydir. Konken oynayan anneler çocuklarını ihmal eder..

Yok tabi öyle bir şey. En azından yukarıdaki önermenin parçalarından biri değişmez değil.

Parçalar ve çözümlemeleri:
İlgi hırsızı: Konken
İlgi vermesi gereken:Anneler
İlgi bekleyen: Çocuklar

Aslında yukarıdaki parçalardan hiçbiri sabit değil.
Gelin önermeyi baştan ele alalım.

İlgi hırsızı: Bilgisayar
İlgi vermesi gereken Anne (veya baba)
İlgi bekleyen: Çocuk

İlgi hırsızı: Bilgisayar
İlgi vermesi gereken :Koca
İlgi bekleyen: Karı (bu son iki parça yer değiştirebilir)

--
Ben iyi bir anne miyim?
Bilmiyorum.

Tüm bunlar, yazının başından beri anlattıklarım ama, az önce elimi kafama attığımda bir film şeridi hızıyla gözlerimin önünden geçti. Çünkü elime çarpan bir taçtı. Her şeyden öte bir çocuk tacı, daha da kötüsü süslü bir prenses tacı…

Aman allahım korkunç.
Teybi hızla başa sardım.
Acaba Nehir’in deyimiyle “annnnnaannnnnnuuuuuuu”dan gelen içi çikolatalar sakızlar ve şekerlemeler dolu kargoyu getiren adama kapıyı açtığımda kafamda ne vardı?

Eğer kafamda prenses tacı vardıysa bunun avuntusu kafamdaki tacın boynuz ve kulak takılı taç olmamış olması olabilir miydi?

Gibi gibi gibi.

Önümdeki masa bir bilgisayar masası, konken değil. Ellerimde kırmızı ojeler yok. Çünkü bilen bilir kırmızı ojeler sudan nefret eder. VE hatta kırmızı ojeler bir nevi statü sembolü gibidir. Ve yine bilen bilir ki bir 2,5’luğun annesi parmaklarını tuşlara basmadığı zamanlarda mutlaka ama mutlaka suya basar. Hele ki evlat tuvalet eğitimini yeni alıyorsa…
Ayrıca kabartılmış saçlı sarışınlarla da çevrili değilim. VE şükürler olsun ki son senelerde ağzımdan çıkardığım tek “duman” olsa olsa soğuk havalarda kedi – köpek, çocuk bebek herkesin ağzından çıkan türde bir dumandır (su buharı diyelim).

Fakat yine de hayatımda bir “İllaki” var ki (hayatım boyunca illakim olsun) ben klavyenin tuşları ile yakın temasa geçtiğimde gelip gelip ellerime bir şeyler tutuşturuyor.
Bazen kucağımda oyuncak bebekler buluyorum, bazen kafamda prenses tacı. Bir kısmını aldığımı ya da taktığımı az çok hatırlıyorum. Bir kısmını ise itiraf etmeli ki pek değil.

VE her ne kadar yaptığım iş bir şeyler üretmek maksatlı olsa da kendimi konken masasındaki vamplar gibi hissediyorum. Elimdeki taç dile geliyor ve bilin bakalım bana ne diyor?

“Anne benimle ilgilen !”

4.5.07

"Paralel oyuna" taraf olmanın yaşı başı yoktuuuuuur.. Bu biiiir...

Öğleden sonra uykusu akşam üzerine sarkmış kızım apartman boşluğundan gelen arkadaşının sesi ile yerinden fırlıyor. “ ah – huh –ah Anne Güneşşşş!” diyor sersem sepelek.

Her akşam üzerinin senaryosu neredeyse hep aynı: Anaokulu çıkışı yorgun argın 3. kattaki evlerine doğru merdivenleri çıkan Güneş 2. kata geldiğinde açılan kapıdan neredeyse vakulanmışçasına içeri uçuyor. Bu kuvvetli vakumlamayı yapan kendisinden 2,5 yaş kadar küçük, uykudan “zönk” diye fırlamışlığın verdiği “geçici hasar”dan dolayı şiş gözlü bir kız, benim kızım.

“Bu çocuklar olmasa bu kadar görüşemezdik,” türü karşılıklı tuhaf bir itirafın tarafları olan biz annelere düşen görev ise ya onlara eşlik edip bir araya gelmek, ya da her iki çocuğu da annelerden birine teslim edip diğerini “azat” etmek.

Tüm gün beklenen şeymişcesine büyük bir istekle bir araya gelen çocukların ise rutini hep aynı: Oyuncak odasına koşmak.

Birkaç dakika burada zaman geçiren iki küçük kız mutlaka ama mutlaka ellerinde “bebekler arasından seçilmiş birer bebekle” salona zuhur ediyorlar.

Sonra yine ortalıktan yok oluyorlar. Bu kez rota başka; yatak odası.

Bir pembe biri mavi ama birbirinin aynı modelde iki ayrı küçük battaniye her birinin elinde tekrar sahnedeler.
Görevleri belli, üstelik de çok önemli. Bunu yüzlerindeki ciddi ifadeden anlayabilirsiniz. Her ikisi için de şu an hayatta en örnek alınası ve kayda değer insan anneleri belli ki…

Bu fikir çok değil 8-10 sene içinde değişecek, hatta buharlaşıp uçacak, zihinlerinde kalan tortu hayranlık değil muhtemelen küçümseme kokacak ama olsun bunun da bir tesellisi var. Eğer yaşar da görürsek, ergenlik başlangıcının üzerine konacak bir 10 -15 yıl sonrasında küçümseme tortusu "yaşam" denen "deneyimler silsilesi bezi" ile silinip tertemiz olacak. Hele bir de evlenir üzerine de çoluk çocuğa karışırlarsa tortunun yerinde “anlama” çiçekleri açacak. Anneyi anlama ve hürmet etme çiçekleri… Boy boy renk renk- meneviş meneviş hem de….

Fakat yine de tüm bu çiçekler nazlarının en çok geçtiğine emin oldukları insanla zaman zaman çatır çatır kavgalaşmalarına engel olamayacak. Neticede “aman be anne,” diyecekler, gözlerini pörtletecekler, brezilya dizilerindeki insanlar gibi hararetli hararetli ellerini kollarını sallayacaklar üzerimize üzerimize.

Fakat benim anlatacaklarım bunlar değil. Biraz geriye dönelim.

Önce bebekler seçiliyor oyuncak kutusundan,
sonra battaniyeler seçiliyor yatak odasından.
Büyük bir özenle sarıp sarmalıyorlar bebeklerini kendileri bebeklikten yeni çıkmış küçük kızlar…
Bu oyun bir yenilik onlar için, bir nevi büyüdüklerinin göstergesi. Çünkü artık aynı evcilik oyunun iki ayrı parçası durumundalar. Çok değil 3-5 ay önce durum daha farklıydı. Bir araya gelmek için çıldırır, bir araya geldiler mi de ayrı telden çalarlardı. Biri bir köşede bir bir köşede, birbirlerinden tamamen bağımsız, sanki odada bir başka çocuk yokmuşçasına – sanki sadece birbirlerine görünmez olmuşçasına oynarlardı…

O bir dönemmiş ve o tarz oyun oynamanın adı bile varmış: Paralel oyun.

Biz onların birbirinin farkında olmadığını düşünsek de meğer ziyadesiyle farkında üstüne üstlük mutluymuşlar da.

Aslında durum ne kadar da tanıdık! Bir evin iki yetişkini evin teknoloji nimetlerini paylaşmış--biri PC başında, diğeri DVD player… Bu bir paralel oyun. Elbette birbirimizin farkında üstelik bundan mutluyuz da….

Yalnız beni endişelendiren bu aşamadan sonraki aşama!
İkimizin elinde birer battaniye birinci ve “ikinci” bebeği sarıp sarmalayacağımız günler yakında mı acaba?

Sizi bilmem ama gelişimin bu aşaması için ben henüz yeterince büyümedim galiba.

2.5.07

Cep delen sümüklüböcek kurtarıcısı...


Yağmurun sokaklara saldığı sümüklüböceklerden altısını kurtardığım bir akşamüzeri.
Bunun için miyadı dolmuş bir kredi kartından faydalandım.
Henüz kazanmadığımız paraları harcama şansı tanımaktan başka yararlıkları da varmış bu kartların meğer.
Aslında daha evel, yani kızım bir buçuk yaşlarındayken bir kez daha denemiştim ben bu kartların hayatın başka yönlerindeki işlevselliğini.
Ancak filmlerden öğrenilen hilelerin yalnızca ve yalnızca kötü niyetlilere yaradığını unutmuşum- kapı açılmadı.
Açmaya çalıştığım kapı bir alış veriş sonrası torbaları içeri almaya çalışan annesini sokakta- kendisini içerde naçar bırakan kızım ile aramda kalan sokak kapısıydı.

Kapı koluna anca yetişen bir “bir nevi” bebek içerde, elindeki kredi kartı ile kapının kilidini (tabiî ki) açamayan çılgına dönmüş kadın dışarıda.
Çok zaman geçmedi, tüm apartman sökün etti. Ama daha öncesinde ben karşı komşunun kapısını çalmış- yüzümde çözümlenemeyecek bir ifade ile ekmek bıçağı istemiştim.. Kadın bir anlam veremedi elbet. Hani sapıkça bir durum. Komşudan bir fincan şeker istenir, bir iki dilim ekmek istenir de pek bıçak istenmez. Azrail gibi kapıya dayanmış bir komşu- gözleri de fır dönüyor ve “bıçak!” diyor “ ekmek bıçağını versene bana!”

Sonraki replik: “Hayrola Binnur?”
Sonraki eylem: Kapı ile doğrama arasına umutsuzca bıçak sokmak.

Bıçak da işe yaramayınca çaresiz anlarda her beşere zühur ettiğini sandığım “deli kuvveti”ne sığınıp kapıya omuz atmaya başlıyorum... Çünkü daha sonraki eylem buymuş- gayri ihtiyari oluyor. Fakat gördüm ki ne kadar çaresiz olsam da, ne kadar delirsem de bendeki kuvvet beş para etmez*

Çevremi saran kadınların yapma etme, kızı da korkutuyorsun türü laflarını hayal meyal duysam da ben kulağımı aklımda ki daha baskın sese vermişim: “Babasının gelmesine yarım saat var … yarım saat boyunca bu velet evde ne yapar. Ya gidip deterjan yerse, ya ağlamaktan katılırsa” falan filan…

Apartmanın diğer erkeklerine göre daha serbest saatlerde evde olan bir adam varmış, neden sonra kadınların bana onu dediklerini duydum. Öyle ya bir erkek delirmeden de kapı kırabilir. (Kadın olmak ne zor iş… Karnında aylarca bebek taşıyacak güce sahipsin de kapı kırmak gibi “elzem” bir işi yapacak kas gücün yok. Bu ne yaman tezat.”

Çaldım tabi kapılarını, çalmam mı?

Pek de samimiyetimiz olmayan kadıncağız kapıyı açar açmaz aynen üst komşu gibi çözemediği bir surat ifadesi ile karşılaştı. Daha da beteri karşısındaki tuhaf bakışlı kadın şöyle diyordu :”Kocan evde mi?”

Tüm bu çabalar hiçbir işe yaramadı. Genelde evde yakalanabilecek adam evde yok, bıçak sadece ekmek kesmeye, kredi kartı da ekmek almaya yarıyor..
Sonra,
Birden,
her şey durdu. Bir tıkırt sesi duyduk.
Yüzünde başarmışlığın açtırdığı güller ile kızım kapıda. Yüzüme açılan kapılardan hiçbirine bu kadar sevindiğimi hatırlamıyorum …
Bir aydır görüşmüyormuşuz gibi kucaklaştık. Kadınlarda sevinç nidaları…. Komşu ne kadar da önemli şeymiş (o anda pek işe yaramasalar da)

İçeri girdiğimde gördüklerim ise duyguları şaha kalkmış bir anne için dramatize edilecek detaylardı. Bir şeyler yapabilme arayışı içindeki miniğim bir o odaya bir bu odaya koşmuş, yere yakın elektrik düğmelerimizden odaların ışıklarını (ki hava karanlık değildi) açıp eşyalar aramış. NEticede kapı koluna uzanabilmek adına kapı önüne bir çıtçıtlı body, bir oyuncak bir de oyuncak mama tabağı yığmış kendince.
Ah ah çaresizlik.
Minnacık bir bebeğe bile çare aratıyor. Ve hatta parmak ucuna kalkıp kapı açmayı öğretiyor.
VElhasıl dostlar, aman ihtiyacınız olmasın - temennim hiç değil-- ama bir gün ihtiyacınız olursa kredi kartları bu anlamda güvenilecek şeyler değil.... Siz en iyisi onları yağmurlu günlere saklayın.


--
*(bu laf seneler evel ağabeymle beraber yazdığmız bir şiiri hatırlattı bana. O günlerdeki hayat görüşümüzü yansıtan aptal bir şiir ama her nedense ezberimden silinmek bilmiyor)
Beş para etmez
Keki bile kesemez
Kardeşini dövemez
Karıncayı ezemez
Beş para etmez


http://disha82.sulekha.com/content/blogs/img/woman_crying_1.jpg

30.4.07

Derine inmek - İnip de Ruhu Beslemek...

Bugünlerde "en bilinenlerden" olmanın "en bilinenlerden’e" verdiği zararı düşünüyorum ara ara...
Don Kişot mesela, en iyi bildiğimiz(i sandığımız) bir romandır. Oysa bilip bileceğimiz çocukluğumuzda okuduğumuz 40-50 sayfa, o da yarısı meşhur çılgın adamın ve eşlikçisi Sanço Panza'nın resimleri ile kaplı bir "kırık kitap"...


"Ölmeden evel yapmak istediğim 100 şey!" diye bir liste yazsam maddelerin çoğu bildiğimi sanıp da bilmediğim kitaplara gidecek eminim…
Madde 1- Don Kişot’u oku
Madde 2- Savaş ve Barış’ı oku
Madde 3- Karamazov Kardeşleri oku
Madde 4 -e biraz da bizden oku- Saatleri Ayarlama Enstitüsünü oku,
Gibi…


Tüm listeyi bu şekilde heder etmek yanlısı değilim elbette.

Madde 1- Bildiğini sandığın ama aslında bilmediğin tüm kitapları oku.

Don Kişot’u mesela. Çünkü onun hakkında çok az şey biliyorsun (ya da hatırlıyorsun) Kitapların dünyasında yaşayan soylu düşünceli bir şövalye eskisi olduğunu ve elbette yel değirmenlerine meydan okuduğunu. A bir de Sanço Panza var, silik- bencil adam.
Ama bu bir özet. Buzdağının görünen tarafı. Kim bilir satır aralarında neler saklı. Oturup okumalı…
--
Büyük mavi bilyenin üzerinde küçük bir noktayım. Burada olduğum zaman dilimi belli. Olsun olsun toplam da 100, kalanda 64 sene…. Tabi en iyi ihtimalle.
Tüketecek çok şey var.
Kültür de tüketilmesi gereken bir nesneyse…
Ya da “sindirilecek- içselleştirilecek” çok şey mi demeli.
Her ne derseniz diyin bazı şeylere zaman gelmiyor ne yazık ki…
--
Ancak.
Bazı sindirilecek, içselleştirilecek, içselleştirdikçe sizi güzelleştirecek şeyler var ki öyle çok fazla zaman talep etmezler sizden.


Müzik mesala… Eşlikçidir, ek zaman talep etmez. Onu içselleştirmek için tamamen ona odaklanman gerekmez. 2 cilt- 1020 sayfaya anca sığan bir Don Kişot gibi “bana bak- sadece bana!” demez.

Şimdi bu satırları okurken, ya da az sonra ütü masasının başına geçtiğinizde size eşlik edebilecek bir şeydir müzik, ki tarife gerek yok.

Ve bir Mozart vardır ki, o benim saplantım, “en bilinenlerden” olmanın acı kaybına uğramasın diye çırpındığım. İşte “detaya inmek isteyenler”e dir bugünün piyano konçertosu…Dinlemek isteyene hediye niyetine, ruh besini niyetine….

NOt: Mozart Piano Concerto No. 23, II. Adagio - Horowitz çalıyor, Scala tiyatrosu orkestrası eşlik ediyor.

27.4.07

3lü bir oyun'a dahil edildim bir süre önce Yelda tarafından.
Bilmeden - ya da dalgınlıktan- oyunun ana kuralını ihlal ettim, 3 gün içinde harekete geçemedim...
"Yaptırım"sız olmasından güç alarak oyunun diğer kurallarını da ihlal etme cürretini gösterdim... Affola..
(En sonda yer alan Nazım'ın şiirinden sonra her hangi bir kelime sokmak istemediğimden araya, resmi aldığım sayfanın linkini buraya sıkıstırıyorum)
Bulunduğum 3 şehir:
İzmir
Muğla-Dalaman
İzmit


Gidip- görüp- gidip görün diyeceğim 3 yer:
Kapadokya
Kaş-Kekova
Rodos- Lindos

Yaşamak isteyeceğim 3 şehir:
Elbette İzmir’de (tekrar) yaşamak isterim. Hep derim, kollarında kendimi rahat hissettiğim bir sevgili gibidir İzmirim... Eşimle hayalimiz hala Türkiye'nin en modern ve en nezih kenti saydığım İzmir'e dönebilmek bir gün. O gün umarım İzmir'i bir sevgili gibi görmemize neden olan etkenler hala orada olurlar. (ki onlar ailelerimiz, dostlarımız, kentin "gavur şehri" diye anılmasına neden olan kalpleri de beyinleri de "aydın" aydınlarımızdır.)- daha evel yaşadığım için İzmir'i 3 sayısına dahil etmiyorum.
--
Var olmanın dayanılmaz hafifliği’nden dolayı Prag.
Mozart’dan dolayı Salzburg
Nedensiz İtalya tutkum ve Rönesans'ın çıkış kenti olmasından dolayı Floransa'da yaşamak isterdim.

Meslek: Bir çok sektöre girip çıkıp aklı en çok gazetecilik günlerinde kalan - şimdinin "yazan bir anne"siyim.

Tekrar doğsaydım yapmak isteyeceğim meslek:
(aynı zaman da yazan bir ) Opera sanatçısı olmak isterdim. Gece Kraliçesi'nin ariasını komik sesler çıkararak değil, "ala" bir şekilde okumak, kızımı Zaide'nin Ruhe Zanft'ını kusursuzca söyleyerek uyutmak isterdim.


Yapamayacağım meslek:
Sanırım kesinlikle maden işçisi olamazdım. Her ne hikmetse klostrofobikim. Kapadokya'da bir otobüs dolusu insan ve rehberler eşliğinde bile yer altı kentlerinin 2. katından aşağıya inemediğime göre maden meselesini toptan unutalım gitsin.

Yaşam felsefeme dair :
"Sen yürüdükçe ayaklarının altında yollar oluşacak!" lafını çok severim. Ben mi bu lafı felsefemin ana fikri ettim, yoksa o laf mı kendini hayatıma entegre etti bilemiyorum. Ancak yürüyorum ve yollar oluşuyor (şükürler olsun)…

Kitap:
Çok kitap var- çok da söz (içlerinden ) sevdiğim.
BU maddeyi cevaplamayı kendime "gelecek zamanlara yaydığım bir görev" addediyorum.
Sonra, her zaman - sık sık sadece alıntı içeren postlar yayınlayacağım.

Sevdiğim bir Şiir
Aslında Haiku çok severim. VE rubai... Kısaca bir kaç satırlık vurucu şiirler... Seneler senesi yazdığım onca yazı arasından en sevdiğim yazım haiku üzerinedir mesela... BUradan ona da bir link çakayım yeri gelmişken.
Her neyse.
Lafını bir türlü kısa tutamayan bir insan olarak kısa şiirlere olan tutkumu normal karşılıyorum. Onlar benim yapamadığımı yapıyorlar.
ama ... ama... ama...
BU kez seçtiğim şiir kısa değil ama enfes.
Ah Nazım Hikmet ah... NE kadar da güzel şiir yazarmışsın.
Nazım'a hayran yabancılar onun şiirlerini bir de Türkçe'den okuyup anlasalar yerlere göklere iyiden iyiye koyamaz olurlardı onu diyorum... Ve Kerem gibi'ye geçiyorum.
Kerem Gibi..
Hava kurşun gibi ağır! !
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun kurşun eritmeğe çağırıyorum...
O diyor ki bana:
— Sen kendi sesinle kül olursun ey!
Kerem gibi yana yana...
«Deeeert çok, hemdert yok»
Yüreklerin kulakları sağır...
Hava kurşun gibi ağır...
Ben diyorum ki ona:
— Kül olayım Kerem gibi yana yana.
Ben yanmasam
sen yanmasan
biz yanmasak,
nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa..
Hava toprak gibi gebe.
Hava kurşun gibi ağır.
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun kurşun eritmeğe çağırıyorum..