21.8.07

Sandaletler ve Tayyörler

Dünya üzerindeki 26. yılımın herhangi bir günüydü.
Ogün o güne kadar oturduğum sandalyelerden en ayrıcalıklısına oturdum.

Bu sandalyenin ayrıcalığı bilgisayar manzaralı olmasıydı.
Hayır hayır, uzaktan değil- yakından.

Ama tereddüt dolu dakikalar boyunca bilgisayar benim için sadece seyirlik bir nesneydi. İşlevsellik sonradan geldi.

O günü bir kenara koyalım. Üzerine 11 yıl daha ekleyelim.
Kızım doğalı nerdeyse 3 yıl olmuş olsun, ve kızım artık okula başlasın.
Şans bu ya, okulun her odasında- her sınıfında kameralar olsun, ve okul internetten yayın yapsın.

Olsun..
Oldu…

Halası Antalya’dan, ben buradan takipteyiz bizi en hayatta çok ilgilendiren minik insanı. Yan yana olsak hafifçe dürtüp birbirimizi “bak bak,” diyeceğiz “gördün mü ne yaptı?”
Ama bizler ülkemizin kuzeyi ve güneyi olmak üzere iki ucundayız ve yine de – ve hala- ve pekala da birbirimizi dürtmeyi ihmal etmiyoruz. Mesajlaşarak elbette….

Nehir ise üzerindeki gözlerden bihaber canını yakan çocukları tekmeliyor, ordan oraya – odadan oyun salonuna koşuyor –ve tabi biz de kamera1’den kamera4’e onunla birlikte….

Bir kameradan bir kameraya tıklama hızımın kızımın bir odadan bir odaya koşuş hızına yetişememesi beni şaşırtıyor. Şaşırdığım başka şeyler de var. Mesela diğer kızlar bebekleri ile oynarken benim kızım erkek çocuklarla masada araba sürüyor… Sonra uyku saati denen zaman diliminde uyumayıp ortalıkta dolanabiliyor. Üstelik bu eyleminde yalnız da değil. Başka çocuklar da var uyumama özgürlüğüne sahip. Hem onlar kalkıp uyku odasındaki TV’yi de açıyorlar, yavaştan diğerlerini de uyandırma pahasına.

Soru işaretlerim çok değil aslında. Birkaç tane. Neyse ki kolay ikna edilen bir insanım, “çocukları sıkıp da okuldan soğutmak istemiyorlardır,” dediğinde eşim, konuyu bir süreliğine kafamdaki raflardan birine kaldırabiliyorum.

Fakat evlatlı birkaç arkadaşla başka türlü bir konuda ne düşüneceğimizi bilemez durumdayız.
Bu konu okul öncesi eğitimcilerinin terminolojisinde her nedense hala Arapça bir kelime ile şu şekilde özetleniyor: FAAAAAAALİYET…

Henüz tatil tam olarak bitmediğinden mi, yoksa kızım en miniklerin sınıfında olduğu için mi bilinmez b ir FAAAAAAALİYET eksikliğidir gidiyor.

Çocuklar nadiren masa başındalar, o da kreşin isteği ile deliler gibi şehrin tüm kırtasiyelerinde aranıp da Murphy’nin meşhur kuralı gereği son baktığım yerde bulduğum Alpino marka oyun hamuru ile oynamak için.

Bense bir ruh halinden diğerine savruluyorum. Sanki iki omzumda iki ayrı tipte minik Binnurlar var.
Biri hippi kıyafetleri içinde,
Diğeri ise şık bir tayyör.

Tayyörlü konuşuyor:
--7 çok geççççç.

Sandaletli konuşuyor
--Amaaaaan. Bırak kreşi, ben anaokuluna bile gitmedim.

Tayyörlü konuşuyor:
--Nerde faaaaliyetler, hani göremiyorum, nasıl gelişecek bu çocuğun zihni, efendiiiim küçük kaslar falan nasıl gelişecek?

Sandaletli Konuşuyor
--Nasıl olsa gelişecek. Bizim gelişmedi mi? Hatırla anaokuluna gitmememize rağmen ilkokulda bir sınıf yukarı atlatmayı teklif etmişlerdi…

Tayyörlü konuşuyor:
--Sürekli oyun oynuyorlar bunlar. Böyle şey mi olur?
Sandaletli Konuşuyor
--olur tabi, biraz rahat ol. Bunlar henüz oyun çocuğu zaten.

Tayyörlü konuşuyor:
--Hiç disipline sokmuyorlar bunları. Baksana uyusunlar diye baskı bile yapmıyorlar.
Sandaletli konuşuyor
--Bana kalırsa hayat onun için zaten çok erken başladı. 3 yaşı bitmeden sabahın 7.30larında kalkmayı öğrendi çocuk….

Yine konuşuyor tayyörlü
--Hani, diyor, nerede bu kreşin bilgisayar labrotuarı. Geri kalacak geri (diğerlerinin çocuğundan)…..


Diayaloglar böyle böyle gidiyor…
Zaman zaman tayyörlü sandaletliye baskın çıkıyor. O zamanlar tayyörlünün belden aşağıya vurduğu zamanlar. Örneğin üniversite sınavından bahsettiği, üniversite sınavını kazanmanın değil, en iyi -- en gözde üniversiteyi kazanmanın marifet olduğundan dem vurduğu, sıradan bir okul-ardından sıradan bir iş ve sıradan bir maaş şeklinde sıradanlık üçgeni ile sandaletliyi boğduğu zamanlar işte onlar. Çiçek-miçek- bohem – mohem ama sandaletli de bir anne neticede. İçi almıyor sıradanlığın uçurumunda hayal etmeyi kızını……

Sonra onlar çekiliyorlar.
Birbirine karşıt düşüncelerin az önce karşılıklı kılıç çektiği toz-duman bir savaş alanı aklım.
Neyse ki insan beyninin kilit noktası “çağrışım”.

Özgür bir kuş” gibi daldan dala konan kızıma bakıyorum PC ekranından.

Aklıma dünya üzerindeki 26. yılımdan bir gün geliyor. Parmaklarımı ilk defa klavye üstüne koyduğum bir Gazete bürosu….
O tarihin üzerine birkaç yıl daha koyuyorum.
Bakmışım bilgisayar öğretmeni olmuşum.
Üzerimde tayyör- ayaklarımda da sandalet…

19.8.07

Fikir-Zikir ve Hayat...

Son zamanlarda sık-sık- ara-ara-şimdi veya sonra ama mutlaka hep müzikten bahsetmek istiyorum.....
Bunun çok basit bir nedeni var.

Evin küçük hakimi okula başladı…

Artık evin içindeki baskın ses, gün sonuna doğru sinirlerimin keman teline dönüşmesine neden olduğunu sandığım faktörlerden biri olan çizgifilm kakafonisi değil.

Ve-fakat, ve mutlaka araya bir parantez açmak gerek.

Yekta Kopan bir istisnadır. Ha bir de bir kız çocuğu sahibi olma ayrıcalığı ile serisinin tamamını seyrettiğim Barbie’lerin hepsini seslendiren kadife sesli- ağır aksak ritimli konuşan tüm seslendirmeci bayanlar.

Zaten Yekta Kopan da genelde evimize bu iyi huy sembolü kızın “partneri” olarak konuk oluyor hep.

Ogün şanslıysam kızım elimizdeki 6 Barbie filminden biri ile karşıma dikiliyor ve bunu istiyommm” diyor.

Kendimi en şanssız hissettiğim an ise elinde Arabalar filmini gördüğüm an.
Yanılmıyorsam bu filmde de baş karakteri seslendirme görevi kendini zorlamadan, işte tam da bu yüzden kadife gibi bir sesle işini ircaa eden Yekta Kopan’a ait.
Ancak bu kez sıkıntı filmin neredeyse tüm alt sesini ele geçirmiş olan voawwww voawwwwwww voaaawww motor sesinde.

İşte o gün Arabalar krizi tutmuşsa kızımın, bilgisayar denen mesleki ve hobisel hastalığımdan başımı her kaldırdığımda TV’de sürekli ama sürekli birbiriyle yarışıp voawwwww sesi çıkaran arabalar görüyorum. Allah Alllaaaah diyorum kendime, “bir de bu fimin hayranları var,” Örneğin, benden 6 yaş büyük olup önemli bir firmanın tepelerinde bir yerde oturan kuzenim.

Sesler, diyorum kendime o zaman, sesler her şeyin anahtarı.
Bundan daha doğal ne olabilir, kuzenim hız yapabilen her şeyin sesine hasta bir hız tutkunu…

İnsanlar ilgili oldukları konuları veya nesneleri onlarca uyaran arasından illaki daha önce fark ederlermiş. Mesela hamileyken sokakta milyonlarca hamile kadın görmüş olmama ben “Allah Allah yahu, 2004 üreme yılı demek!”diye yorumlarken, bir psikolog bu durumu sadece ve sadece 2 kelime özetler: “Algıda seçilik!”

Algıda seçicilik teriminin açılıma bir katkım olsun isterim. İnsanlar sadece ilgili oldukları şeylere karşı duyargalarını daha çok açmıyor bence. İşin bir de nefret kısmı var. Motor sesinden nefret eden ve bir avuç egzos gazı kokusuyla başı dönen ben herkeslerden evell ve hatta ve belki kuzenimden bile evel bu tırmalayıcı ses ile mide bulnadırıcı kokuyu farkedebiliyorum.

İşte bu yüzden şu anda yaşadığım yer tam olarak bu anlamda ruhumu okşuyor.

Ruhumu okşayan bir diğer şey ise müzik!
Kızım artık okullu… Alıştırma dönemi olan ilk hafta yarımşar gün gittiği okulda artık tam gün durmakta. Ben ise beyaz ekran denen şeyi tüm gün karakutuluğa mahkum etmiş bir şekilde mesleksel ve hobisel tutkum bilgisayar başındayım artık.

Minik kızım sabahları okula gitmeden önce ki mızmızlanma ezberini hafiften terennüm etmeye başladığında onun deyimi ile utub – genel geçer ismi ile youtube’u açıyorum, Barbielerden Barbie beğen diyorum ona… Seyrede seyrede artık benim de kalbimin alıştığı Barbie filmlerinden birinin çeşitli sahnelerine dalıyoruz birlikte. Servis geliyor, büyü bozuluyor. Ama ikimizden biri için.

Hayatın en normal olaylarından birini, gün başı vedalaşmasını gerçekleştirip kızımı ellere teslim ediyorum.

Her ne kadar size aksini düşündürsem de içimde hafif bir sızı var elbet ….

Sızlayan şey kalbim değil- ruhum….

Hayat onun için çok mu erken başladı sorusu ruhumun karnına vurulmuş bir yumruk gibi orada durmakta.

Hergün ama hergün.

Neyse ki ruhun ilacı nedir biliyorum…

Youtube’un başına geçiyor öncelikle Barbie’li sayfaları göz-gönül bağımdan uzaklaştırıyorum.
Ardından üç-beş güne kadar başlayacağım yeni işimle bitecek olan tamgün müzik keyfine “start” veriyorum….

İşte bu yüzden bugünlerde en çok müzikten bahsetmek istiyorum.
Çünkü ataların da dediği gibi dervişin fikri neyse zikri de odur.

14.8.07

3 dakika 55 saniyelik Ruh tatili

216 yıl önce bir Viyana gecesi.

35 yaşında öldüğü düşünülürse, o gece hangi yaşta olursa olsun mutlaka hala genç Mozart çok heyecanlı, çünkü Sihirli Flüt operası ilk defa sahneleniyor.

Çok güzel bir gece olmalı.

GEce güzel olmasa bile eser güzel....

Eser genel olarak güzel değil diyen varsa en azından Prens Tamino'nun ariası güzel...

Hele bir de Piotr Beczala söylüyorsa..

12.8.07

Bir aria- bir mola, bir dinginlik zamanı...



Dünyaya sizinle eş zamanlarda gelmiş - hayat çemberinize girmiş insanlar vardır, dünyanın tüm pisliğine rağmen size iyi ki buradayım dedirten.

Bir de sizinle aynı zamanda dünyaya değememiş insanlar vardır, ki onlar bir şeyler üreterek kendilerini bitimsiz kılmışlardır, ve ürettikleridir sizi onlardan haberdar eden ve yine ürettikleridir size iyiki buradayım- iyi ki dünyaya gelmişim dedirten....

İşte bu aria gibi, İşte Mozart gibi.

NOt:Mozart'ın saraydan Kız Kaçırma Opera'sından bir başeser....
Zaide- Ruhe Sanft

Fakat, fakat daha sakin bir şekilde icra edildiği versiyonları çok daha çarpıcı...
Şimdilik youtube'da ulaşılamasalar da başka başka yerlerde isteyen bulabilir..