17.10.10

Proust ile Sabah Kahvesi...



İyi bir okur olmak seçkin yazarlardan bihaber olmamak anlamına mı gelir? Evet belki de...

Ancak haberdar olmak kavramı kendi içinde farklı derinliklere sahiptir. Düzeltiyorum.
Bu kavram biri derin biri yüzeysel olmak üzere iki dal olarak ayrılır.
Sadece "haberdar" olmak,
ve
"bilmek"..

Bilmek eylemi, söz konusu olan bir yabancı dil değilse eğer, derin bir şeydir.

Bir insan bir yabancı dili bilebilir, o dilde az çok cümle kurabilir ama yine de akıcı konuşamayabilir.

İşte bu yüzden ben (ben demek yeni çağcıların empozelerinden sonra ne kadar da zor bir şey haline geldi. Ben "ego" kavramını çağrıştırdığı için telaffuzu zor bir kelimeye dönüştü nicedir.) Oysa "ben" olmasa dünya nedir? İnsan dünyayı ancak "ben"ini referans alarak anlamlandırabilir. Ben pergelin iğnesi gibidir. Onu dünyaya sapladığın nokta sensindir, ve pergelin kalem takılı ucu ne genişlikte bir daire çiziyorsa dünya(n) da odur.

Ama bu durumda "ben" demek zorundayım. Çünkü bilmek eylemi "ben"de iki farklı anlama sahiptir. (sizi ise bilemem).

Söz konusu olan dil ise, benim için İtalyanca bildiğim bir dildir, ama İngilizce konuşabildiğim.

Dilde "bilmek" az olandır.

Fakat edebiyat hayatın kavramları alt üst eden bir başka yüzüdür.
İşte orada bilmek "çok olandır".
haberdar olmak ise "az olan".

İşte şu lanet zamir "ben", nicedir edebiyat evreninde haberdar olduklarımın çokluğu ve gerçek anlamda bildiklerimin azlığı ile kendine nice azaplar çektirmektedir.

Proust bu azapları tetikleyenlerden sadece biridir.

Proust'u daha çok bilmek için bir kitap fuarı bir fırsat olarak değerlendirilir. Önce onu yayınlama cürreti gösteren yayınevini tespit edersin. Sonra Koca fuar alanında yayınevini bulursun. Sonra ne kadar da "haberdar" bir şekilde görevliye şöyle dersin " Ben, Kayıp Zamanın İzinde'yi almak istiyorum. "
Adam der ki "hangisi?"
Sen dersin "nasıl hangisi?"
Adam önüne bir dizi kitap çıkarır.
"İşte bunların tümü Kayıp Zamanın İzinde," der.
Sen şaşakalırsın.
Sorarsın.
Hangisi birincisi?
O da bilmez.
Çünkü o da sadece haberdardır. Senden biraz daha fazla haberdar, o kadar.

Yayınevlerinde rasgele adamlar çalışmamalı dersin.
Ben rasgele bir okuyucu olabilirim. Benim buna hakkım var. Çünkü ben amatörüm. Ya onlar?

Sonra tek tek kitapları eline alırsın. İçindeki tarihlere bakarsın. Acaba ilk hangisi yayınlanmıs?
Yanılgı...
Çünkü çeviri sırasında bir rasgelelelik olduğunu sezersin.
Ve içinin ısındığı bir başlıkta kitabı almaya karar verirsin.
Çünkü anlarsın ki anlatılan bir hayattır.
Başı, sonu,sırası, dizesi, sizesi, bizesi olmayan.

İşte Proust böyle bir adamdır.
Sabah kahvelerine adanmış o kutsal anı, yaşayan - kanlı canlı bir komşu ile geçirmektense, çoktan yokluğa teslim olmuş bir adamın lakırdıklarına yeğlemeni sağlayan bi adam!

Proust size evrim geçirtir. Proust edebi yolculuğunuza haberdar olmak düzeyinden bilmek düzeyine terfi etmek için elinize aldığınız bir yazardır.
Ancak siz onu okurken tüm edebi birikim kaygılarınızı bir kenara atarsınız.
Proust'u okumadığınız zaman bir arkadaşınızı özlediğinizi farkedersiniz bir süre sonra.
İşte bu an bilme arzusunun hiç de masum olmayan yüzüne sırtınızı döndüğünüz, içinizden geldiği gibi, istediğiniz için okuduğunuz, çıkarsız ve beklentisiz bir okuma şeklidir.
En temiz ve masum olan şekli okumanın.

Ve Proust'un dediği gibi:
"Okuma süreci içinde her okuyucu aslında kendini okur. Yazarın ürettiği yapıt bir optik araç görevi görür yalnızca. Böylece okuyucu, o kitabı okumadan belki de asla farkına varamayacağı şeyler keşfeder kendi içinde. Okuyucunun, okuduğu kitap sayesinde kendi kendinin bilincine varması, kitabın gerçekliğinin bir kanıtıdır."

Tıpkı sohbetlerinde aslında kim olduğunuzu anladığınız bir dost gibi.
İşte bu yüzden Proust okumak bir dost ile sohbet etmek gibidir.

12.10.10

Aşkın Payı....


Geçmişi yüceltmek kolaydır.
Çünkü ondan size hepi topu bir kaç kare, en çok da güzel olanlar kalmıştır çoğunluk.
Güzel malzeme laf yapan ağızların harcı ile birleşir ortaya iyi bir hikaye çıkar. Anlatırır, dinlettirir.
Şerbet gibidir, nabza göre. İçimliktir bir dikişte. Şarap gibidir, bekledikçe güzelleşen . Sevgili gibidir, tadına doyum olmaz, uzaklaştıkça. Ve aşk gibidir alevlenen, dokunamadıkça.
Geçmişi anlatanın günahı olmaz. Anlattığına tanık olanlar olmadıkça civarda, anlatıcının dürüstlüğünden sual olunmaz.
Ağdalandırmak hakkıdır, yeşertmek, çiçeklendirmek çorak topraklarını anlatılanın. VE demek
“ O gün mis gibi bir hava vardı.
Kelebekler coşkuyla çırpmaktaydı kanatlarını.
Leylak kokuları sönük kalırken terinin yanında ,
ben uzanmaktaydım yanında.
Çimler altımızda yeşil bir halı.
Öpüşlerin vücüdumda sürgün veren bahar dalı.
Kanım yürüyordu damarlarıma.
Ve senin en ince kanallarına.
Yeni bir yaşam belirdi ikimizin arasından.
O da, ne senin, ne benim,
Sadece ama sadece aşkın payı!”
...

6.10.10

Kendine ait bir Oda!


Kemikleri toz olup rüzgarla çoktan savrulmuş Heraklietos’un kemikleri ile aynı kaderi paylaşmayan bir sözü vardır:
“Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz!”

Sözel merkezli bir fakültede başınızdaki kavak yelleri dindirilmeye çalışılanlardan biriyseniz eğer, yaşınız 20’ye varmadan ömrünüzce sık sık duyacağınız bir kavramla karşılaşırsınız: “Diyalektik”...

İşte içinden geçen “nehir” kelimesi ile ruhunuzu okşayan söz konusu cümle aslında boyundan büyük anlamlara parmak basar. Bu söz “diyalektik materyalizm” denen bir şeye göbekten bağlı tanımlardan biridir.

Konumuz neyseki “Diyalektik nedir, ne degildir?” değildir.
Ama ille göze ışık tutulup bildiklerini açıkla deniliyorsa
Koskoca hayatın bi zahmet 3 kelimeye özetlenmesi gibi (Rest in Peace) bu kavram da 3 kelime ile özetlenebilir: Tez- Antitez -Sentez.

Ve fakat “hayat yılgınları” bu üç kelimeyi bile çok görürler ölene ve mezar taşlarında sadece ve sadece R.I.P yazar bizden öte memleketlerde.

Bu durumda Diyaletik nedir? Elbette T.A.S.

Ve üniversite yılları başlar. İlk öğrendiğiniz kavram hayatın aslında bir TAS’tan ibaret olduğu olur. Yolun başında boştur elbette elinizdeki tas. Size düşen görev onu doldurmaktır. Ne var ki tas dediğin şey tupperware değil, kapağı yok. Hayat ta devinimden ibaret. Yolda yürürken bi bakarsınız elinizdeki bin bir güçlükle doldurulmuş tas sallanıp sallanıp içindekileri bi o yana (elbette dışarı) bir bu yana boca edip durmakta.

Yani yürüyen sizsiniz, duran da tas. Eh bu durumda fizik kuralları araya girmekten hoşlanır (çünkü onların hamuru ile her şeyi bilen ve adınıza herşeye karar veren insanların hamuru aynı undan yapılmıştır). Ve ve der ki fizik kuralları “dökül ey su!” “dökül ey bilgi”, çünkü ben gördüm ki bildiklerin kira ödemede işine yaramıyor. Faturaları ödemek için gerekli bilgiler içerde kalsın, diğerleri dökülsün!”

Emir kipi her zaman işe yarar.
Gemiyi önce en çok sevdiğiniz fareler terk eder. Onlar şirindir aslında, tüylü tüylü, nokta burunlu, nokta gözlü ve minik. Ama işte gemiyi kullanmayı bilmezler. En iyi bildikleri sizin stoklarınızı tüketmektir. Ki her ne kadar kitaplara verdiğim paraya acımasam da parasal stoklarıma göz diktikleri kesindir. VE kitaplar maddi dünyada benim en sevdiğim “farelerdir”.
Kimi fareler unutulmaz. Her nedense farklıdırlar diğerlerinden. Fakat bu da göreceli bir kavramdır. Size daha şirin ve daha ozel gözüken bir fare bir başka arkadaşınız için “öylesine”dir.

"Durumumuz “Simyacı”nın hikayesine benzedi," dediğiniz arkadaşınız söz konusu kitabı okumuş olmasına rağmen konusunu hatırlayamaz. Siz de şaşırırsınız. Oysaki onun vereceği bir örnek de sizin için hatırlanamazlardan olabilir.
Hayat bu, herşey olabilir.
Fakat durumuna ve zamanına göre bu “her”şeyler olmayabilir de.
Çünkü kalıcılığı belirleyen en önemli faktör “doğru zaman”dır.
Kimbilir Heraklietos da buna bemzer bir şeyler düşündüğü bir gün kurmuştur meşhur cümlesini.
Çünkü nehir akar, çünkü sen değişirsin. Nehir de değişir, sen de! Ve böylece aynı kitabı iki kez okuyamazsın. Elinde sayfalarda vucut bulmuş cümleler değişmemişse bile, sen değişmişsindir.
Ve 20 yıl evvel başka türlü algıladıgın cümleler 20 yıl sonra başka başka anlamlar ifade eder sana.
Ve işte bu yüzden ben Kara Kitap’ı bugünün olgunluğuyla tekrar okumaya karar verdim.
Ve sonra 20’lerime gelmeden alıp ilk iki sayfasından sonra bi kenara koyduğum “Kendine ait bir Oda” kitabını tekrar okumayı istemekteyim.
Ancak ilk adım olarak yazmak için “kendime ait bir oda” seçtim.
Burası sadece benim ve dizginsiz düşüncelerimin.
Sizleri de fiziken değil ama düşüncede beklerim 

4.10.10

Yazmalısın!

Karakterimin sevdiğim yanlarından biri, bana sevinç veren şeyleri paylaşma tutkumdur.

Belki de bu yüzden aylar evvel başlayıp bugün tekrar el attığım öykümün kahramanına PAYLAŞAN soyadını verdim.

Bu öyküde, "yazanlar yazdıklarında kendilerini anlatırlar" klişesinden bana uyan tek şey kahramanımın soyadı. Çünkü bu kez kalıcı olmak adına iyiliği değil kötülüğü seçen bir adamı anlatıyorum ve net bir şekilde diyebilirim ki "Ben o değilim!"

Paylaşmak edimine geri dönelim o halde.

Farklı hayat kulvarlarında sürdürdükleri hummalı koşturmacalarına rağmen tanıdığım tüm insanlar tek bir şeyde birleşiyorlar: kendini ifade etme tutkusu!

Fakat yolları bu noktadan sonra ayrılıyor. Kimi resim çizerek, kimi dans ederek, kimi şarkı söyleyerek, kimi (inanılmaz ama) herkesi ve herşeyi eleştirerek, kimi (bolca) konuşarak kimi de yazarak ifade etmeye çalışıyor şahsını.

İşte bu sonuncuların her zaman ama her zaman bendeki yerleri farklı.

Yazabiliyor olduguna inananlara müdahalem yok, benim paylaşım tutkum endişeler ve yapabilir miyim acabalarla sarmalanmış kalem korkaklarına karşı.

Yazmanın hangi aşamasında oldugum tartışılabilir. Ancak birilerini buna cesaretlendirmek için en tepede olmam gerekmediğini biliyorum. İlkokul öğrencilerinin birbirine ders çalıştırdığını siz hiç görmediniz mi ?

Cesaret sıkıntısı çeken bir arkadaşıma dediğim gibi "Orhan Pamuk, çokça yazarak Orhan Pamuk oldu," ve Murat Gülsoy'un dediği gibi "Yaratıcılık ayrıcalıklı bir insan grubunun tekelinde değildir!"

Ancak insan yarattıkça ayrıcalıklı olmayı garantileyebilir. Yazmak arındırır, yazmak insana ruhen kademe atlatır. Yazının toprakları yazmadıkça adım atamayacağınız kutsal topraklardır.

Son olarak yine Murat Gülsoy'un kısa ama vurucu tabiri ile sanat büyük bir maceradır.

Somut bir şekilde yanımda olmayan, bu yüzden sırtını sıvazlayıp, hadi sen de atıl bu maceraya diyemediğim tüm "aslında yazabilecek olanlara" hayatlarını eşsiz bir maceraya çevirmeleri dileklerimle bu kısa yazımı ithaf ediyorum....