20.12.10

Kabullenmek...


Karnımda geliştiği her anda aşk duygusuna benzer duygular besledim ben kızıma. Gün be gün nasıl geliştiğini takip ediyordum, ne gerek var bilmem ama diyordum ki bugün vücudunda lanugo tüyleri oluşmaya başladı, bilmem kaçıncı haftadayız.
Aslında bu gereklilik ile alakalı bir şey değildi. Aşk bir gereksinim arar mı ki? İnsan hesapsızca bir aşkın içinde bulur kendini. Ondan sonra sevilenin kulak kıvrımını ve tırnaklarının üzerindeki kalsiyum eksikliğini – ya da fazlalığını gösteren beyaz lekeleri bile hayranlıkla seyrederken bulursunuz kendinizi.

Onunla bütünleşir kalbinizde oluşan berrak aşk aynasında kendinizi görmeye çalışırsınız bir nevi.

Aşk işte budur, senden özge bir canda sana ait canı aramak ve belki de bulmak.

Evlada olan aşk ise bu idealin çok daha makul bir halidir. Çünkü evlat yüzde 50 sensindir zaten. Ve yüzde 50 de sevdiğin.

Zaten sevdiğin insan yarı yarıya seni yansıtan insan olduğuna göre, biraz tuhaf bir hesaba göre eşten gelen yüzde 50inin de yüzde 25i yine sensindir.

Böylece yüzde 75 seni anlatana, seni yansılayan bir varlık verirler bir gün kucağına.

Yüzüne bakarsın, önce bir yabancılarsın. Bu ben miyim diye sorarsın çünkü. Çünkü insanın kendisi ile karşılaşması kolay bir tecrübe değildir. Çocuğu doğduğunda sevinç gözyaşlarına boğulduğunu, ona yüzyıllardır annelik ediyormuş hissine kapıldığını anlatanlara inanasın gelmez; “Yalan söylüyorlar,” dersin. Kolay değildir sana yüzde 75 benzeyen, bir diğer deyişle senin bir diğer sen halini ömür boyu sil bastan tekrar büyüteceğini anlamak.

Ödemden şişmiş gözler ve ne kadar da sana benzeyen aç bir kurt gibi hayata karşı açılmış ağzıyla biraz da çirkindir bile. Çirkinsindir yani.

Bir kaç gün geçer. Onu doğurmamış olan tüm diğerleri onun çevresinde fır dönerler, sense karnındaki 8 kat dikişten ziyade ruhunda açık kalmış bir kapıdan esen buz gibi soğuk rüzgarın etkisinde üşümektesindir.

Kitaplara dönersin. Çocuğun hangi ayında hangi gelişimi göstereceğini anlatan kitaplara... Sen teoriler çölüne kafanı gömmüşken, çocuğun altını değiştiren aile üyeleri sana içerlerler. Ve hatta dalga geçerler senle. Çünkü o evde içinde değişim rüzgârları esen tek kişi sensindir.
Bilmezler.
Herkes gittiğinde bir tek sen yeni senin tek mesulü olacaksın bilirsin. Henüz kendi hayatını yeni ortalamışken, yeni senin yeni başlayan hayatını da üstleneceksindir.
VE fakat bir farkla, o sen senin kendinden daha az üzülsün, daha çok başarılı olsun tutkusuyla.
Ah ne yaman bir istektir o!
Loğusa depresyonu dedikleri şey kış güneşi gibidir. Geçer gider. Öyle ya insan kendi devamını nasıl sevmez. Sever, hem de çok, hem de çok ama çok sever.
Yanaklar baldan tatlıdır, gözler dünyanın en güzeli artık. Ve kokusu senin sütün kokar ve sen onun için dünyasındır.
Kimi bilmişler derler ki bu simbiotik bir ilişki.
Yani sen ve o birbirinizin varlığı ile beslenen iki canlısınız. Birbirinizin varlığını anlamlandıransız.
Evet öyledir.
Adı ne haltsa önemsizdir.
Sen onun sayesinde anne, o senin sayende evlattır.

Ve bu dünyanın en güzel simbiyozlarındandır….

Sonra okul başlar.
Birileri seni arar.
Derler ki
Bu çocukta dikkat eksikliği olmasından şüpheleniyoruz.
Omuzlarının titrediğini hissedersin. Üstelik bu deprem telefonu kapadıktan sonra da geçmek bilmez.
Ve araştırırsın.
Ve okursun
Ve görürsün ki
Anlatılan aslında sensindir.
Kendi çocukluğuna acırsın.
Kendini kucağına almak istersin. Ben ne çok mücadele etmişim hayatla dersin.
Ve benim yüzde 75’im olan evladım belki yüzde 25 ile daha kolay geciririr hayatını diye düşünürsün.
Ve sonra
Kabullenirsin…..

13.12.10

Rasgele bir kitap, ve hart hurt cümleler ile yazılmış bir post...


Bu sabah, körfezde nefis bir hava,

Kımıldamadan oturup

BUrada olmayanı düşündüm.



Bu bir haiku'dur.


Haiku nedir bilmeyenler zamanları varsa şu yazımı okuyabilirler..


Ki o benim en sevdiğim "sevgiliye mektup" tarzında bir hikayemdir...


Ve körfezli haiku gözümü kapatıp kütüphanemden rasgele bir kitap çekmem, ve o kitaptan rasgele bir sayfa bulmam ile karşıma gelmiştir.


Kitap iç bir zaman tam olarak okuyamadığım, hep orasından dalıp burasından çıktığım "Bir Aşk Söyleminden Parçalar" adlı Roland Barthes kitabıdır.


Kapagındaki fotoğraf gençlik yıllarımda beni büyüleyen bir fotoğraf sanatçısı Robert Doisneau'ya aittir.



2.11.10

Nerde başlar?

Kokular adlı "tütsülenmiş" mini yazımdan sonra bir dost ses sordu:
"Tüyap'ı neden bu kadar kısa anlattın?"

Orası "Anlat Anne" olduğu için olabilir mi acaba diye cevapladım.

Sanki Anlat Anne kendimden bahsetmemin yasak olduğu bir yermiş gibi, sanki Anlat Anne'yi kurarken aklımdaki tek düşünce gelecekte bir gün kızım beni buradan daha iyi, daha derinden tanısın değilmiş gibi...

çok seneler evvel ben Anlat Anne'yi kurdum

çünkü günlük yaşam hay huyu içinde bizi biz yapan şeyler geri planda kaldığı için,

çünkü "biz okyanusu"nun en derinlerinde yüzen balıklar fark edilme şansı bulamadan hayat geçip gittiği için

çünkü dakikalara bölünerek pare pare satılan gün içinde sürekli bir koşturmaca içinde olduğumuz ve koşturururken kendimiz gibi olamadığımız için

ve çünkü kim olduğumuzu ve şu fanmi dünyada neler yaşadığımızı zamanla kendimizin bile unuttuğu - unutması gereken bir beyin yapısına sahp olduğumuz için

çünkü, çünkü, çünkü

söz uçar yazı kalır sözüne inandığım için.....

Öyleyse not düşmeli.

İkinci kitabım için ikinci kez standın öte tarafında duruyorum Tüyap kitap fuarında.
Önümden migrenimi tetikleyecek hızda ve renkte insan grupları- tekilleri akıyor. Önüm arkam sağım solum çok değerli yazarlarla kaplı. Sıfat kısmını kendim belirleyemem ama yazarlık kısmını artık kendime yakıştırmanın vakti gelmiş gibi. Mütevazilik? Evet o asla hiçbir yere gitmedi. O hep benle ancak insanlar artık kızıyor bana. "Ne zaman ?" diyorlar, ne zaman kendini bir yazar sayacaksın?

Oysa uzun zamandır kendime sordugum bir soru var benim.
"Yazarlık nerde başlar?"

Herşey gibi o da göreceli.

Belkide kendim için bu tanımlamayı kulanmak adına yayınevlerinden öte birilerinin, birşeylerin onayını beklemekteyim.

İstanbul kalabalık,
Tüyap sanki İstanbul'dan da kalabalık.
Gece vakti eve dönüyoruz gözümüzün içine içine işleyen binbir ışık.
Kapıya anaahtarı sokuyorum.
Yanı başımda kapının açılmasını bekleyen minik bir beden.

Soruyor bana
"Anne nasıl yazar olunur?"
"Çok okuyarak ve çok yazarak kızım!"

Büyüyünce ben de senin gibi yazar olmak istiyorum cümlesi narin ses tellerini titreştirip havaya fırlıyor, sonra orada bir ömür boyu silinmeyecek şekilde kala kalıyor.

Düşünüyorum, galiba ben artık bir yazar oldum ....

kokular....

Ellerim balık kokuyor.
Bir annenin ellerinin haftanın belirli günleri kokması gerektiği gibi.

Ne imza günleri, ne kitap fuarları beni durduramaz. Ellerim balık kokmak zorunda. Ve dahi kereviz (ki corbaların içine çaktırılmadan eklenmiş) ve sonra saçlarım, saçlarım da sülfür kokmalı benim; en vitaminlisinden yeşil mi yeşil brokoli, "kirli" beyaz mı beyaz karnabahar kökenli.

Ve haşlanmışından nefret edilen havuçlar küçültülüp sinsice girmeli bir yemeğin içine. Ve elbette bir zamanlar otlaklarda işe yarayan bir inek dili "dil değil kızım o, diyll, diyylll onun adı, baban yanlış söyledi" diye yedirilmeli.

Ve defalarca yıkanan ellerim balık kokusunu def etmemeli, içselleştirmeli. Pamuk gibi bir yanağın kokusu burnuma sinmeli. Annelik dedigin şey kokulardan oluşmuş bir taç olup başıma konmalı....

17.10.10

Proust ile Sabah Kahvesi...



İyi bir okur olmak seçkin yazarlardan bihaber olmamak anlamına mı gelir? Evet belki de...

Ancak haberdar olmak kavramı kendi içinde farklı derinliklere sahiptir. Düzeltiyorum.
Bu kavram biri derin biri yüzeysel olmak üzere iki dal olarak ayrılır.
Sadece "haberdar" olmak,
ve
"bilmek"..

Bilmek eylemi, söz konusu olan bir yabancı dil değilse eğer, derin bir şeydir.

Bir insan bir yabancı dili bilebilir, o dilde az çok cümle kurabilir ama yine de akıcı konuşamayabilir.

İşte bu yüzden ben (ben demek yeni çağcıların empozelerinden sonra ne kadar da zor bir şey haline geldi. Ben "ego" kavramını çağrıştırdığı için telaffuzu zor bir kelimeye dönüştü nicedir.) Oysa "ben" olmasa dünya nedir? İnsan dünyayı ancak "ben"ini referans alarak anlamlandırabilir. Ben pergelin iğnesi gibidir. Onu dünyaya sapladığın nokta sensindir, ve pergelin kalem takılı ucu ne genişlikte bir daire çiziyorsa dünya(n) da odur.

Ama bu durumda "ben" demek zorundayım. Çünkü bilmek eylemi "ben"de iki farklı anlama sahiptir. (sizi ise bilemem).

Söz konusu olan dil ise, benim için İtalyanca bildiğim bir dildir, ama İngilizce konuşabildiğim.

Dilde "bilmek" az olandır.

Fakat edebiyat hayatın kavramları alt üst eden bir başka yüzüdür.
İşte orada bilmek "çok olandır".
haberdar olmak ise "az olan".

İşte şu lanet zamir "ben", nicedir edebiyat evreninde haberdar olduklarımın çokluğu ve gerçek anlamda bildiklerimin azlığı ile kendine nice azaplar çektirmektedir.

Proust bu azapları tetikleyenlerden sadece biridir.

Proust'u daha çok bilmek için bir kitap fuarı bir fırsat olarak değerlendirilir. Önce onu yayınlama cürreti gösteren yayınevini tespit edersin. Sonra Koca fuar alanında yayınevini bulursun. Sonra ne kadar da "haberdar" bir şekilde görevliye şöyle dersin " Ben, Kayıp Zamanın İzinde'yi almak istiyorum. "
Adam der ki "hangisi?"
Sen dersin "nasıl hangisi?"
Adam önüne bir dizi kitap çıkarır.
"İşte bunların tümü Kayıp Zamanın İzinde," der.
Sen şaşakalırsın.
Sorarsın.
Hangisi birincisi?
O da bilmez.
Çünkü o da sadece haberdardır. Senden biraz daha fazla haberdar, o kadar.

Yayınevlerinde rasgele adamlar çalışmamalı dersin.
Ben rasgele bir okuyucu olabilirim. Benim buna hakkım var. Çünkü ben amatörüm. Ya onlar?

Sonra tek tek kitapları eline alırsın. İçindeki tarihlere bakarsın. Acaba ilk hangisi yayınlanmıs?
Yanılgı...
Çünkü çeviri sırasında bir rasgelelelik olduğunu sezersin.
Ve içinin ısındığı bir başlıkta kitabı almaya karar verirsin.
Çünkü anlarsın ki anlatılan bir hayattır.
Başı, sonu,sırası, dizesi, sizesi, bizesi olmayan.

İşte Proust böyle bir adamdır.
Sabah kahvelerine adanmış o kutsal anı, yaşayan - kanlı canlı bir komşu ile geçirmektense, çoktan yokluğa teslim olmuş bir adamın lakırdıklarına yeğlemeni sağlayan bi adam!

Proust size evrim geçirtir. Proust edebi yolculuğunuza haberdar olmak düzeyinden bilmek düzeyine terfi etmek için elinize aldığınız bir yazardır.
Ancak siz onu okurken tüm edebi birikim kaygılarınızı bir kenara atarsınız.
Proust'u okumadığınız zaman bir arkadaşınızı özlediğinizi farkedersiniz bir süre sonra.
İşte bu an bilme arzusunun hiç de masum olmayan yüzüne sırtınızı döndüğünüz, içinizden geldiği gibi, istediğiniz için okuduğunuz, çıkarsız ve beklentisiz bir okuma şeklidir.
En temiz ve masum olan şekli okumanın.

Ve Proust'un dediği gibi:
"Okuma süreci içinde her okuyucu aslında kendini okur. Yazarın ürettiği yapıt bir optik araç görevi görür yalnızca. Böylece okuyucu, o kitabı okumadan belki de asla farkına varamayacağı şeyler keşfeder kendi içinde. Okuyucunun, okuduğu kitap sayesinde kendi kendinin bilincine varması, kitabın gerçekliğinin bir kanıtıdır."

Tıpkı sohbetlerinde aslında kim olduğunuzu anladığınız bir dost gibi.
İşte bu yüzden Proust okumak bir dost ile sohbet etmek gibidir.

12.10.10

Aşkın Payı....


Geçmişi yüceltmek kolaydır.
Çünkü ondan size hepi topu bir kaç kare, en çok da güzel olanlar kalmıştır çoğunluk.
Güzel malzeme laf yapan ağızların harcı ile birleşir ortaya iyi bir hikaye çıkar. Anlatırır, dinlettirir.
Şerbet gibidir, nabza göre. İçimliktir bir dikişte. Şarap gibidir, bekledikçe güzelleşen . Sevgili gibidir, tadına doyum olmaz, uzaklaştıkça. Ve aşk gibidir alevlenen, dokunamadıkça.
Geçmişi anlatanın günahı olmaz. Anlattığına tanık olanlar olmadıkça civarda, anlatıcının dürüstlüğünden sual olunmaz.
Ağdalandırmak hakkıdır, yeşertmek, çiçeklendirmek çorak topraklarını anlatılanın. VE demek
“ O gün mis gibi bir hava vardı.
Kelebekler coşkuyla çırpmaktaydı kanatlarını.
Leylak kokuları sönük kalırken terinin yanında ,
ben uzanmaktaydım yanında.
Çimler altımızda yeşil bir halı.
Öpüşlerin vücüdumda sürgün veren bahar dalı.
Kanım yürüyordu damarlarıma.
Ve senin en ince kanallarına.
Yeni bir yaşam belirdi ikimizin arasından.
O da, ne senin, ne benim,
Sadece ama sadece aşkın payı!”
...

6.10.10

Kendine ait bir Oda!


Kemikleri toz olup rüzgarla çoktan savrulmuş Heraklietos’un kemikleri ile aynı kaderi paylaşmayan bir sözü vardır:
“Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz!”

Sözel merkezli bir fakültede başınızdaki kavak yelleri dindirilmeye çalışılanlardan biriyseniz eğer, yaşınız 20’ye varmadan ömrünüzce sık sık duyacağınız bir kavramla karşılaşırsınız: “Diyalektik”...

İşte içinden geçen “nehir” kelimesi ile ruhunuzu okşayan söz konusu cümle aslında boyundan büyük anlamlara parmak basar. Bu söz “diyalektik materyalizm” denen bir şeye göbekten bağlı tanımlardan biridir.

Konumuz neyseki “Diyalektik nedir, ne degildir?” değildir.
Ama ille göze ışık tutulup bildiklerini açıkla deniliyorsa
Koskoca hayatın bi zahmet 3 kelimeye özetlenmesi gibi (Rest in Peace) bu kavram da 3 kelime ile özetlenebilir: Tez- Antitez -Sentez.

Ve fakat “hayat yılgınları” bu üç kelimeyi bile çok görürler ölene ve mezar taşlarında sadece ve sadece R.I.P yazar bizden öte memleketlerde.

Bu durumda Diyaletik nedir? Elbette T.A.S.

Ve üniversite yılları başlar. İlk öğrendiğiniz kavram hayatın aslında bir TAS’tan ibaret olduğu olur. Yolun başında boştur elbette elinizdeki tas. Size düşen görev onu doldurmaktır. Ne var ki tas dediğin şey tupperware değil, kapağı yok. Hayat ta devinimden ibaret. Yolda yürürken bi bakarsınız elinizdeki bin bir güçlükle doldurulmuş tas sallanıp sallanıp içindekileri bi o yana (elbette dışarı) bir bu yana boca edip durmakta.

Yani yürüyen sizsiniz, duran da tas. Eh bu durumda fizik kuralları araya girmekten hoşlanır (çünkü onların hamuru ile her şeyi bilen ve adınıza herşeye karar veren insanların hamuru aynı undan yapılmıştır). Ve ve der ki fizik kuralları “dökül ey su!” “dökül ey bilgi”, çünkü ben gördüm ki bildiklerin kira ödemede işine yaramıyor. Faturaları ödemek için gerekli bilgiler içerde kalsın, diğerleri dökülsün!”

Emir kipi her zaman işe yarar.
Gemiyi önce en çok sevdiğiniz fareler terk eder. Onlar şirindir aslında, tüylü tüylü, nokta burunlu, nokta gözlü ve minik. Ama işte gemiyi kullanmayı bilmezler. En iyi bildikleri sizin stoklarınızı tüketmektir. Ki her ne kadar kitaplara verdiğim paraya acımasam da parasal stoklarıma göz diktikleri kesindir. VE kitaplar maddi dünyada benim en sevdiğim “farelerdir”.
Kimi fareler unutulmaz. Her nedense farklıdırlar diğerlerinden. Fakat bu da göreceli bir kavramdır. Size daha şirin ve daha ozel gözüken bir fare bir başka arkadaşınız için “öylesine”dir.

"Durumumuz “Simyacı”nın hikayesine benzedi," dediğiniz arkadaşınız söz konusu kitabı okumuş olmasına rağmen konusunu hatırlayamaz. Siz de şaşırırsınız. Oysaki onun vereceği bir örnek de sizin için hatırlanamazlardan olabilir.
Hayat bu, herşey olabilir.
Fakat durumuna ve zamanına göre bu “her”şeyler olmayabilir de.
Çünkü kalıcılığı belirleyen en önemli faktör “doğru zaman”dır.
Kimbilir Heraklietos da buna bemzer bir şeyler düşündüğü bir gün kurmuştur meşhur cümlesini.
Çünkü nehir akar, çünkü sen değişirsin. Nehir de değişir, sen de! Ve böylece aynı kitabı iki kez okuyamazsın. Elinde sayfalarda vucut bulmuş cümleler değişmemişse bile, sen değişmişsindir.
Ve 20 yıl evvel başka türlü algıladıgın cümleler 20 yıl sonra başka başka anlamlar ifade eder sana.
Ve işte bu yüzden ben Kara Kitap’ı bugünün olgunluğuyla tekrar okumaya karar verdim.
Ve sonra 20’lerime gelmeden alıp ilk iki sayfasından sonra bi kenara koyduğum “Kendine ait bir Oda” kitabını tekrar okumayı istemekteyim.
Ancak ilk adım olarak yazmak için “kendime ait bir oda” seçtim.
Burası sadece benim ve dizginsiz düşüncelerimin.
Sizleri de fiziken değil ama düşüncede beklerim 

4.10.10

Yazmalısın!

Karakterimin sevdiğim yanlarından biri, bana sevinç veren şeyleri paylaşma tutkumdur.

Belki de bu yüzden aylar evvel başlayıp bugün tekrar el attığım öykümün kahramanına PAYLAŞAN soyadını verdim.

Bu öyküde, "yazanlar yazdıklarında kendilerini anlatırlar" klişesinden bana uyan tek şey kahramanımın soyadı. Çünkü bu kez kalıcı olmak adına iyiliği değil kötülüğü seçen bir adamı anlatıyorum ve net bir şekilde diyebilirim ki "Ben o değilim!"

Paylaşmak edimine geri dönelim o halde.

Farklı hayat kulvarlarında sürdürdükleri hummalı koşturmacalarına rağmen tanıdığım tüm insanlar tek bir şeyde birleşiyorlar: kendini ifade etme tutkusu!

Fakat yolları bu noktadan sonra ayrılıyor. Kimi resim çizerek, kimi dans ederek, kimi şarkı söyleyerek, kimi (inanılmaz ama) herkesi ve herşeyi eleştirerek, kimi (bolca) konuşarak kimi de yazarak ifade etmeye çalışıyor şahsını.

İşte bu sonuncuların her zaman ama her zaman bendeki yerleri farklı.

Yazabiliyor olduguna inananlara müdahalem yok, benim paylaşım tutkum endişeler ve yapabilir miyim acabalarla sarmalanmış kalem korkaklarına karşı.

Yazmanın hangi aşamasında oldugum tartışılabilir. Ancak birilerini buna cesaretlendirmek için en tepede olmam gerekmediğini biliyorum. İlkokul öğrencilerinin birbirine ders çalıştırdığını siz hiç görmediniz mi ?

Cesaret sıkıntısı çeken bir arkadaşıma dediğim gibi "Orhan Pamuk, çokça yazarak Orhan Pamuk oldu," ve Murat Gülsoy'un dediği gibi "Yaratıcılık ayrıcalıklı bir insan grubunun tekelinde değildir!"

Ancak insan yarattıkça ayrıcalıklı olmayı garantileyebilir. Yazmak arındırır, yazmak insana ruhen kademe atlatır. Yazının toprakları yazmadıkça adım atamayacağınız kutsal topraklardır.

Son olarak yine Murat Gülsoy'un kısa ama vurucu tabiri ile sanat büyük bir maceradır.

Somut bir şekilde yanımda olmayan, bu yüzden sırtını sıvazlayıp, hadi sen de atıl bu maceraya diyemediğim tüm "aslında yazabilecek olanlara" hayatlarını eşsiz bir maceraya çevirmeleri dileklerimle bu kısa yazımı ithaf ediyorum....

16.8.10

Maalesef bir çok genç yazar, ürün yerine ün peşinde. Oysa yazmak, hakkında yazılmaktan daha önemlidir. Marquez

15.8.10

Yazar Olmak İsteyene Öneriler*

Kısa cümleler kur . Açılış paragrafların kısa ve dilin enerjik olsun. Olumlu ol ve tüm fazlalık sözcükten kurtul. Özellikle ağdalı sıfatlardan (fevkalade, mükemmel, muhteşem, şahane vb.) kaçın.
Ernest Hemingway.

*BU başlık altında yaptığım alıntıları (genellikle) zikreden Selçuk Altun'dur.

26.7.10

Kitap İçin...



Bana sorarsanız insan kitap fuarlarına ne(ler) alacağına dair bir fikri olmadan gitmemeli. Böylesi bir gidiş içerikten bağımsız allı-pullu, tasarım harikası ya da skandalı kitap kapaklarının sizi çekmesi ya da itmesi ile fırsatı heba etmek anlamına gelebilir.

Nasıl ki güzel bir yüz güzel bir ruhun ya da estetik kurallarına uymayan hatlar da kötü bir kalbin garantisi değilse kitap kapakları da hiç ama hiç bir şeyin göstergesi değildir.

Benim için fuar indirim demektir.

"Secret"cıların takdir etmeyeceği bir kötümserlikle bir insanın kültür seviyesi ne kadar yüksekse para seviyesi de o kadar düşüktür gibilerde ters orantıya sahip bir fikrim var. Bu durumda beni yer yer çok kültürlü sayarak onurlandıran arkadaşlarıma üzülerek bldirmeliyim ki kültür seviyem ortalama. Bu sonuca ortalama sayılabilecek gelir düzeyime bakarak varıyorum. Ve elbet okudukça, daha çok okudukça ve bilmedğim ne kadar çok şey olduğunu gördükçe de...

Nerde kalmıştık?

Benim için fuar indirim demektir...

Ve ben orta gelirli bir insan olduğuma göre fuarlar öyle elini kolunu sallayarak gidilecek yerler olmadığı gibi, kitaplar da janjanlı kapak tasarımlarına ya da mükemmel pazarlama politikalarına göre seçilecek şeyler değildir.

Öyle ya o fuardan içeri adım attığım anda cebimdeki parayı suda kan kokusu almış köpekbalıkları gibi sezip avlamaya çalışacak olan değersiz (ne yazık ki kitabın da değersizi var) onlarca kitap beklemektedir beni.

İşte bu yüzden elimde bir liste ile giderim ben fuarlara. BU liste aylar boyunca kurcalanmış internet kitapçıları menşeeilidir genellikle. Zaman zamansa okuduğum kitaplarda yazarların bahsettiği kitapları not ederim.

Bu yıl "Nitelikli okurluğun da yazarlık gibi nitelik işi olduğuna inanırım," diyen Selçuk Altun'un önerilerini de dikkate alacağa benzerim.
Kendisi bir çok başka vasfının yanısıra Cumhuriyet Kitap Eki'nde yazarlık yapmaktadır. Bu ekte çıkan yazılarından derleme niteliğindeki "Kitap İçin" adlı kitabı bu sene fuara giderken hedeflediğim kitaplardan biriydi.

Kitabının tümünü satır satır sevdim mi? Hayır. Ama aralarda önemseyeceğim öneriler ve alıntılar buldum. Bir de romanlarını okuma isteğine sahip oldum.

Ve sizinle kitaptan aldığım notları, alıntıları bu hafta boyunca ara ara paylaşmaya karar verdim.

Öncelikle kitap - yazar önerilerinden bir kaçı:
• İmre Kertesz
• Antonio Tabucchi
• Kazuo İshiguro'dan Never let me go (YKY cevirtiyormus)
• Isaac B. Singer
• Oğuz Demiralp
• Gonca Özmen
• Thomas Bernhard
• Ayfer Tunç Ömür diyorlar buna
• Sputnik Sweetheart -Murakami
• Sınırın Güneyinde güneşin Batısında- Murakami
• Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor
• İhsan Oktay Anar -Suskunlar

Elbette daha nicesi var ama ben bugün için bir kaç isim seçtim. Yarın devam...

23.7.10

madene geri dönüş- işte ben buyum!


İnsanlar sadece yaşamakla yetinemezler. Kendini ifade etmek isterler bir de.
Sonsuzluğun ortasında, dünya denen bir minik noktanın üzerinde, ellerinde kendilerini temsil eden bir bayrak (sopasından sıkı sıkı tutulmuş ve inatla yere çakılmış bir şekilde)

-işte ben buyum!
derler, der gibidirler hep.

Gece olunca yatıp sabah olunca kalkan, karnı acıkınca yiyip susadıkça içen, kovuğuna düzenli olarak palamut taneleri götürüp barındığı ortamı otlar- samanlarla yuva haline getiren, yavrularına kol kanat geren bir sincaptan ne farkım var diye düşündüğümde cevaplar suraya diziliyor.

Ama içlerinden bir tanesi sisler içinde kalan diğerlerine göre çok daha net: Üretmek!
Beni dünyaya anlatan bayrağı yere saplayıp , üretmek
ve
şöyle demek:
-işte ben buyum!

Ve ben var olduğum için dünyaya şunlar şunlar ekleniyor.
Ardımda şunları şunları bırakabilirim.
Ben öylesine gelip öylesine gitmiş olmayacağım. Ne kadar minik de olsa hayat denizine attığım taş, yine de daireler yaratacağım, etkisi en yakınımdakilere daha çok, uzaktakilere daha az, ve en uzaktakilere belli belirsiz ulaşan.

Not:Çok uzun zamandır yazmıyorum. Çünkü çok farklı şeylerde kayboldum nicedir. Ve yazabilirliğin de benimle beraber kaybolup gittiğini sandım. Oysaki insanın eğilimleri dünyanın gönlündeki madenler gibiymiş. Sen onlara dokunsan da dokunmasan da onlar hep aynı yerde seni beklemekteymiş.

tekilken çoğul....


Bazıları, yer yüzünde yürürken yerin üstünde gidiyormuş gibi hissetmeyi severler. Çünkü yerin çekim gücü tahmin edilenden de yüksektir; ama bedenlere değil, sadece ruhlara.
Bir beden içinde bir ruh taşımak ne kadar ağır bir yüktür bilir misin?

Belki de bu yüzden kedilerin, köpeklerin bir ruhunun olmadığına, ruhun eninde sonunda gideceği (biri lanetli diğeri kutsanmış) bir mekan varsa, bu mekanın hayvanlardan öte hayvanlardan bağımsız olduğuna inanırım. Yok değilse nasıl yemek yerken sadece yemek yiyor, yatıyorken yatıyor, bakıyorken bakıyor olurdu kediler köpekler?

Ben hiç böyle olamadım. Ben hiç ama hiç yaşadığım neyse onu yaşayamadım. Çünkü ben bedenimden gayrı bir başka bir şeye daha sahiptim; bir ruha!

İçine girdiği beden ne halde olursa olsun ruh ondan bağımsız, ruh kendi iradesine göre bir orada bir burada. Ben hiçbir zaman tekil olamadım. Ben hep iki kişiydim, biri burada diğeri bilmem, kimbilir nerede?

29.5.10

Satır aralarında mısır taneleri


Kitap okurken yakınlarında bir yerde mutlaka bir kalem olmalı insanın. Altını çizerek okumak bir taşla üç kuş vurmak demektir çünkü.

Birinci kuş okurken vurulur, ikinci kuş hafızanın kıvrımlı sokaklarında kaybolup giden sözler aranırken, üçüncü kuş ise kitap bir başkasına ödünç verildiğinde vurulacak olan kuştur. Dosttan dosta uçurulan kuş (çünkü kitap öyle herkese ödünç verilmez- verilirse geri dönmez- dönmeyen her kitap hafıza ağacınızdan dökülen yapraklardır, savrulmaya ve yokolmaya mahkum olan) ayağında sizden, hayata bakış açınızı özetleyen cümleler not edilmiş bir mesaj taşımaktadır.

Dert kendinizi başkasına anlatmak değildir de üzerinde daha sonra zevkle konuşulacak ortak konular bulmaktır. Altı çizilerek okunmuş bir kitap sanki damarlarına tekrar özsuyu dolmuş ve canlanmış bir ağaçtır benim için. Üstelik bu yaşam suyu bu kez yazara değil, bir başkasına aittir. Elinize geçen kullanılmış kitap bir tanıdıktan gelme ise daha bir değerlidir. Sahaftan edinme ise gizemlidir. Kimdir ki bu derkenar notların sahibi, ya da ihtimal yatarak okunduğu için söz konusu kitap, düz deği de eğri büğrü çizilmiş çizgilerin çizeni?

İsterim ki bana böyle kitaplar gelsin.

Gelmiyorsa, benim kitaplarım benimle beraber böyle olsun. Bana göre bu, şişenin içine mesaj koyup onu okyanusa salmaktır. Çünkü bir gün o şişeyi ya artık bir yetişkin olmuş kızınız bulacaktır, ya da şimdilik adını bile bilmediğiniz torununuz … Siz hala varken ya da artık yoklar mertebesine eriştiğinizde…

Neticede insan ne kadar “Dert kendinizi başkasına anlatmak değildir!” dese de kendini başkalarına anlatma derdinde. Kimileri buna kendini ifade etmek diyor. İfade ettikçe sanki daha bir kalıcı olunuyor sanki dünyaya kazık çakılıyor. Çakılıyor mu çakılıyor : )

Ve- fakat varoluşa direnmeye (ne severim şimdi gelecek demode kelimeyi) “beyhude” bir çabayla çalışmaktan öte çok daha güncel çok daha “pragmatik” nedenleri de vardır satırların altını çizmenin. Çünkü insan hafızasına güvenmez, ve çünkü insan sadece mısır taneleri yiyebilmek için koca bir çanak mısırlı salatayı herseferinde yemek istemeyebilir.

Okuduğum kitaplardan mısır taneleri seçerim, kitabı bir daha elime aldığımda salatalıklar, otlar ve domateslerle boşuna boğuşmamak adına, sadece mısırların tadını almak adına.
Çünkü hayat kısadır ve okunacak milyonlarca kitap vardır. Bir kitaba tekrar tekrar "geniş zamanlar" ayırmak lüks varsayı(labili)r…

24.5.10

40 basit - tahmin edilebilir ama etkili madde

İnternette şu sayfada karşıma çıkan 40 madde. Aslında bilmediğimiz ya da yapmadığımız şeyler değil, ama yine de çevireyim ve paylaşayım dedim. Belki bir tanesini bu yakınlarda uygulamak istersiniz ve hiç yoktan ekstra gülümsemelere neden olursunuz.

Çocuğunuza onu sevdiğiniz göstermenin 40 basit yolu

  1. Onları görmek istedikleri bir filme götürün (İlk hedefim Shrek'in 3boyutlusu )
  2. Evde arabada hazine avına çıkın (bozuk para arayın- bana kalırsa kendiniz özellikle sağa sola bozuk para ser) Topladığı para ile alışverişe çıkın. (alabileceği şeyin illa çok para gerektiren şeyler olması gerekmiyor, hazine avından önce onu dondurma - çikolata vs alabileceği konusunda yönlendirip heyacanlandırabilirsiniz.
  3. Onların adım hızında uzun bir doğa yürüyüşüne çıkın. Konuşmayı onların yönlendirmesine izin verin.
  4. Gerçekten sevdiğiniz özelliklerini bulup herkesin önünde bu özelliklerini övün.
  5. İkinizin fotoğrafını çerçeveleyip odasına asın.
  6. Ceplerine şekerlemeler koyun.
  7. Onlarla oyun oynayın
  8. Bırakın kazansınlar.
  9. Banyo zamanını özel hale getirin. Köpüklü banyolar hazırlayın, renkli sabunlar ve çeşitli oyuncaklar verin. Havlusunu önceden ılıtmayı da unutmayın.
  10. Postaneden onun adına bir mektup atın, mektubun içine bedava dondurma alabileceği bir kupon (stick vs) ekleyin.
  11. Sinema gecesi yapın (ona göre filmler ve popcorn eşliğinde)
  12. Battaniyele,r sandalyeler, masabir klube inşa edin ve birlikte içinde piknik yapın.
  13. Birlikte "seni seviyorum" kitapları okuyun
  14. Uyku saatini geçmesine (zaman zaman) izin verin ve birlikte çizgi film klasikleri izleyin.
  15. Normalde onların yapması gereken bir işi yapın..
  16. Yemek kutularına cesaretlendirici bir not koyun.
  17. Tüm dikkatinizi onlara verin.
  18. Yaptıklarında sizi mutlu eden kimi şeyleri onlara söyleyin..
  19. Onları güldürün.
  20. Onlarla beraber gülün.
  21. En sevdikleri yiyeceği okuldan geldiklerinde karşılama yiyeceği olarak onlara sunun.
  22. Eve geldiklerinde ne kadar sevindiğinizi onlara hissettirin.
  23. Sizi öpmelerini ve sarılmalarını isteyin.
  24. Onları dinleyin ve mümkün olduğu zamanlarda onların kendi kararlarını kendilerinin vermesine izin verin.
  25. Yapmaktan hoşlandıkları şeyler ve sevdikleri şeylerle dolu bir defter hazırlayın.
  26. İşten, ev işinden, teknolojiden veya her türlü bağımlılık ve sorumluluklarınızdan uzak bir gün ayarlayın ve tamamen onlara odaklanın.
  27. Birlikte bir şeyler pişirin.
  28. Onlar için bir akrostiş yazın (isimlerinin başharfleri her mısranın ilk harfi olan şiir)
  29. Sebebpsiz yere odalarını süsleyin.
  30. Onları övgülere boğan bir tabela hazırlayın.
  31. KOnları okuldan kaçırıp öğle yemeğine çıkarın.
  32. Evinizi eğlenceli bir yer haline getirin.
  33. Eski bir ayakkabı kutusunu hazine kutusu haline getirin. Kutunun içini altın para şeklinde kaplanmış çikolatalarla doldurun. Bu sandığı bulmaları için bir harita hazırlayın.
  34. Alışverişe çıkıp birlikte yapmak icin en sevdiği tatlının malzemelerini alın. Birlikte yapıp birlikte yiyin.
  35. Sıcak bir battaniyeye bilikte sarılıp sırayla birbirinize hikayeler anlatın.
  36. Onlar hakkında sevdiğiniz şeyleri belirten bir liste yapıp uykudan önce bulmaları için yastıklarının üzerine koyun.
  37. Biribirinize, gün içinde neler yaptığnızı akşam yemeğinde anlatın anlattırın.
  38. Birlikte oturup bir gün içinde yapılabilecek eğlenceli aktiviteler listesi yapın . Her fikri kücük bir kagıda yazıp şişirdiğini balonun içine koyun. Her aktivite tamamlanıncaya kadar balonları patlatmaya devam edin (bana sorarsanı bu zorlama olmuş)
  39. Gıdıklamaca oynayın.
  40. En sevdiği parçalardan bir cd hazırlayıp birlikte dansedin.



16.5.10

Yazar kimdir?

Hayatı, insan ilişkilerini, çalkantılı varoluş denizinde kafasını su üstünde tutmaya çalışan insan ruhunun hallerini bizim yerimize özetleyen kişilere yazar deriz.

Peki biz* yazar olabilir miyiz?

Bilmem, deneriz ve denemekteyiz .....


*daha çok birinci tekil

14.5.10

Bir tuhaf tren

Avcundaki şekerleri ne kadar geç bitirirsen o kadar uzun sürecek çocukluğun,
ve aynı şekilde okumadıkça okuman istediğin kitapları, zamanı durdurursun.

Ölmen gerektiğinde soracaklarmış gibi sanki sana
"Okudun mu tüm okumak istediklerini?"
"Hayır henüz değil," dediğinde
Geri gideceklermiş gibi sanki....

Ve gitmediğin, görmediğin şehirleri, ülkeleri
Aynı şekilde soracaklar mı sana sanıyorsun?

Yolun yarısını çoktan geçtin biliyorsun.
Zaman aldatmacalarla duramayacak kadar ağır ve yüklü,
Yokuş aşağı giden bir tuhaf tren biliyorsun!

20.2.10

Böyle olur züğürtlerin tesellisi...

Ünlülerin evlerinin resimlerine bakmadan duramıyorum.
Farkettim ki o evlerde özendigim sey evlerin ne zenginlikten patlamışlığın sembolü olan ferahlığı- aydınlığı ne de yaldızlara bulanmış eşyaları...

Ben o evlerin tertipine, düzenine ve temizligine hastayım; Ortalıkta yerlerde her an ayağınıza takılıp da küfretmenize neden olacak luzumsuz ıvır zıvırlarının olmaması, herşeyin deyim yerindeyse buzzzzzzz gibi düzenli olması.

İyi ama biliyor musun ki Binnur, bu özendiğin şeyi o gıpta ettiğin zenginler kendileri gerçekleştirmiyorlar.
Bunu onların adına yapan kişiler var. Ancak onlar Bekir Coşkun'un göz yaşartan şu yazısından kendilerine çok fazla pay çıkartamayacaklar.


NOt: Son cümle, ev işini sevmeyen ama tüm evin işinin altında ezilmiş bir çalışan kadının kendi kendine yaptığı tesellinin resmidir (züğürtçesine!)

Sıradaki?


Birileri, ölmeden önce okumamız gerektiğini düşündükleri 1001 kitabın listesini yapmış. Eğer böyle düşünüyorlarsa vardır bir bildikleri.

Bu listenin içinden kendime göre bir mini liste de ben çıkardım. Listeyi oluştururken kriterlerim şunlardı:
-Yazarın daha evel başkaca kitaplarını okuyup sevmiş olmak.
-Yazarın herhangi bir eserini okumamış da olsa efsaneleşmiş sanından etkilenmiş olmak.
-Merak

Listemi üşenmeyip yazarlarının fotolarıyla beraber picasa'da mozaik yaptım. Yakından bakmak için resme tıklayın.


Not: 1001 kitap listesine giden kapı
Posted by Picasa

19.2.10

Ben büyüdükçe dünya küçülüyor.


Ben büyüdükçe dünya küçülüyor.
Ancak görünen o ki kendisi zaten büyük olanlar için dünya hala büyük.
--
Japonların büyük bir kısmının olduğu gibi fanatiği olmadığım, ama bir kitapta sevdiğim bir yazar var “hayatımda” artık. Adı Haruki Murakami.
Kendisiyle geçen yaz tanıştık.
700 küsür sayfalık kitaplara bile 25 lira gibi bir parayı sayarken eli titreyen biz orta direk okurları, hem paradan hem zamandan tasarruf etmek için kitap değiş tokuşu yaparız sıklıkla.
Az çok hayat görüşüne, ve zevkine inandığınız (bir diğer deyişle hayata üç aşağı beş yukarı aynı gözlüklerle baktığınızı bildiğiniz) arkadaşlarınız size bir kitap önerir, ya da daha da iyisi o kitabı ödünç verirse hem zamandan hem de paradan yana (hem de arkadaştan tabi) şansınız yaver gidiyor demektir ki bu bir taşla 3 kuş vurmaya bedel bir şeydir.
Aslında söz konusu taşın vuracağı başka bir kuş daha vardır ki o da elinize tutuşturulan kitabın yazarıdır
Arkadaşınızla paylaştığınız ister sanal ister “real” hayatınıza, bir üçüncü kişi daha dahil olmuştur artık. Bundan böyle konuşmalarınızın arasına arada sırada da olsa bildik- sevdik- onayladık” aşamalarından geçmiş bir üçüncü kişinin gireceği kesindir.
Murakami bana Aslı’nın hediyesidir (Aslı da hayatın bana).
Zemberek Kuşunun Güncesi ise Murakami’nin dünyaya hediyesidir.
--
İnsanoğlu her yere girebilir, her şeye hakim olabilir ama (en azından şimdilik) bir beyine asla.
Beyin denen o muamma, zihnimde yeralan çağrışımlar odasında bir sürü kavramı harekete geçirir. Ne zaman beyin hakkında düşünsem çağrışımlar odamda kaleydeskoplar, içinde binbir aynanın ve kristalin renk yansıması ile şenlenmiş karanlık odalar, yankılarla dolu mağaralar gibi kavramlar sıraya girer.
Anlamlandırmaya çalıştığım şey temelde 1,5 kilo bile etmeyen gri ve yumuşak bir yığın; bir et parçasıdır aslında. Ve aslında hiç de öyle değildir beyin. Bazen gerçekler, çağrışımlar kadar “gerçek” veya çağrışımlar kadar “layıkıyla” olmayabilir.
Siyah kadife ile kaplı kaidesinin üzerinde dingin ve mağrur bir şekilde kurulmuş bekleyen bir devasa elmas düşünün; işte o sizin beyninizdir.
Elmasın bulunduğu odanın camlarından binbir görüntü, binbir ışık geçer; işte o hayattır.
Hayatın ışıkları elmasın üzerine düşer; işte o etkilenmektir.
Ve elmas rengârenk ışıklar, yansımalar saçar duvarlara, işte o ürün vermektir, yazmaktır, çizmektir, algıladığını kendi süzgecinden geçirip içine kendi renklerini de katmak ve onu dışa vurmaktır.
--
Kimilerinin elması sadece ışıkları soğurur ama dışa pek bir şey yansıtmaz, kimilerinin elması renk tayfında belirli bir aralığı yansıtır ancak. Kimilerinin elması ise yerin üstünde- güneşin altında kaç çeşit renk varsa hepsini yansıtır, kendi yorumunu da katarak, her seferinde binbir muhteşem ve farklı sonuç çıkararak…
Murakami’nin elması bu sonunculardan mıdır? Tartışılır… Ancak yine de onun beyin duvarlarına yansıyan ve onun da dış dünyanın haberdar olmasına izin verdiği renk kombinasyonları şüphesiz ki bakmaya – görmeye- almaya- zaman ayırmaya değer olanlardandır.
--
Sonra bir gün dünya küçülmeye başlar; İnternet diye bir şey sayesinde..
Murakami karşınıza çıkar bir sosyal paylaşım sitesinde. Sanki arkadaşınızmış gibi listenize eklemeye hakkınız olan, ya da takip etmeye- herneyse, bir sıradan adamdır işte…
Bakarsınız sizin de dahil olduğunuz takipçiler listesinde binlerce isim var.
Ancak ” yazan “ adamın takip ettikleri listesi oldukça zayıftır. Zayıf da ne kelime; yalnızca bir kişi: o da meşhur bir adam.
İşte o zaman kafatasınızın ortasında yeralan elmasınız duvarlara ışıklar yansıtmaya başlar: O ışıklar birleşince şu yazılar çıkar:
“Ben büyüdükçe dünya küçülüyor.
Ancak görünen o ki kendisi zaten büyük olanlar için dünya hala büyük.”




4.1.10

Kar daha güzel çünkü...


Pencere önünde dalgın dalgın dururken havada uçuşan beyaz bir şeyler farkettim. Dalıp gitmenin o güzel odaksızlığını, odaklanmasızlığını silecek kadar özgür ama acelesiz beyaz şeyler.

Kar.

Tek tek, hür ve kendi başlarına buyruk taneler.

Biri oraya uçuyor, biri buraya... Düzensizlik nasıl bu kadar güzel olabilir?

İnsanlara benziyorlar aslında. Hedef belli. Hepsi toprağa karışacak, ama öncesinde biraz sağa biraz sola gönüllerince uçacaklar, az biraz fark yaratacaklar, yağmur damlaları gibi bodoslama yeri boylamayacaklar. Ve işte bu yüzden çok sevilecekler.


Not: Üstelik her bir kartanesi zaten eşsizdir, oluşum ve şekil itibariyle.

Gerçekten de Zevkliymiş bree.....


Manevi içerikli rivayetlere göre her iki omzumuzda konuşlanmış toplamda 2 adet meleğimiz bulunmaktaymış. Bunlardan biri yaptığın iyilikleri, diğeri de kötülükleri not etmekteymiş.

Bana sorarsanız, tam da başımızın tepesinde oturan bir üçüncü meleğe daha sahibiz biz.
Bu melek yemeyip içmeyip sizi takip ediyor ve ağzınızdan çıkan kelime silsilelerinin dahilinde acaba bir adet "hayatta" kelimesi geçmiş mi ona bakıyor gibime geliyor.

"Hayatta" derken "katiyen" anlamında...

Çok denedim, hayatta yapmam diyip de yapmadığım bir şeycik - ulen bir şeycik olsun!- olmadı.

Bu hayattalardan sonuncusu neyseki temelde yapıcı bir hobiye sarfedildi.

3 gece evvel kızım ve babası sadece ve sadece 200 parçalık bir -hediye edilmiş- yapbozun çevresinde madden olmasa da ruhen didişip dururlarken sarfettiğim cümle şöyleydi:
"Hayatta kendimi öyle bir sıkıntıya sokamam."

Ne mi oldu? Bunu kafamın tepesinde oturan 3. melek elbette duydu ve ellerini ovuşturarak işe koyuldu.

El ayak çekildikten sonra sehpa üzerinde ancak dış çevresi tamamlanmış bir halde beni bekleyen yapboza doğru yaklaştım yaklaştım yaklaştıııım ve son parçasını da yerleştirip uzaklaştım....

Üzerinde 3 sevimli kedinin konuşlandığıve tarafımca tamamlanmış bu yapbozla beraber ben artık yeni bir insandım: bir yapboz sever...

Ertesi sabah kalkar kalkmaz (cünkü yapbozu tamamlayım derken biraz geç yattım) ilk yaptığım iş internette yapboz avına çıkmaktı.

Gözüme kestirdiğim ve sık kullanılanlara attığım bir kac yapbozu isteme ve bekleme sürecine katlanamayacağımı anlayıp gün içinde bir oyuncakçı dükkanında aldım soluğu.

Şu an evimizin baş köşesinde, yemek masasının üzerinde, dış çevresi tamamlandı tamamlanacak şekilde beklemekte olan 1000 parçalı bir yapbozum bulunmakta.

Bu gibi durumlarda teşpihte hata olmaz ama aklıma şu ünlü sokak deyişi geliyor:
"Milyonlarca sinek yanılmış olamaz......... .......... ............"


Not: Bittiğinde70'e 50 lik boyutlarda bir tablom olmuş olacak. Paspartulattığında daha da geniş tabi. Hiç bir zaman sevdiğim ressamların eserlerinin gerçeğini alabilecek akdar zengin olacağımı sanmıyorum. Öte yandan şeytanın bacağını kırıp olsam bile sevdiğim eserlerin bir çoğu müzelerin, dolayısıyla halkın malı olacak (eh bu da iyi birşey tabi)...

Reprodüksiyona gelince ağzımda hafif bir metal tadı bırakıyor bu kavram. Ama yapboz olunca iş başka. İşin içine emek karışıyor ve ağzımdaki metal tadını siliyor.

Yapbozum Monet'den Gelincik Tarlası.... Şu güzelim bahar göğü altında gelincikler altında dolaşanlar da kızımla benim zahir.... Bu arada bu tablonun orjinali D'orsay müzesinde sergilenmekte. Yani para ile satın almak kabil değil...