28.4.08


Milli Kütüphane’nin halka açık olmayan bölümlerine girme şansım olmuştu, bir gün bir haber için. Merdivenlerden çıkarken merdivenleri benimle beraber basamak basamak çıkan (veya inen) bir yığın kitapla karşılaştım. Üst üste alt alta her basamakta diziliydiler. Sonradan hayat yoldaşım olan kameramana dedim ki “Dünyada ne kadar çok okunacak kitap var ve ne yazık ki çoğunu okuyamayacağız.”

O zamanlarda günlerimi 3 şey dolduruyordu. Biri işim, diğeri gençlik avareliklerim nihayetinde kitaplar. Annem, babamın genişçe bir mutfak hayali ile, taşınırken yıktığı orta duvardan dolayı odamın içi sayılabilecek diğer köşede yemek yapar, onların bulaşıklarını kaldırır toplar ve bir de yapacağı işleri öyle değil de böyle mi yapsın diye kendi kendine konuşurken benim yaptığım tek bir şey vardı; kitap okumak.
Aslında bu eylemin bir de ardıl eylemi olurdu, o da kendi kendine konuşan anneme ister istemez kulak vermek ve aklım dağılıyor diye sinir olmak.

Klasik tablo aslında şöyle olmalıydı: Anne iş yapar, evin tek kızı (bırakın konstantrem bozuluyor diye sinir olmayı) anneye yardım eder…

Annem kızını böyle bir tablo içinde pek nadir gördü. Bunun nedeni zamanında babamın benden yardım isteyen karısını hep “ bırak o ders çalışsın ben sana yardım ederim!” cümlesiyle durdurmasıydı. Tabi sonraları annem, ne sözünde duran bir kocaya ne de elini sıcak sudan soğuk suya sokmaya niyetli bir evlada sahip oldu. Şimdi düşünüyorum da tabir yerindeyse annem bana büyük bir “kıyak” geçmiş.

Birikimimin büyük bir kısmını bu kıyağa borçluyum sanırım. Sonraları kendi mutfağımın sahibi oldum, ve dahi kendi evimin de. Ev denen şeye karşı nasıl olur da 30 yıl boyunca böyle kendi kendine derli toplu temiz kalır gibi bir düşünce geliştirmiş olduğuma şaşırdım.

İlk evim iki odalı kutu kadar bir şeydi. O zamanlarda görecelilik kavramı ile tanıştım. Bu kutu ev içine sığışmaya istediğimizde minicik, iş temizlemeye gelince de kutusundan çıkarılmış t-box kıyafetler gibi kocaman bir şeye dönüşen bir acayip mahlukatdı sanki. Evet, en azından gözümde! Evim ile ilgili bir yığın tabire sahip oldum zamanla.
Farzı-ı misal ; demin de dediğim gibi T-box
Gayya kuyusu
Terkedilmiş bir vahşi batı kasabası,
Vs.

Sonuncu maddeyi hayatıma sokan şeyler temizliğin haftası dolmadan koridorlarda, yolluk kenarlarında yuvarlanan hav yumaklarıydı. Ancak bu durum halıların yeniliği ile doğru orantılı bir şey. Evlilik cüzdanı eskidikçe havlar gemiyi terkeden fareler gibi hayatından çıkıyor insanın neyseki.
Fakat mutfak öyle mi?
Tencere tava –bitimsiz bir evcilik oynamaca. Buzdolabımız küçükce, artan yemekler o tencereden bu tencereye o kaptan bu kaba derken yıka Allah yıka, bitimsiz ve gönülsüz bir hikaye….

Velhasıl evliliğimin ilk yıllarında ev izin veriyorsa kitap okuyor(d)um, ya da Aslı’nın dediği gibi kimi zaman çorba karıştırırken, kimi zaman tüm saframa rağmen otobüslerde, kimi zaman da eşimi yalnız bırakmamak adına bir gözüm tv’de bir gözüm kitapta bir hal içindeyim(dim). Ancak yine de soyadım babamın soyadıyken “metrekareye daha çok kitap düşürmüş gibiyim”!

Bir de o günlerde(aslında kökleri çok daha eveline dayanan zamanlar) bir kitaplık hevesim var ki sormayın. Annemin taa ilkokul zamanlarında kağıt kıyafetler giydirilen Ayşegül’lere saydığım paralara sinir olmasına inat, ha babam de babam kitap alıyorum. Kitaplığımı semirtmekten bir zevk alıyorum bir zevk alıyorum ki sormayın gitsin. Bu tutku, ki galiba bibliomani gibi bir adı var, okuma hızımı aşıyor, kitaplık da okunacaklar köşesinde duran kitaplar üst üste biriktikce birikiyor.
Sonra?
Sonra,galiba büyüyorum,
okumadığın kitapları kitaplığa dizmenin çiğlik olduğuna karar veriyorum.

Kitap almayı göreceli olarak kesiyorum işte o zaman. Göreceli diyorum çünkü bir hastalık bir anda yok olmaz, eseri kalır izi kalır insanın üzerinde. Akmasam bile damlıyorum, zaman zaman- ara ara… Bu damlamalar daha çok internet üzerinden oluyor. Ancak arzu ettiğim gibi olmuyor, olamıyor. Bunun nedeni seçeceğim kitabın içine burnumu daldıramamam, mürekkep ile ağacın iç içe geçmiş o muhteşem kokusunu içime çekememem.

3 yıl oldu bu sanayi devi şehre taşınalı. Bu şehrin çektiği kitapçı sıkıntısından ben utanıyorum da şehrin kendisi utanmıyor. Varsa yoksa fabrikalar, pis dumanlar, ve istihdan edildiğine sevinsin mi üzülsün mü türü çoğunluğu 600-700 liraya çalışan mavi yakalılar….
Sabahtan akşama deli gibi çalışıyor olmalılar, yok değilse insan 1 adet kitapçısı olan bir şehri (ve-veya o şehrin insanlarını) nasıl affedebilir. Ama siz büyük marketlerdeki kitap reyonlarını kitapçıdan sayanlardansanız onu bilmem. Ben sayamıyorum. Sayamıyorum ama yine de yolum birkaç litre süt, bir yolunmuş tavuk ve iki paket de kedi kumu için bunlardan birine düşerse eğer, yine de durup kitap raflarının arasında, şöyle bir kendimi kaybeder gibi oluyorum.

Biraz buruk bir kaybediş bu! Biraz da tedirgin…

Çok satanlar bölümü var mesela, yasak bir elma gibi beni kendine çeken ve “hemzamanda” iten.
Orada “sistem” neyi okumamı istiyorsa, onu önüme koyuyor gibi geliyor. Aslında ben bu hisse daha çok korsan kitapçıların önünde kapılıyorum ve her nedense korsan diye birşeyin olmadığı herşeyin bir kandırmacadan ibaret olduğu paranoyasına kaptırıyorum eteğimi….

Nerden nereye…

Kitap diyince
Anlatacaklarım bitmez kolay kolay.
Çünkü kitap kelimesi ben de sayısız çağrışımlar yapar.
Aslında,
esasında
Basite indirgediğinizde kitaplar düzene sokulmuş düşünce yumaklarına benzer.
Ve- veya birilerinin içinde binbir birbirine bakan ayna dolu beyin boşluğunda yankılanan düşünceleri döktüğü kağıt parçalarıdır kitaplar.

VE tüm bu düşünce yankıları, yankılanmaları (nihilist bir bakış açısıyla bakıldığında) ha vardırlar ha yokturlar, ne farkeder. Nasıl olsa her şey boş değil mi?
Rafları kitaplarla doldurmak kime göstermek için –kimin için?
Ya da 5 sene evel okuduğun kitabı tekrar eline aldığında sanki hiç okumamış gibi şaşırıp kalmak diye bir şey varken bu dünyada, her şey bir yalandan ibaret değildir de nedir?

Ama öyle değildir işte.
Bunu en iyi Bertolt Brecht bilir.
İlkokulda, 70’lerin o henüz güdülmemiş kafalarının aydınlığında okuduğum günlerde, genç ve idealist hocamın elime tutuşturduğu “Yarının Büyüklerine Şiirler” adlı kitabıyla ilk olarak tanıdığım Brecht der ki “Tiyatro (ama epik tiyatro, bir söyleyeceği olan adam gibi tiyatro) insanı hayatına kaldığı yerden devam ettirmez. Oyun bittiğinde izleyen bir kademe daha yüksekten devam eder hayatına. Farkındalık ve bilinç kazanır.” (tabi bu cümle benim Brecht’in düşüncesini aklımda yorumladığım, kendi kelimelerimle dönüştürmüş olduğum hali)

BU durumda hafıza ne derse desin, ya da diyecek bir şey bulamasın farketmez, kitap iyi birşeydir.

Ha bir de, biriktirilen kitaplar onların başkalarınca görülemediği yerlerde size kendinizi daha iyi hissettiriler. Adı “gösteriş” olan çirkin yaratık aradan çekilir ve siz kitaplarınızın dingin varlıklarında huzur bulursunuz. Laf uzadıkça uzuyor. Ben en iyisi odamın kapısını dış dünyaya kapadığımda başbaşa kalmayı sevdiğim ölümsüz dostlardan birkaç isim vereyim şimdi. Belki böylece bu yazının sonunu bulurum.

Şöyle bir düşününce bu dostların çoğunluk kimliğinde ay yıldız taşımadığını görüyorum. Bu neyin gereği, neyin sonucudur bilmem. Ancak bir basın mensubuyken üslubumu olumlu yönde etkilesin diye sıra sıra- dizi dizi Herman Hesse kitaplarını yiyip yutmama bugün bile şaşırıyorum. Ama öyle, ama böyle Hesse’in üzerimde hakkı vardır. VE-veya çevirmeninindir o hak bilmem (sahi bir ara Nihal Yeğinobalı saplantım vardı. Hesse’de değil de aldığım klasik kitaplar serisinde hangi kitaptan başlayacağıma yazarından ziyade çevirmenine göre karar verirdim. Genelde Yeğinobalı galip gelirdi). Sonra Marquez bir başka sığınağım (dı) ve Milan Kundera aynı şekilde. Bir ara (herkes gibi Irwin Yalom) sonra bir iki Julian Barnes, ucundan acık Umberto Eco, yakın zamanda ise Alaine de Botton… Daha başkaları da var elbette ama hafızam çağırmıyor, elden ne gelir.

Bu yazı bitmeden sivri diline ve keskin kalemine hayran olduğum Mine Kırıkkanat’dan ve “ne dedi -ne demedi, ondandı bundandı” meselesini es geçerek Nobelli Orhan Pamuk’tan bahsetmesem içim rahat etmez. Bahsetmek derken adlarını anmak diyim. Laf çok uzadı, detaylar bir başka bahara kalsın… Sobenin uzunu ebeyi bile sıkar…. Zeynep top sende…
-
Not: Bundan birkaç sene önce, seneler evvel kütüphanenin merdivenlerinde söylediğim lafı internet deryası için söylerken yakaladım kendimi . Tanrım ne çok sayfa var ve ne yazık ki bir çoğunu görmeyeceğiz bile. Fakat sonra, birkaç olgunlaşma yılı daha devirdikten sonra farkettim ki her sayfayı görmesem de olur, tıpkı her kitabı okumasam da olabileceği gibi..
-
Not 2: Resim Jessie Wilcox-Smith'in

26.4.08

Bir yazı- iki mana....


Sonbaharın tatlı ama sinsi serinliğinde şehrin betonlardan boşluk bulmuş tüm alanlarında eğilip kalkan onlarca insanoğlu.
Görünüşte toprakla uğraşıyorlar. Ancak onların ne iş yaptıklarını anlamak için aradan en az 5-6 ay geçmesi gerek. Bahar gelecek ve emekler renk verecek. Lale bunlar, önce insanı etkiliyorlar, sonra da düşündürüyorlar?

Neden?

Sadece bir kez çiçek verecek olan bu bitkiye neden bu kadar emek ve hepsinden öte başka türlü daha iyi değerelendirilebilecek onca para dökülür, neden?

Kimileri lale devri diyor, başka başka manalarda. Kimileri ise “görünür” hizmet diyor, hani çiçeklerin arıları çektiği gibi oyları çekecek olan.

Bilmiyorum.

Tek bildiğim evvel ezel, ama çocuğum doğduktan sonra geçici şeylere harcanan külliyatlı paralara ben çok yanıyorum.

Çöl olacak diyorlar, 20 -30 yıldan bahsediyorlar. E o halde neden bu paralara ağaçlar dikmiyorlar. Basit bir hesapla şu sonuca varıyorum. Benim şimdiki yaşıma gelmeden “Arapların memleketi gibi” bir çölde mi yaşayacak yani kızım?

Olmadı şimdi.

Bizler 19 Mayıs’larda fırıl fırıl- tiril tiril eteklerini döndüre döndüre gençliğini yaşamış bir “buğday ambarı ülkenin” çocuklarıydık.

Ya kızım, ya kızlarımız?

Sonra laleye döndürüyorum yüzümü. Soğanlı bir bitkiymiş. Soğuğu severmiş büyümek için, ama illaki toprak altındaçaktırmadan, … Zamanı gelince çıkarmış ortalığa, tüm debdebesi ve ihtişamı ile. Tıpkı hortlamak için senelerdir zaman kollayan birileri gibi! Ama sonra? Sonrası güle güle…

Oysaki Atatürk Orman Çiftliği baki… Üzerindeki ağaçların görevi ise belli… Biiyorsunuz değil mi?

19.4.08

(yaşam) KOççççum benim !

Eleştirel bakış, insanı insan yapan bir şeydir.
Öyle ya hayvanlar aleminde hiçbir hayvan yoktur ki bir diğer türdeşini eleştirsin.; Ot öyle yenmez böyle yenir desin, sabahtan akşama yatıyorsun miskin miskin, üstelik de kendini alemlerin kralı sanıyorsun diye efelensin.
Belki de bu yüzden hayvanlar hayvan kalmaktadır ve ne bir arpa boyu yol almaktadır ne de bir baltaya sap olmaktadır…

İşte bu yüzden eleştirel bakış ilerlemenin en önemli itici güçlerinden olmalıdır. Ancak dozu kaçarsa sahibini “itici” yapmaktadır.

Dozu iyi ayarlanmış bir eleştirel bakış keyfe kederdir. Çünkü olsa da olur olmasa da. Oldu mu ne ala, en azından feyz alanlar olabilir, ve almayanlar da mutlaka.

İnanmazsınız ama tüm bu düşünce yumağının başlangıcı Kristof Kolomb.
Karayip adalarındaki yerliler açısından, tüylü şapkası ve kırmızı peleriniyle Kolomb gördükleri en iri papağandı diyor bir düşünür*...
(ve) Bu bir eleştirel bakış!
Ancak hem masumun hem de “sofistike” olanın gözünden iki ayrı ucu olan bir bakış bu. Yerlilerin çocuksu bakışına göre âdemoğlunun böylesi bir abartıya ihtiyacı yok.

Düşünürün bilgecebakış açısına göre de aynı şey söz konusu. BU durumda iki uç nokta aynı dilden konuşuyor. Geriye ortadaki uzun ve bitimsiz çizgi kalıyor. İşin kötüsü bu uzun ve bitimsiz çizgi cehaletin başlangıç noktası saydığımız yerden de beter. O çizgi ki önemli bir şahsiyet olmak adına kendisini bir papağana benzetecek, üstüne üstlük sıkıp terletecek tüyler, fırfırlar, danteller ve ağır kadifeler altına girmenin matah bir şey olduğunu sanıyor. Ve tüm bu zahmetler ve masraflar silsilesine bir çırpıda söylenebilen çok kısa bir isim veriyor : MODA.

Sonra moda öyle bir sekiz kollu örümcek ki, kıyafetle de bitmiyor. Trendler var dünyayısaran, pilates gibi, yoga gibi, salsa rumba dersleri gibi, yaşam koçluğu gibi….

Yaşam koçluğu mu dedim?

Duralım…

Belki haksızlık ediyorum, bilmiyorum. Ama bu yeni türeyen “meslek sektörü” bana biraz tuhaf geliyor.

Bunda orada burada yaşam koçuyum diye boy gösteren insanların genç simalarının da payı yok değil.
Seneler evel, kenarı sıcak ve ağır tencereleri pamuk şeker tutar gibi zorlanmadan kaldıran anneme bu işin sırrını sorduğum günler geliyor aklıma. Derdi ki “annelerin eli yanmaz, ama sen tutma sakın…”

Ateş ile haşır neşir ola ola, tütsülenmiş minik el tüyleri ve belli belirsiz kavrulmuş parmak uç hücreleri ile anneler gerçek bir yaşam fatihidir. Ancak hayat matematik denen soyut bilimin en çok “ters orantı” kuralını sever. BU kural annelerin yıl be yıl ocak önünde sertleştirdikleri parmak uçlarına nispet yaparcasına kalplerini yufkalaştırdıkça yufkalaştırır. Artık tüm çocuklar merhamet nesnesidir anneler için, empati ise had safhada…

Üç beş özdeyişleri vardır onların, siz çocukken çocukluk okyanusunuzun dibine çöken, siz büyüdükçe hafifleyip yetişkinliğin geniş ufkunda plop plop diye su yüzüne çıkan, ancak o zaman anlaşılır olan.

İnsan ilişkilerinin piri olmuş kadınlardır onlar, bu içgüdüleşmiş niteliklerini çok seneler insanlar arasına tampon olmakla kazanırlar. İdare sanatını bilirler, evi de sorumlu oldukları insanları da çekip çevirirler. Bir eş, bir gelin olmanın gerekleri ile ilmek ilmek, an be an örülmüş kendi yaşamlarının, çocuk kakasına bulaşmış tırnaklarla tutunulmuş hayatların feyziyle belki kendilerinin değil ama başkalarının koçlarıdır onlar… Koçlarını yitirmiş koçlar…

VE elbette eleştirel bakışın diğerlerine karşı “en azından bugün” bir –sıfır galip kıldığı insanlar… Ne demiştik, “eleştirel bakış insanı insan yapar”…



*eduardo galeano

18.4.08

KARNIYARIKLAR KULÜBÜ


Sarışın, esmer, kumral, mühendis, doktor, yazar, 1.60, 1.70, ve en fazla 1.75, kentin şu veya bu semtinde ve daha ötesi memleketin çeşitli şehirlerinde yaşıyor fark etmez, neredeyse tüm kız arkadaşlarımla ve/veya onların da arkadaşlarıyla bir ortak noktam var: Hepimiz o adı resmen konulmamış kulübün üyesiyiz: Karnıyarıklar kulübü.

Bir ortama girdiğimde, tanıştığım kişi bir hemcinsimse ve, ya gözleri ya da bedeni ile bizzat koşmaktaysa bir evladın peşinden, kendimce sürdürdüğüm bir araştırmanın karşı konulmaz dürtüklemesi ile yapmak istediğim bir şey oluyor hep: O dişinin karnını açıp bakmak, bakıp da toplamda uterus dâhil 8 kata kadar indiğini bildiğim kesiğin o tek ve eşsiz çizgisini görmek…

Esasen son bir kaç yılı saymazsak öncesindeki son 10 yılda karın marın açmaya gerek yoktu o ince “kesi”yi görebilmek için. Şöyle bir suratlara, oturuş kalkış - hal ve gidiş kombinasyonuna, kısaca o bedenin taşıdığı kafanın hayat denen yolculukta hangi duraklara uğrayıp hangi sınıflara dâhil olduğuna bakıp üç aşağı beş yukarı kestirebiliyordunuz doğurmak denen o en doğal eylemin bedenin (bacak hariç ) en altından mı yoksa biraz daha üstünden mi gerçekleştirilmiş olduğunu…

Bir ara öyle zamanlar yaşadılar ki kadınlar, birbirlerine “normal mi sezaryen mi yaptın doğumunu,” diye sormaz oldular. Soru sadece ve sadece şuydu: “Hangi hastanede yaptın doğumunu?”


Artık doğumun şeklinden çok hastanenin adının daha önemli olduğu zamanlardı bunlar.

Doğumun nasıl olduğu sorulmasa da olurdu zaten. Cevap belliydi…
Analarının ne perişan bir doğum eylemi ile kendilerini doğurmuş olduğunu seneler senesi dinleyerek büyüyen eskinin “minik” şimdinin “kadın” kızları bu dehşetengiz hikaye zincirine bir son vermek istemişler ve noktayı koymuşlardı.
Artık son moda hastaneyi konuşmaktı.

Biri yapmaması gereken bir şey yaptığında o kişiyi bu konuda anlamamız adına ardına saklanabileceğimiz 2 bahane vardır.
Biri o kişinin eyleminin yanlış bir şey olduğunu bilmemesi
Diğeri yanlış olduğunu bilse de yapmak için kendini durduramaması…

Feci doğum hikayeleri anlatılan bir ortamda gözlerine endişe perdesi inmiş olarak aralarında dikilmekte olan çocuğun, geleceğin (büyük olasılıkla) “annesi” olacağımı fark edemeyen insanlara kızamıyorum işte bu iki nedenden her hangi biri yüzünden.

Sadece irdeliyorum. Acaba bu hikâyeleri anlatma arzusunun temelinde o zamanların hormonsuz gıdaları ile beslenmiş gebelerin apalak-topalak çocuklar doğururken dönemin hiç de öyle bol keseden sunulmayan doğum alternatifi sezaryen için tutturamamaları ve bu sıkıntıyı bari kendi evlatları çekmesin düşüncesi mi yatmakta diye.

Bir zamanlar sezaryen nadir vuku bulan bir şeymiş. 5 kiloluk bebeleri yırtılarak doğuran kadınlara önceden şöyle bir bakılıp
“Ay yok, sen normal doğum falan yapamazsın, gel karnını keselim, seni de bebeği de yormayalım!” denmezmiş pek.

Belki de bu, nüfusu anlamsız bir şekilde katlanarak artan memlekete o dönemin doktorlarının reva gördüğü bir çeşit doğum kontrol yöntemidir bilinmez. Ama bildiğim bir şey var ki annemin benden sonra bir 3. bebeğe asla ve asla cesaret edemediği.


İşte ben de bu yüzden, belki de ilk adetimi bile görmeden vermiştim kararımı..
“Ben bir gün anne olacağım, ama sezaryen sayesinde!.”

Hamile kaldım. Doğumdan hiç korkmadım.
Benden bir nesil yukarıdaki tüm kadınların buluğ çağımın kimi günlerini karartan tüm o bitmek tükenmek bilmez doğum hikâyeleri tuhaf bir dönüşüme uğradı ve “nasıl ve ne zaman” doğuracağını bilen bir kadının rahatlığı ile süper bir 9 ay yaşadım.

Hani şu popüler mafya dizisindeki yaman ve “en bi esas” esas adamın dediği gibi:
“Sonunu düşünen kahraman olamaz!”

Düşünmedim ve hamileliğimin tadını çıkardım.

Ve bir genelleme yaptım.
Sarışın, esmer, kumral, mühendis, doktor, yazar, 1.60, 1.70, ve en fazla 1.75 vs. vs. vs. 70’lerin dar doğum yollarından geçerek analarına bin tekrarlık kötü hikayeler edindiren bizler evlatlarımızı bu hikayelerden muaf tutmak istiyoruz.

Doktorumun önceden yaptığı benzetme ile narkoza nazaran pasta kıvamında epiduralle vücudumun yarısı acıya hissiz, ruhumun tamamı damarlarımda dolaşan sakinleştiriciler sayesinde mesut bir şekilde ameliyathane masasında yatarken, o zaman diliminin hayatımın en güzel geçen yarım saati olduğunu düşünmekteydim nitekim.

Mavi bir perdenin ardında kalan göğüs altıma abanmakta ve belimi ameliyat masasına bir kaç keredir vurmaktayken üstelik doktor.
Doğum yapmaktaydım. Dedikleri gibi teması, soğuğu ve sıcağı hissediyor ama acıya “pehh !” diyordum ve elbette son derece mutluydum.

9 aylık özlem bitmekte, canım yanmıyor, vücudumun altı kontrolsüzce yırtılmıyor, ehil ellerin neşter ile çizdiği ince bir çizgiden bebeğim geliyor ve kızım aklı erdiğinde tüm bu anlatacaklarımın garantisi altında doğumdan korkmuyor “olacak” üstüne. Ben daha ne isteyeyim.


NOT: BİR İKİ SENE EVEL YAZMISIM BU YAZIYI, UNUTMUSUM.. BULDUM CIKARDIM. YAZI TARZIMDA DEGİSMELER VAR ONU GORDUM. DEGİSİK AMA KARISIK BİR YAZI OLMUS. OLSUN VARSIN...



Foto kaynak için tıklayın: (17. yüzyıl'dan fildişi hamile kadın anatomi modeli )

9.4.08

kız mı, erkek mi?


Bacaksız diye nitelelendirebileceğimiz zamanların birinde,
çıtır çıtır öten çekirdekler eşliğinde
sohbetteyiz.

davetsiz ve ucubik bir kuş,
bir soru ,
dahil olduğum minikler meclisinin ortasına
geldi kondu…



Meclis dağılalı onlarca yıl oldu –lakin- soru hayatımın orta yerinde kaldı… VE dahi beynimdeki sorular kalesinin (ortasına olmasa da ) sağ iç köşesine taht kurdu.

Soru şuydu?

Kız değil de erkek olarak doğmak ister miydin?

Teredüttsüz ve net bir cevap: “Hayır…”

Fakat bundan böyle, bir lanet vardı (sanki) üstümde. Bir soru nasıl olurdu da havada taklalar atar, son saltosundan sonra amacı kaos yaratmak olan sihirli bir değneğe döner ve muhatabını lanetlerdi böyle. Cevabım netti belki ama kafam bulanık artık…

Sahi nasıl bir şey olurdu erkek olarak dünyaya gelmek.

Etek giyememekten daha öte bir şey olmalıydı erkek olmak. Ya da saç uzatamamaktan lüle lüle, ve o lüleleri allı güllü tokalarla donatamamak, incik-boncuk dizi dizi kolyeleri takamamak boyunlara ve bir de mini mini ve temsili de olsa topuklu ayakkabılar içine sokamamaktan ayakları… Bunlar o günlerde ait olduğumuz cinsiyeti gözümüzde güzelleştiren detaylardı… Tüm süsüyle öykündüğümüz annelerimiz, ve tüm dünyanın çevresinde döner gibi davrandığı tüm boyalı basın kuşları hep ama hep kadındı. Sanki erkekler figuran, onların var oluş amaçları ise kadınların varlığını kutlamak ve kutsamak… Erkek olmak pek bir sade pek bir yavan şey gözümde, elbette o günlerde… Baksana örtme ihtiyacı duyacakları memeleri bile yok. O ne öyle dümdüz ütü tahtası gibi bir gövde. Ve ayaklar birer palet, tabir-i caizse… Narinlik diye bir ders olsa sınıfta kalırlar, oturdular mı iki bacakları bir araya gelmez, “yer dar” farketmez, yanlarındaki insanların alanlarına kadar yayılırlar. Ve nerde inşaat ve dibinde bir kum tepeciği, sanki içlerinde muzur bir cin var; atla atla diye bağırır. Veya bir kedi- bir köpek kovalanmak zorunda “onlarca”. Sonra gelsin tetanoz iğnesi gitsin kuduz aşısı… Ve bir de mahalle kavgaları var taşlı sopalı. Velhasıl berbat bir şey (olmalı) erkek olmak… Sürekli vahşi bir at gibi koşmak ve çifteler atmak… Aman aman kalsın. Diğerleri beni ponponlu kabanlarım, kurdelelerim ve incili küpelerimle başbaşa bıraksın. İsteyen kız olsun isteyen erkek kalsın.

Sonra seneler geçti, hem de çok seneler….

Diğer cinsin çifteleri sakin birer adıma dönüştü gibi. Onlar sokaklarda turlarken oraya buraya yetişme , onun bunun havasına, onun bunun modasına ayak uydurma derdinden bertaraf, bizler kendimizi kuaförlerde bulduk, öyle ya saçlar düzleşecek- düzse kıvrılacak. Ve sonra kaşlar var alınacak. Ha bir de tüyler var yolunacak… Çocukken göze cazip gelen tüm detaylar (şimdi) birer birer üzerimize yıkılacak. Öyle ya “toynak”lara geçirilecek bir çift lastik ayakkabı ile iş bitmiyor. Şu kıyafetin altına gidiyor da topuklu ayakkabı, bu kıyafetin altına gitmiyor. E n’apmalı? Para biriktirip bir de babet almalı. İyi ama bu babet sadece pembe elbisemin altına uyar, mavi elbise altına sıkıp dişi bir başka rengini almalı. Ve hani şu çok sevdiğin etek var ya, bir türlü evdeki bluzlarla kesimini belli etmiyor… Sık dişini kızım, para biriktir, hani o mağazadaki şu bluz ne zamandır sana “beni al beni al” diye bağırıyor. Velhasıl kadınlık gerekleri bitmiyor Allah, bitmiyor…

Daha da konuşasım var aslında.
İş süslenip püslenme ile bitse ne gam… Süslen gitsin, güzellikten dert yanmakta nesi? Gerçi dert yanılan şey güzellik değil, kadınlar için konulan güzellik çıtasının yüksekliği… Güzel olmak için o kadar çok şart bir arada gerekli ki. Son cümleyi düzeltiyorum, güzel olmak için değil, güzel sayılmak için demeli. Çünkü yüreğime battı pek bir “tombuldak” eski bir (erkek) dostun geçenlerde bir kız arkadaş için dediği…(tombuldak lafına umarım kızmaya)

Erkeklerden yana şanssız bir ortak kız arkadaşdan bahsederken, tombuldak arkadaş şöyle dedi: her kadın gibi kendisine bakmayıp herkesten şikayet eden bi kız çocuğu :)

Oysaki, söz konusu arkadaş belkide tanıdığım en bakımlı kadınlardan biri. Kuaförlerin en sevdiği tiplerden, ve dahi butiklerin, kozmetikçilerin ve dolayısıyla bankaların da… Her daim ince kalmak için kendi boğazını sıkarak yemek yer, yaşı 30’a dayanmış da olsa 20’lere varmaz gösterir. Üzerindeki gömlek maviyse mavidir ayakkabıları, ve yeşilse gömleği gözlerinin rengindendir gömleğin albenisi… Üzerine bir de kariyer yapar ki değmesin nazarlar… Genç yaşına rağmen kartvizitinde hep yüksek yüksek mevkiler yazar.

Peki nasıl olur da kendine yönelik tüm emeğine ve mesaisine rağmen “her kadın gibi kendisine bakmayıp herkesten şikayet eden bi kız çocuğu” tanımlamasını hak eder?

Üstelik tombuldama konusunda kendisine engin hak tanıyan bir dost tarafından verilmiş bir hükümle….

İki resim arasındaki farkı bulun..
Ya da siz uğraşmayın ben söyleyeyim.
Biri kadın,
Diğeri erkek.

Hani biri evleninceye kadar rahibe gibi, öbürü de tenlerden tenlere gönlünce serseri mayın “olabilmece” olan cins(ler)

Ekim ayında doğmuş olmak berbat bir şey. Muhtemel ki “burç”lar safsata değil. Hele ki terazilerin adalet saplantısı türündeki söylemler hiç değil.

Duruyorum duruyorum haksızlıklara takılıyorum.

Bir elmanın iki yarısı,
Nasıl olur da bu kadar eşitliksiz algılanabilir diyorum.

Ve sonra boş bir anımda boş bir derginin sayfalarını çeviriyorum.


“Ağlama ihtimalinize karşı suya dayanıklı bir rimel kullanın.” diyor dolu gözüken ama bence boş bir sayfa….

“Allah alllllllah,” diyorum “Kadın olmak ne zor iş!”
Not:Resim deviantart.com'dan