30.12.07

Tüm şarkılar......

“Klasik anne formatı dışı” pazarlardan birinde, anne ne kadar çabalasa da “klasik anne formatı dışı” bir gün diye bir şey olmadığını bilerek ütüyü fişe taktı. Klasikliği yoketmek adına, ya da Tanrı vergisi bir eğilimle ruhunu besleyip sıcak demir düzleyici banallığından sıyrılmak- ve işleri biraz kolaylamak umuduyla teknolojinin sunduğu başka bir imkana dokundu.

Müzik odaya doldu.

Külü çoktan göğe savrulmuş dişlek bir adam çok basit ama çok güzel bir şeyler diyordu….

Seni sevmek için doğdum
Kalbimim her atışında
Evet, seninle ilgilenmek için doğdum
Hayatımın her gününde…

Kadın şarkıyı mırıldandı, belki de daha ötesi haykırdı…
Çocuk ayak altında dolandı. Ütüye yakın geçti, anasını çekiştirip iteledi. Ortada kalmış bir çantaya el attı.

Kadın şarkıyı söylemeye devam etti :

I was born (dağıtma) to loooove you

With every single beat (yapma) of my heart….


Çocuk da deşinmeye ve tepinmeye.

Ne de olsa bunları haklı çıkaran iki bahanesi vardı:

Tüm dünya üzerindeki çocuklara bahşedilmiş "yarı deli muzurluğu".
Ve aşk adına yazılmış tüm şarkıları üzerine alınma hakkı…

Söylenenlerin tanımadık bir dilde olmasının ise önemi yok kadar azdı.
Ne de olsa anne aşkının tek bir dili vardı ve diğer herşey bunun ifadesi için bir araçtı….

22.12.07

Falda Böğürtlen....(Asliberry'ye)

Öpüşürler ve kız arkasını döner kalabalığa karışır.
Yüzlerce kara kabanlıdan biridir artık. Ve daha da ötesi kalabalıktaki onlarca at kuyruklu kızdan biri…

Bir süre gözle takip edilebilir durumdadır. Biraz zaman geçince takibi imkânsız bir hal alır. Dışarıdan bakıldığında hepsi birdir (işte). Madem hepsi birbirine benzer ve hatta kimileri kısmet denen yabancı dillere çevrilemez şey sayesinde sepetine düşen(ler)den daha iyi; “Nedir fark,” der oğlan kendine.

Cevap için mevsimi beklemek gerekir, vardır her cevabın bir mevsimi çünkü.

Yaz bitmektedir. Dağların yokluğunda dağ geçinen tepelerin önünde buluverir oğlan kendini.
Çalılar bir başka gözükmektedir. “Yanaklarına al düşmüş gibi mesela,” der oğlan. Keçiyolunun sağını solunu sarmış mütevazı dikenli teller çok değil birkaç hafta eveline göre biraz renklenmiş gibidir. “Aşık olmuş gibi mesela” der oğlan.

Aşkkk. Aşşkkk. Aşşşşşşşşk.
“Ne tuhaf bir laf bu,” der oğlan kendine, ve dahi tuhaf bir his de aynı zamanda, tuhaf bir kelime olmaktan öte.

Yaşlanmaktan korkar sonra. Çünkü aşk bir ayrıcalık ise eğer, ayrıcalık gençlikle beraber bitmektedir (görünen o ki). Buna “Hayır” diyen olabilir. Onlar içinse gençliğin menzili uzatılabilir. Birçok kavram gibi gençlik de lastik gibi birşeydir nasıl olsa. İsteyen istediği kadar uzatabilir. VE dahi isterse sündürebilir bile.

Pofuduk ve rengârenk minderlerin yeşil çimenler üzerinde dört bir yana dağıldığı nargile evi gelir sonra aklına. Aslında aklına gelen son zamanların “yayılarak zıkkımlanmak” modasına uyum sağlayan “içimhane”sinden ziyade sözkonusu yerin kadrolu falcısıdır. Ülkedaşlarının taklitçilik yeteneği üzerine düşünme fırsatını esgeçmek ister ve herşeye rağmen farklılaşma çabasına odaklanır. Nargileevi sahibinin diğer rakipleri gibi yüzlerce lira sayarak diktirttiği ve bahçeye cansız çiçekler gibi bir nevi ektirttiği sarı- mavi-turuncu- yeşil-pembe ve illaki kırmızı onlarca minder değildir de aklını çelen, bir kara kuru kadındır minderler arasında salınıp gezinen.

Farklılaşma çabasının eseri, “Kadrolu falcı” yanaşır müşterilerin yanına bazı bazı. Amaç belirsiz. Kara kabanlı sevgilisine göre oğlanın, niyet kazanç arttırmak. Oysa oğlan başka düşünmektedir her seferinde. Göz göze gelip ağusunu almak her faninin kolay iş olmamalı bir medyum için. Yanaşıp konuşacaksın, konuşup boşaltacaksın aldığın enerjiyi (zat’dan). Ve onun hissedip de hissettiğini kendi kendine bile itiraf edemediği kötü kaderini allayıp pullayıp kelimelere dökeceksin ki o rahat etsin ve elbet 6. his lanetine uğramış olan kadrolu da onunla beraber.

Fakat her zaman her şey bu kadar berbat olmak zorunda değildir. Yan siniye yanaşık pembe minderde oturan kız yanındaki uzunla evlenme hayalleri içinde fincanı ters çeviriverir. Biraz uzun olmanın gerekliliği, oğlanın başı kavaklar ve onları etkileyen yeller arasında olabilir. (Ve) İşte tam bu yüzden belki biraz geç düşünebilir ama -- kuyumculardan kuyumcu beğen -– bir vitrinde kız için bir alyans epeydir alınmayı beklemektedir.

Ve sonra yine aynı grupta, bu kez kırmızı minder üzerinde oturmakta olan kız da emeline ulaştı ulaşacak, bunun için fincanı al aşağı etmeye gerek bile yok, dizinin dibindeki oğlan hem elini tutmakta, hem gözünün bebeğini kollamaktadır kızın: “Acıktın mı sevgilim? Bir koşu sana tost alayım, geleyim”

Velhasıl, düşünür oğlan “aşk güzel şeydir,” taşlı-topraklı keçiyolu ayaklarının altında hışır – hışır.
Sonra aklına yan sininin diğer konukları gelir. Keramet renkte midir belirsiz, ama kızlardan biri kahverengi minder üzerinde oturmakta. Kızın arkadaşlık konumundan sevgili durumuna kendiliğinden terfi etsin diye gözünün içine baktığı hödük ise başka masalara bakmakta. Kız güzel, güzel olmasına ama – ama işte.

Kadrolu falcı belirir. Sezinlenilmiş – ve anlatılması gerekmiş şeyler dönmektedir masada. Kötü haberi sona sakla. Pembe ve kırmızı minder sakinleri dinleyecek önce halini, kahverengi minderdeki en sonra.

"Böğürtlen var burada," diyor kadın, bakarak yeni açılmış- ama daha öncesinde telvesi donup kalmış fincana. Sonra bilmezmiş gibi ne için kapattığını kızın falı, konuşuyor tuhaf edalarla : “Falda böğürtlen işte başarı, aşk hayatında yenilgi demek. Ne için kapattın görünmüyor ama her işte önemli olan hayırdır hayır…”
..

(Ve) Bir başka gün, bir başka günün cadısı konuşuyor bir başka yerde:

“Rüyanda böğürtlen gördüysen vay haline zira seni ağlatacak bir olay yaşayacaksın demektir.
Ama uyanıkken, ve hatta dipçik gibiyken, (çünkü dağ bayır yürümektesin) böğürtlen görmek mutluluk demektir.”

Harfler ve kelimeler ve cümleler yankılanıp yankılanıp yokoluyor sonra.

Bir tek keçiyolu var, aynı hayat gibi, oğlanın önünde uzanmakta…

“Nedir fark,” diyor oğlan kendine tekrar, "hepi topu el kadar at kuyruğuyla onu (siyah mantoluyu) diğerlerinden ayrı kılan?"
Sorunun cevabını bilmiyor.

Sıra bugünün cadısına geliyor… Parmağını önce “A” harfine basıyor, sonra “Ş” sonra “K” klavyede:

“Aşk gibidir böğürtlen.
Ya da dalında binlercesi varken sadece bir tanesini gözüne kestirmek, ona doğru çekilmek aşka benzer. Aşk da böyle bir şeydir çünkü. Çok insan vardır hayat kapınızdan giren çıkan, ama sadece birinden gözünüzü alamazsınız. Uzan da al beni der sanki o size, diğerlerini artık umursamazsınız” diye yazıyor.

Gözü kenardaki böğürtlenlere takılıyor oğlanın
Daha nicesi yan dallarda ışıl ışıl- bal bal - diri diri bekleşmekteyken uzanıp da yalnızca birini koparıyor, ağzına atıyor.

Oğlan biliyor,
--önce veya sonraları bilmez ama-- tam şu anda dünyanın en nefis böğürtlenini yiyor.

10.12.07

John


2. bin yıl bitiyor(du). Radyonun biri bir yarışma açmış(tı). Hernedense bin yılın değil de yüz yılın şarkısını seçin (di) konusu...

Aday falan yok(tu), aklınızdan geçeni gönderiyorsunuz(du).
(
O günlerde
)
Hem kafamda hem de müzik çalarımda sürekli dönmekte(ydi) John...
Diyor(du) ki:

Geçmişi düşünüyordum
Ve kalbim hızla çarpıyordu
KOntrolümü kaybetmeye başladım
Seni incitmek istemedim
Seni ağlattığım için üzgünüm
Seni kırmak istemedim.
kıskanç bir adamım sadece

Güvensiz hissediyordum
Beni artık sevmiyor olabilirdin
İçten içe titriyordum
Seni kırmak istemedim
Seni ağlattığım için üzgünüm
Kıskanç bi adamım sadece

Gözlerini yakalamaya çalışıyordum
Kaçırmaya çalıştığını düşünüyordum
Acımı yutkundum
Acımı yukundum(uyordum)

Seni kırmak istemedim
Seni ağlattığım için üzgünüm
Kıskanç bi adamım sadece
Kıskanç bir adam..




Yarışma sonlandı. Şarkıyı tutturamadım ama binlercesi arasından şarkıcıyı tutturdum.

Bin yılın şarkısı yine John'dan dı:

Onun deyimiyle her türlü geleneğe karşı ama şeker kaplı olduğu için kabul görmüş bir şarkı, Imagine, en çok oyu aldı...

İnsanlar benim gibi aşkı değil idealleri oylamıştı.
Yenilmek bu kez çok tatlıydı....



1.12.07

Neyse ki "Müebbet" Bileklik

Karışık duygular içinde olmak istiyorsanız, anne olun!
Bu durum size kendinizi farklı günlerde farklı savlar öne sürerken bulma tecrübesini yaşatacaktır.
Bu savlardan biri şudur: Evlattan öte bir şey yok… Doğurmadan önce bir çocuğu bu kadar sevebileceğime inanmazdım…
Diğeri ise şudur: Aman- aman, sakın ola evlenmek için, hele ki çocuk yapmak için acele etmeyin!
İkinci savdan dinleyicinin eşinizi sevmediğinize dair bir bulgu çıkarmasına engel olma istemiyle elbette ki ek açıklamalara ihtiyaç göstereceksiniz…. Ki bunlar “o” nun aslında son derece iyi bir insan olduğu, çok severek evlendiğiniz ve hala da çok sevmekte olduğunuz türü özelinize ait minik itiraflardır.
Keza çocuğunuz da öyle; pek bir sevilesi, pek bir öpülesidir.
Uğruna (muhtemelen) kariyerinize bir müddet ara verip kendinizi unutacak kadar kıymetlidir.
E peki bu durumda adama sormazlar mı? "Kardeşim ne diye evlenmeyim, Ne diye doğurmayım," diye.
Sormuyorlar merak etmeyin. Çünkü gerek kalmıyor. Siz otomatik bir şekilde “tukaka” sendromunu netliğe kavusturyorsunuz.
"Bitmeyen ev işleri,"diyorsunuz mesela,
ve çocuktan sonra biten özgürlüklerinizden dem vuruyorsunuz.
Burada biraz rötuş gerekli aslen.
"Özgürlükleriniz" değil "özgürlüğünüz " söz konusu olan.

Zira eşiniz
"e ne var hayatım, sen de istersen arkadaşlarınla bir yerlere gidersin,"
diyerek balığa yollanırken siz eliniz belinizde kalmış onun arkasından bakmaktasınız. Bir başka gün iş arkadaşlarıyla halı sahada futbol, başka bir gün ise işyerinden sevilen bir müdürle tenis oynayacakları zaman da oyunbozan olmak istemezsiniz herhalde.

Siz en iyisi havaya kalkıp tehditkar bir ifade ile sallanmaya hazır hale gelmek için can atan işaret parmağınıza ince bir ayar çekin.
Baktınız o parmak söz dinlemiyor, yavaştan havaya kalkıyor, onu veya kendinizi durdurmanın en güzel yolu kiminizde pembe- kiminizde mavi ama illaki plastik ve bir doğum evi menşeli bilekliği söz konusu işaret parmağının uzantısı olan bileğe takmak. Belki henüz yavrulamamış olanlar vardır aranızda, açıklayayım.

Doğumda bu bilekliğin bir eşi evladınıza, bir diğeri de sizin bileğinize takılır.
Kim kimin çocuğu iyice netleştikten sonra çıkarılsa da bileklerden plastik, kalpte kalır izi onun bilekte değil.
İşte bu yüzden gidemezsiniz “zevk için” etkinliklerine.
Gidemezsiniz iş ile ilgili bir ek göreve bile içiniz rahat, ve evladın yedek kıyafetleri ve dahi yemekleri, ve bizzat içirilecek ilaçları sıralı ve listeli hazır bırakılmamış halde eşe.
Hayret edersiniz kalbinizi sarmalayan plastiğe ve sinir olursunuz bu bileklikten 2 değil de 3 adet bulundurmayan, tedbirsizlikten babanın kolunu boş bırakan hastane personeline.
İşte böyle yazarsınız bir gece vakti sonra.Ardından açıklamalar yapma gereği duyarsınız sevdiceğinizi savunma arzusuyla...
İyi bir babadır elbet o. Doğum ardı depresyonu ile ilk bir hafta çocuğunuzun yüzüne bakmazken kim doyurup bakmıştı evladınıza, unutmamalı.
Mesele onun babalığında değildir aslında ama erkek olmak varmış(tır) bu dünyada… Henüz ütopyalar gerçekleşmemişken, hastaneler babaların koluna da bir plastik bilezik takmıyor iken ama….