26.11.08

Nehir'in Gagalı Bebeği...


Ortalıkta karnı burnunda dolaşıyordu bugün Nehir. Bluzunun içine Irmak'ı sokmuş. Irmak Nehir'in ördeği. Neden orada taşıdığı sorulduğunda ise "içerde süt içiyor," cevabını veriyormuş. Komik geldi bana, geleceğe not düşeyim dedim.

24.11.08

Sessizlik

Okulun en güzel köşesine kaçtım. Kapıyı açtığımda beni karşılayan şey sadece eski kitaplara has sararmış yaprak ve solmuş mürekkep kokusu. Burası kütüphane. Kitaplar kendi kendilerini okuyorlar, tek başınalar. Gece karanlığında düşünceleri ile başbaşa kalmış insanlar gibi tıpkı.

Ancak gecenin huzursuz kafalara ettiği eziyet bir başkadır. Mezarların karanlığını mı yoksa ölenin tek başınalığını mı çağrıştırdığından belirsiz, gece ölüme benzer. Ve bir de rüyalar vardır, Shakespeare'e göre cennetimiz, ya da cehennemimiz. Korktuğumuz ölmek değil, muhtemel ki hissedeceklerimiz....


Ama şimdi çok uzaktayım bunlardan. Kitaplar birbirlerine başlarını yaslamışlar dört duvarda durmaktalar. Sessizlik güzel...

20.11.08

Yeter ki üzülmeyeyim...


Yukarıdayım. Evin içinde korkunç bir düşüş sesi yankılanıyor. Nefesimi tutup bekliyorum. Kısa bir an içinde çığlığı basıyor. Düşmüş.

Koşup kucağıma alıyorum.

Çok mu kötü düştün diye soruyorum.Çok üzgünüm, anlıyor.

"Hayır anneciğim çok iyi düştüm," diyor.

bilgisayarda özür dileme tuşu


bilgisayarın önünde bir şeyler yazıyorum. araya nehir giriyor. klavyede x'e basıyor. bana kızmıs. bu onun dilinde bir şeye çizik atmak, onu bir nevi hayatından çıkarmak demek. sonra ettiği nazın fazla ileri gitmis bir naz oldugunu düsünüyor ki, sil tusuna basıp x'i siliyor. ve "bilgisayarda özür diledim," diyor.

Nehir'e göre silmek, yaptığını geri almak- özür dilemek demek.

Keşke gerçek hayatta da özür dileyince tüm yapılanlar ortadan kalksa. Hiç yapılmamış gibi olsa. Hani bir şarkı da olduğu gibi "bir hata yapınca geri sarılsa"...

12.11.08

dört sene evvel bugün....


4 sene evvel bugun, sabah herkesten önce kalktım. Aynanın karşısına geçip gözüme sürmeler çektim. Yanaklarımı mat, dudaklarımı canlı kırmızılara boyayıp saçlarımı dışa dışa şekillendirdim. Saçım başım tamam olunca yerlere kadar uzanan batik bir elbise geçirdim üzerime. Ardından kısa belli ve zımbalı bir deri ceket.

Herşey tamamdı, artık seni doğurabilirdim.


Hastaneye girdiğimizde tüm gözler dönüp bize baktı. Zira senin tuhaf anan doğurmaya değil de partiye gider gibi durmaktaydı. Odamız hazır değilmiş, öncekiler vaktinde mi terkedememiş, süpriz bir doğum mu meydana gelmiş, hemşireler geveledi bir şeyler. Koydular babanla beni bir ara durak odasına.


Ben kendimden ziyade doğum sonrası atılacak mesajların derdine düştüm. Yazdık sen doğmadan "Nehir bebek dünyaya geldi, hepimiz iyiyiz. Binnur -Ertunç- Nehir" diye. Mesaj henüz beklemedeydi, derken hemşirenin biri geldi, "Sizi yukarı çıkaracağız," dedi.

Sandım ki beni odama yerleştirecekler, kuzu kuzu giydim ameliyat kıyafetini. İnsan zaman zaman çok saf olabiliyor, senin anan gibi "nasıl olsa ardımdan o da geliyor," diye evladının babasını öpmeden (ve dahi günler evelinden planlanmış bir şekilde vedalaşmadan) asansöre koşturabiliyor. Asansöre binip yüzümü kapıya döndüm bir de ne göreyim, kalmışım hemşirelerle başbaşa. Baban farketmiş alıklığımı, ses etmemiş- eh iyi de etmiş. Benden sonra gelen kadınlar meğer kocalarının boyunlarına atılıp atılıp pek göz yaşı dökmüş.


Sonra?

Sonrası ameliyathane. Sakin bir başlangıç, belime taktıkları iğneyi hissetmedim bile. Ancak oradan verdikleri sıvı her neyse insana sırtında soğuk-ılık sular akıyor hissi veriyor. Masaya su mu döküldü diye sormaktan başka bir çıkıntılığım oldu desem yalan olur. Bana demişlerdi ki doğum esnasında ne dilersen olur. Damarlarımdan akıttıkları tüm o muhteşem ilaçlar eşliğinde huzura erip bin bir dilek diledim kızım seni dünyaya getirirken ben. Eğer dedikleri doğruysa harika bir hayatın olacak, bil!


Çok güzel dakikalardı, eşsizdiler hatta. hayatımda bir benzerini daha tatmadım hisler...

12 Kasım 2004'de saat 10:00 olduğunda karnımdaki 8. ve son kesiği atarak dünyaya açılan kapını tam olarak araladı doktorlar. İlk anda sesini duydum: gür, sonra ayağını gördüm: upuzun. Seninle ilgili ilk düşüncem kızım, şudur: "Aman Tanrım ne kadar büyük ayağı var!"


Aslında büyük olan ayağın değilmiş de zayıf olan bileğinmiş meğer. Sonradan farkettim ki benim 52 cm2e 3.650 kg'lik kızım aslında bir minik kedi yavrusu kadar.


İşte kedişim, ilk anlar böyle özetlenebilir. Fakat ilk haftayı özetlemek gerekirse doğum sonrası depresyonunun kollarında perişan bir anne, bebeğinin üzerine titreyen bir baba ve elbette bebeğin özverili Nikol teyzesi unutulmamalıdır.


Uzun zamandır yazmıyordum. Neye, kime diye düşünüyordum. Sonunda cevabı buldum. Zamana ve unutmaya karşı, sana ve senin için kızım (ve elbette kendim için de)

23.10.08

Kanatlar




Çocukluğumun gecelerini sıkıştırdığım apartmanlardan birinde ardı ardına erkek çocuk doğuran bir kadın vardı. Elbette ki arzusu, hiç bitmeyecek gibi süren 9 aylardan birinin sonunda kucağına bir kız bebek almaktı. Aralıklarla 3 kez şişirdiği karnı ona her seferinde potansiyel ateş parçası bir oğlan hediye ettiği için hayat yolunda bundan böyle elde edebileceği akrabalık statüleri kaynanalık ve babaannelik ile sınırlı kaldı. Ancak yaşamın kıyısına doğru elde edilebilen bu iki tanımlamadan çok önce, bilmeden edindiği bir başka tanımlama daha vardı, o da çokbilmişlikti.
Çok bilmişliğin (başka) insanların kaderi üzerine belli belirsiz bir etki yapabileceğini ondan öğrendim ben. Ve örnekleme yaparken kendi bakış açımızın başvurulabilecek en iyi referans olamayabileceğini.
Ancak insan unutur. VE insan ahkam keser. Tıpkı benim daha sonraları başkalarına yaptığım gibi.
Anne baba kanatları altında güvende, ancak belirsiz bir gelecek yüzünden kafamın karışık olduğu bir dönemde gelecekte ne olmak istediğimi sordular bana. “Bilimadamı” dedim. Atıldı 3 oğlanlı teyze: “Ben de istemiştim bir zamanlar bilim adamı olmayı, ama sonra düşündüm ki her şey icat edilmiş. Kaşık icat edilmiş, çatal icat edilmiş ve bardak icat edilmiş. Sandalye tamam, masa tamam, bize gereken her şey tastamam. Sonra vazgeçtim bilim adamı olmaktan.”
Bir ruhun kanat filizlemesi uzun sürer, ancak kanatları koparıp atmak birkaç cümleye bakar. Kanatlarım ruhumun sırtında ince bir sızı bırakarak o gün koptular.

12.9.08

Değiş-tokuş....

Nehir diyor ki "keşke benim adım Binnur olsaydı,"
Ben diyorum ki "Keşke Nehir benim adım olsaydı."

Sonra diyor ki Nehir "O halde değişelim isimlerimizi..."

OLur. Neden olmasın. Ben sen doğmadan önce başlamıştım senin adına imza denemelerine. Benim için zor olmayacak. Ama sen büyüdüğünde pişman olacaksın, geri almaya çalışacaksın adını. Vermeyeceğim geri, haberin ola. Ve bana bıraktığın tüm çocukluk anılarını da... Sen ne kadarını hatırlarsın bilmiyorum, ama ilk 4 yıl senden çok benim aklımda...

9.9.08

Nasıl bir Masal ?



Ailenin en küçüğü olmaktan yakındığım günler vardı. Ama onlar çok gerilerde kaldı. Artık ben bile küçük değilim. 40’a çıkan merdivenlerde sondan ikinci basamakta dinlenmekteyim. Teyzeme anlatıyorum minik kızımı. Ona sunulan imkanlar bize sunulmuş olsaydı her şeyin çok daha farklı olacağından söz ediyoruz, bir çoğunuzun zamanın bir köşesinde sarfetmiş olduğu cümlelerle. Ama sonra farklı bir laf çıkıyor teyzemin ağzından; duralıyorum. Birazı etkilenme, çoğu hüzünlenme- karışık duygular içine giriyorum.
“Artık biz masal olduk onlar gerçek!” diyor teyzem. Neden? “Çünkü biz sürekli geçmişimizden bahsederken onlar gelecekten bahsediyorlar!”

Henüz “sürekli” değil belki ama, ekseriye “evet!”

Şöyle yapmıştım, böyle etmiştim, şuraya gitmiştim, şunu görmüştüm.
Miştim- mıştım…

Oysa söz konusu kızımsa eğer acak-ecekler devreye giriyor. Ve illaki her cümlenin sonuna yapıştırılmış birer “inşallah” kelimesi.

Belki de gelecekten bahsedenler onlar değil, biziz.

Verdik bir kere genlerimizden bir demet, evladın geleceği ve kendimizinkini birbirine dolanmış iki sarmaşık gibi görmekteyiz. Biz insanoğlu, içinde umut barındırmayan hayatları sevmeyiz. Kendimizde olmayanı evladımızın minik omuzlarına yükleriz. Böylece okuduğumuz masal her iki yöne doğru uzar ve renklenir; biri geçmiştir – öteki ise gelecek.

Umarız ki gelecek evladın yüzüne gülecek.
Gülmeme ihtimalini de biliriz elbet. İşte bu yüzden gerilir, 4 yaşında çocuklara haftada 11 saat İngilizce dersi veren okulların kapısına diziliriz.

Kötü bir şey mi bu?

Değil elbet. Fakat biraz derin düşününce sırtım ürperiyor. Yarış çoktan başlamış, çocuklar bilmiyor. Fakat ben bir anneyim, kızımın bilemediklerini bilirim. Nehir’imin de masal olacağı zamanlar gelecek, anlatacağı hikayenin rüyalar kadar güzel olmasını isterim…

7.8.08

çöp

Bir masanın başında, elde kalem tüm dünyayı (bir çeşit) feth edebileceğinize dair inancınız varsa bunu Marquez gibi adamlara borçlusunuzdur. Oysa ki o, kendine ait bir kitap için şöyle der: “Neyse ki kâğıt sepetine atılmak, bu On İki Gezici Öykü için yuvaya dönüşün ferahlığı gibi olacaktır herhalde”

Bu basit cümle bana ne çok şey ifade eder.

Boynum uzar, zürafa olurum, tepeden bakarım kendi hayatıma: Bir kadıncık görürüm dalgalar arasında. Burası (O gün kötümser günümdeysem) “beyhude çabalar denizi”, (iyimser günümdeysem) “varoluş okyanusu”dur.

Kadıncık dalgaları ile boğuşmaktadır. Ben’inin peşinde koşmaktadır. Fark yaratmak ister, ortaya bir şeyler koymak ister, ister oğlu ister.

Neyse ki her tanrı kulu kendini bir şekilde ifade etmek ister. Böylece daha bir affedilir gelir gözüme çırpınışlarım. Bu affedişlerden güç aldığım günlerde yazar da yazarım. Ne için? Bilmem, belki de kağıtlara yuvaya dönüşün ferahlığını hissettirmek için…

27.6.08

Yapraklar ve Kuşlar


Çınar ağacı yapraklarını Haziran’da mı döker? Yoksa buradaki çınarların içini yakan bir şey mi var bilmiyorum.
3 yıl 7 aydır yeryüzünü gözümde daha bir güzel kılan kızımla yürüyoruz, ayaklarımızın altında haşır huşur çınar yaprakları.

—Anne, yapraklar niye dökülür?
— yeni yapraklara yer açmak için

Hayret! Ne kadar da 30 yıl kadar evvel sorduğum soruya, ve aldığım cevaba benziyor bu cümleler.
Ama konu başkaydı.
Sormuştu çocuk Binnur:
— insanlar niye ölür?
—Yeni doğacak insanlara yer açmak için.

O gün çocukmuşum gerçekten. O gün bu cevapla tatmin olmuş(t)um.
Sonra büyüdüm.
Yeni insanlar doğmak zorunda mı? Onlara yer açmak için kendimizi feda etmek zorunda mıyız, diye sorar olmamdan anladım büyüdüğümü.
İnsanın hayatın tadını en çok çıkardığı, beynini ölüme dair korku kurtlarının kemirmediği zamanların kendini bilmediği, dönemler olması ne ilginç...

Kendini bilmemek!
Hani derler ya, “kendimi bildim bileli”…

Kendini bilmediği dönemler var insanın. Hani yaşadığının bile çok farkında olmadığı. Evel ezel var zannettiği kendisini, zamanı sorgulamadığı. İşte o günler mis gibi süt kokar ağzı insanın ve bir dönemi o günlerin, kendi anasının sütüdür kokan.

Çok uzun süre iç içe, ten tene, süt süteydik biz kızımla. 2,5 yıl. 2,5 koca yıl.

Soruyorum (dün) Nasıldı sütümün tadı?
Cevaplıyor: kremalı süt gibiydi, çok güzeldi…

Yazmalıyım.
Bunu da yazmalıyım.
Ben zamanın farkındayım. O değil. Ben biliyorum her şey zamanın hışmına uğruyor, akıyor, gidiyor, unutuluyor.
Ama o daha bilmiyor.
Çünkü o, tertemiz. Neden ağaçtaki yapraklar yerlerini yenilere bırakmak zorunda diye sormuyor.
Çınar yaprakları zamanlarını doldurmuş, ayaklarımızın altında hışırdamakta.
Kızım bana şöyle diyor:
Ve ağaçtaki kuşlar uçuyor, yerine yenileri konuyor….

Yine Haziran.
Yılın zamanı en çok sorguladığım ayı.
Şimdilik ağacın dallarındayız kızım. Kanadımın altındasın hatta sen.
Senin için öyle çok hayalim var ki…
Yüksek yüksek ağaçlarda hayal ediyorum seni hep. Ve maviliklerde kanat açmış hür! Zamanı geldiğinde ya uçacağım yeni kuşlara yer açmak üzere, ya düşeceğim yeni yapraklar çıksın diye.
O zamanın hay huyu içinde söyleyemeyeceklerimin telaşı içindeyim şimdi.
Ha bir eksik, ha bir fazla söylenmiş sevgi sözcükleri ne fark eder aslında minik kuşum. Sen yine de bilirsin çok ama çok sevildiğini.
Ve nasıl anlatabilirim sana, geçenlerde gördüğüm beli bükük yaşlı kadında kendi geleceğime değil, senin geleceğine dönük kederimi.
Düşündüm ki o yaşlara geldiğinde yanında olamayacağım. İçim cız etti.

Umudum seni o yaşlara geldiğinde bana veya babana ihtiyaç duymayacak kadar kuvvetli biri yapabilmiş olmak.
Sonra?
Sonrası yapraklar ve kuşlar….

9.6.08

Floş Royal





“Neden Jethro Tull t-shirtini giymedin?” diye soruyor Ertunç.
“Kirliydi,” diyorum.
“Heyecanlı mısın?” diye soruyor bir de…
Heyecanlıy(d)ım tabi.

Hayatımın yarısına bir çeşit fon müzik gibi, alttan alta yerleşmiş bir gruptan, aslında sembolden bahsediyoruz.
Gençliğimin sembolü, hayatımın baharını hatırlatan bir isim: Jethro Tull…

Çabucak bir hesap yapıyorum. 37 yıl ve bir de sahibi tarafından kaale alınmayan bir adet buçuk var ortada. Tüm bu kadar zaman ben doğalı beri geçmiş. Bunun yarısından üç fazlası, koskoca bir 19 yıl ise onların eşliğinde.

İlk kasetlerini aldığım günü hatırlıyorum; Thick as a Brick.
1989’un Mayıs ya da Haziran’ı.. Üzerinde bir gazete sayfası resmi var kapağın. Eve gidip çabuk hareketlerle teybe takıyorum kasedi. Bir şarkı başlıyor, bitimsiz- inişli çıkışlı bir şey. Kasedin bir yüzü bir şarkı, çeviriyorum arkasını bir şarkı. Bildiğim kaset süresi ne ise o kadar ama, hepi topu iki şarkı işte.
Hani hayat gibi, kesintisiz ve bir yükseklerde, bir alçaklarda.
Sanki kücük öykülerle yetinmeyip roman yazmış adamlar müzikle.
Sonrası,
sonrası hep anlattığım hikaye.
Ben doğmadan evel başlamışlar müzik kariyerlerine. Bende bir telaş! Dar öğrenci bütçemle tüm kasetlerini toplamaya çalışıyorum grubun.

1968 yılında, sanki kendilerine “yan flüt ile progresif rock bu mudur” diye sorulmuşçasına “This was” (Buydu) albümü ile atılıyorlar dünya müzik arenasına.
Ertesi sene s”Stand up”- Kalk ayağa diyorlar henüz kendilerini farketmemiş rockerlara. Sonra, benim doğduğum yıl geliyor. “Benefit”-Fayda diyorlar, derken derken seneler su gibi akıp geçiyor, geride onlarca muhteşem album ve binlerce konser bırakarak.

Bu sene Jethro Tull’ın saçlarına ak düşmüş üyeleri birlikte 40 yıl kutlamaları yapıyorlar. (arada gruba giren çıkanları da unutmamalı) .

VE günlerden bir gün hayat arkadaşım arıyor beni iş yerinden.
“Bak,” diyor “konser”.

Biliyorum konseri ama başında kavak yeleri esen eski rocker, hayatın gerçekleri ile biraz dibe çökmüş sanki: “Pahallı,” diyorum. “Hem nasıl gidecez?”

Nişanlılık dönemimiz biterken arabasız hayatımız başlamıştı. Nicedir tabanvayız…

“Bak,” diyor “sen orasını düşünme, araba kiralar hallederiz. Kapatıyorum ben, iyice bir düşün karar ver. Ama unutma 40. yıl bu. Bir dahaki sefere olmayabilir. Maazallah içlerinden biri ölür, ya da ne bileyim grup dağılır falan…”

Ha bir de diyor ki bana “Hani hayatımın en mutlu bir buçuk saati demiştin 20 yıl evelki konsere.” Üniversitedeyken ben, yine gelmişlerdi. Ama Efes Anfi tiyatroya. Öğrencsin ve yine hayat her köşeden masraf kapısı açıyor sana. Nasıl gideceksin. Girmiştim sanat festivaline gönüllü yer gösterici olarak. Anlattım geçenlerde, biliyorsunuz. Muhteşemdi. O zaman solist Ian’ın kıvır kıvır rocker saçları omuzlarında. Sahnede leylek gibi bir bacagını kaldırıp diğerine dayayarak flüt çalıyor, biz bağırıyoruz: aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa..
Sonra Fat Man şarkısında oturduğu tabureye, My God şarkısının çıkış noktasında kalkıp bir tekme vuruyor, biz bağırıyoruz: aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa..

Telefon elimde hala. Destekçi arayışı içinde Aslı’yı arıyorum. Bu Aslı, o Aslı. Hani çarşının altını üstüne getirip bana Jethro Tull t-shirti arayan, neticede yaptıran Aslı.
Diyor ki “git tabi deli misin, düşündüğüne bak. VE bir de diyor ki canım benim: Sıkışırsan ben sana destek atarım ay başında.

Ah be Aslı, senin varlığın yeter, ne parası. Dünyanın para işlerini çözdüm ben çoktan. Kaydıra kaydıra ödedin mi faturaları her bir şey yeşerebiliyor hayatında.
Tekrar telefon açıyorum hayat yoldaşıma. Al aman be gideyim diyorum.

Gideyim…

Tekil..

Çünkü babası kızıma bakacak ben konserde çığlıklar atarken.

Konser başlamak üzere.

Belki hızlı çakılmış bir biranın etkisiyle, belki eskiyerek, giderek daha bir kabarmış yüreğimden dolayı bilmem, yerimde duramıyorum. Ağlayacam.

Ucuz yerden de almamış biletimi kocam.
Orta bloktaki yerime ilerliyorum.
Çok mutluyum. Sağıma soluma çoktan yerleşmiş kalantorlara muhteşem bir gülücükle “iyi akşamlar,” diyorum.

Sonra sahne aydınlanıyor. Benim adamlar geliyor. Ağlıyorum yahu, ağlıyorum. Sağıma soluma bakıyorum. Ulen kimse ağlamıyor. NE bu Zamfir mi dinlediğinizi sanıyorsunuz? Size davetiyesi mi geldi bunun, kıymetini bilmiyorsunuz.

Ah gerzek kadın diyorum kendime. Diyecekler ki Beatlesmania bir nevi. Yok yok ben kimsenin gülcemali için ağlamıyorum. Sahnede gençliğimin rüzgarları esiyor ama adamlar ağartmışlar çoktan ……. belli ki…

Geberecem mutluluktan.
Nedir?
Altı üstü bir konser mi?
Değil işte, değil.

Aslı’ya telefon açıyorum. Dinleee, diyorum, dinleeee, mutluluktan geberiyorum…..

Sonra bir ara öne doğru gidiyorum.

Biraz daha öne.
Derken, derken kendimi sahnenin önünde buluyorum. Ayaktayım. Çevremde gençler. Bağrışıyoruz deli gibi. Yağmur yağıyor. Sıçana dönmüşüz. Muhtemel ki davetiye şımarıkları kendilerini şeker sanıyorlar, kalkıp gidenler var, inanamıyorum.

Sahneye dayanmışım. Çevremde bir yığın üniversite talebesi, Ian nerdeyse bir – iki metre ötemde. Deliler gibi şarkı söylüyorum. Şarkı aralarında “Song for Jeffreeeeeeeeeeeeeeeeeeey, Song for Jeffreeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeey,” diye bağırıyorum.

“çaldıracaz onu da” diyorlar gençler, bana eşlik etmeye başlıyorlar.
Deliler gibi bağırıyoruz : Song for Jeffreeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeey

Çalmayacaklar ama olsun. Bana yetmiş çalınanlar, tekrar 18 yaşındayım, en azından bir buçuk saatliğine.

Üzerimde Jethro’nun t-shirti yok çünkü onun yerine özellikle seçilmiş bir başka şey giymişim.

Bu bir Texas Hold’em Poker t-shirti.. Üzerinde ise bir floş royal…

Sana adıyorum t-shirti hayatım. Canım biricik hayat arkadaşım. Sen hayatımda açtığım en iyi kartlarsın çünkü…..

2.6.08

Ölmek için çok genç Rock'n Roll için çok yaşlı.....

İzmir'den Efes'e uzanan ince uzun yeşil yol üzerinde bir yerlerde,
gidiş yönünüze göre kimi zaman sol,
kimi zaman sağ yanınızda (bulacağınız) bir Keçi Kalesi vardır.
Az biraz tepede kalır (kale).
Hani "koyunların" değil ama "keçilerin" ulaşabileceği yükseklikte bir yerlerde.

İşte o kale benim için bir çeşit dönüm noktasıdır.

Babamın minik yeşil arabasında –çocukluk sınırları dâhilinde- bin defa geçmişimdir de önünden, içine vasıl olmam gençlik kıyılarına henüz içi dolu bir deniz minaresi gibi vurduğum günlere denk düşer.

Yok, aslında, günler değil, tek bir gündü o.
Başlı başına- tek başına.

O gün Dağcılık Kulübünün yola çıkılmadan önce sayılmış kafalarından biriyim.
AMA
Minik yeşil bir arabanın bir köşesinde minik bir kız çocuğu değil, ARTIK bir bireyim.

Olası en romantik araçda, bir tren içinde yaklaşıyoruz doğanın bir parçası gibi duran bir istasyona.

Sanki ve aslında, o istasyon yokmuş da orada, o gün atmosferi tamamlasın diye peydahlanmış kırın ortasında…

Trenden iniyorum gençliğimin kıyılarına.

Sırtımda asker yeşili, asker kumaşı bir çanta, ayaklarımda postallar.
Sahi savaşa bu kadar karşi insanlar neden kendilerini asker kıyafetleri içine sokarlar?

Babam pek istememişti dahil olmamı o gruba. "Gerek yok," demişti.

Muhtemel ki biricik kızını karabinalar, kancalar ve halatlar silsilesinin son noktasında, bir kayanın bir ucunda sallanır halde hayal bile etmek istememisti.

Ama o reddedişten tam bir sene önce"Hayır," deme hakkını kullanmıştı bir kez.

"Tiyatro grubu?" demiştim,
"olmaz," demişti.

Hani içine doğduğum aile demokratik bir aileydi?
Değil miydi?
Öyleydi belki.
Ama demokrasinin de yan yolları- patikaları vardı öğrenilesi, koyunların değil de keçilerin- dik kafalıların yürüyebileceği.

sormamayı öğrendim sonra ben.
Bildiğimi okumayı.
Babam da olsa bana sınır koyan, kafama uymazsa hayat bahçemin çevresine konulan, üzerinden aşıp koşmayı öğrendim ben.

Biraz gizli-Biraz saklı,
kılıfına uydurulmuş, ama hayat bir kere ise bahanem gayet haklı,
tüm merak ettiklerime burnumu soktum neticede.

Birey olmak böyle bir şeydi galiba..

Önüne konulan barikatların yanından, aradan dereden, ama illaki bir şekilde akmak…
Yoluna devam etmek.
Duraksamamak.


1989'un Mart'ı, Mart'ın 11'i…
Bahar tomurcuklarda patlamış.

Tren istasyonu şiir gibi.

Biraz saçaklı ama yine de düzgün bir ip gibi yukarı doğru tırmanmaya başlıyoruz.

Varıyoruz Keçi Kalesine.

İçi koca bir avlu.
Çevresi surlar ve kulevari birkaç yükselti.

Kulelerden birinde oturup sarkıtıyorum ayaklarımı bir oyuktan..
Ardımda, şimdi detaylarını hatırlamadığım yüzler..

Hayata yeni başladığımı hissediyorum.
Hayat mis gibi bahar kokuyor.

Çocukluk- gençlik eşiğim, kalenin içine dönüp bakıyorum.
İçi boş. Bomboş.

"Bu muymuş," diyorum (kale) kendime.

Ve de "bu olsa ne fark eder aslında?"

Hayat bahar kokuyor nasıl olsa.

Ve içi boş ya da dolu, fethedilmeyi bekliyor sahsımca.

Sonraları aynı yol üzerinden, müzik tutkunlarının oluşturduğu konvoylarda parmaklar kapalı ama baş parmak yukarda, çok konserlere vasıl olduk biz, hayat yolcuları.

Hepsi direnendi, hepsi protesto eden, hepsi isyan eden insanlar. Bir Joan Baez vardı mesela, kaçak girdiğimiz, Efes'in devasa anfi tiyatrosunun kemerlerinden birinden.
VE hani işte o kemerde yırtmıştı karanlıkta bileğimi kuru bir dal parçası.

Yanımızda getirdiğimiz bir şişe kırmızı şaraptan birkaç yudum fedası ile yıkamıştık yaramı.
Şimdi elimi sürdüğümde tam o noktaya, dışarıdan görünmeyen ama elle hissedilen bir kabartı buluyorum mesela.
"Gençlik," diyorum.
Seviniyorum tuhaf ki.

Sonra gençlik sayacında birkaç sene daha ilerlediğinde , biraz daha aklı başındalıkla gönüllü festival görevleri almalar.
Yer göstericilik yapmak tüm festival boyunca, sırf Jethro Tull konserine gidişi garantilemek adına. Ceplerimizie sıkıştırılan bahşişlere gülüp geçmek, öylesine genç olmak- öylesine saf (ki) bu para çok deyip bahşişin üstünü geri sıkıştırmak adamların kadınların avuçlarına…..

Tüm konserlere giden yol Keçi Kalesi önünden geçmekte.

Kale yol üzerinde beni beklemekte.
Gidişlerde şen- dönüşlerde bitmiş ve uyuklayan bir genci seyretmekte….

Kalenin içi boş, ne fark eder?

Hayat da sanki biraz öyle.
Ama önemli olan onun içinde olmak.

Ve burnunu havaya dikip bahar kokusu almak.
Her daim.

VE şimdi
Cuma gecesi
Bir veteran rockçı olarak
bahar kokusu almaya gidiyorum hayatımın ortasından.

Kim demiş bahar tek mevsimdir?
Ve 10lu yaşların sonu ile 20 li yaşların dibi arasında hissedilir?
Öyle eskimişiz ki kime desem hatırlamıyor Jetro Tull'ı…
Ama bilen biliyor.
Solistleri Ian'ın dediği gibi

Too old to rock'n roll, too young to die

Ama ne fark eder..
Hayat koklamasını bilene bahar kokuyor…

23.5.08

Burası orası olabilir John....



Ağaçlı bir yolda yürümektedir kadınla adam. El ele – yan yana, kararlı adımlarda ama “kelimesiz”… Sonra bir açıklığa gelirler. Kocaman bembeyaz bir malikanenin bahçesidir burası. Kapının önüne gelir ve beklerler.
Yüksek kapının üzerinde “Burası burası değil!” yazmaktadır.
Kapıyı çalmazlar. Kapı açılmaz. Ama onlar içeri girerler.

Ortam karanlıktır.

İleri köşede bir piyano durmaktadır. Adam piyanoya yerleşmiş, kadın üstündeki siyah kabanı çoktan çıkarmış, beyaz uzun bir elbise ile kalmıştır.

Adam konuşur, ya da şarkı söyler ; Cennetin, ülkelerin, savaşların olmadığı bir düzeni hayal etmesini ister kadından.

Kadın tek tek pencerelerdeki kepenkleri açar. Odaya yavaş yavaş ışık dolar. Son pencereyi de açtıktan sonra kadın, adamın yanına gider. Piyano başındaki adam kadına “ bir hayalperest olduğumu düşünüyor olabilirsin, ama benim gibi çok insan var,” der. Kadın bir şey demez, dinler.

Sonra şarkı biter. Adam kadına döner. Kadın uzaklara odakladığı gözlerini, sevdiğini bekletmek istemez bir tavırla çevirir adama. Uzun uzun bakışırlar. Sonra adam mimikleri ile komiklik yapar, kadın gülüverir. Klip biter.

Denilen o ki Yoko Ono John Lennon’dan önce de Yoko Ono’ymuş. “Elbette,” diyorsunuz. Ama kimlikde bir isim olmaktan ziyade, tanınmış bir isim olmak halinde.
Post Modern anlayışta bir sanatçıymış Yoko.
Günlerden bir gün (yine) uçuk bir sergi açmış. Sergiye katılan onlarca popüler simadan birisi de John’muş.
Bir merdiven varmış eserleri arasında Yoko’nun. Bu merdiven galerinin yüksek tavanına doğru çıkıyormuş. TAvanda, merdivenin bittiği yerde, mini minnacık bir

“EVET”
yazıyormuş.

John “evet” i okumuş ve Yoko’ya (tam işte o anda) aşık olmuş.

Sonra dünyanın en bilinen çiftlerinden biri olmuşlar.

İki çocuk yapmışlar. Gece oldu mu birlikte yatmışlar, gündüz oldu mu birlikte kalkmışlar. Kalkmak ne kelime, tüm günü hep ama hep birlikte yaşamışlar.

Sonra
İnsanın dolaysızlığını, aşkın (ve sevginin her şeyden) üstünlüğünü anlatmak için,, ve –veya savaşın kokuşmuşluğunu insanoğluna hissettirebilmek adına beyazlara bürünmüşler, yatağa girmişler, gazeteciler ordusunun karşısında poz vermişler. Ellerinde pankartlar varmış “Savaşa Hayır!” diyen. …

El ele yürüdükleri huzur dolu evde erkeğin kadına söylediği şarkı elbette IMAGINE.

Hani John’un kadınına “üzerimizde cennetin, cehennemin değil de sadece gökyüzünün olduğu bir yer düşle,
Tüm insanların sadece bugün için (an için) yaşadığı bir yer,
Ülkelerin,
ölmek veya öldürmek için bir nedenin olmadığı
Mülkiyetin,
hırsın
ve açlığın olmadığı bir yer düşle,
tüm insanların barış içinde yaşadığı bir yer düşle, diye kadınını avuttuğu şarkı…

VE ev de, kapısında “Burası burası değil!” yazan ev.

Ve John, belli ki “bu dünya orası da değil!” Hani senin bahsettiğin gibi bir yer değil.

Bir aralık günü John’u vurdular. Aslında birileri değil, biri vurdu. Hayranı olduğunu iddia eden bir deli, John’un dişiyle tırnağıyla, hepsinden öte kalbindeki (tüm dünya için) barış tutkusuyla edindiği şöhretini çalmak için vurdu onu… Ama elbette (mutlulukla) yaşama/yaşatma tutkusu, kahredip yoketme tutkusuna baskın geldi.
Şimdi
dünyada John Lennon’u bilmeyen yok
ama
katilinin adını nerdeyse bilen yok…..

Ne dersin John, belki de “burası orası”.


Imagine






20.5.08


Aslı bana bir dergi getirdi. Adı Amargi.

“Biliyor musun Aslı, hayalimde ne var, sen- ben, şöyle birkaç arkadaş daha bir feminist dergisi çıkarsak, ne güzel olur değil mi?”
dedim, dergi elimde.

“Evet, iyi olur aslında,”
dedi Aslı. Ama bilmiyorum, belki inanarak onayladı beni, belki kendine kendisi de inanmadı…

Dergiyi tutma görevi sol elimin iç kısmına, sayfaları inanılmaz bir hızla çevirme görevi ise yine aynı elimin başparmağına aitdi. Dergi, içeriksel sorumluluklarından bertaraf, zamanın o anında yüzüme doğrıu güzel bir esinti verdi. Çoçuklar paketlerin başına çökmüşlerdi. Salon, öğretmenleri laklakta kreşlerin o darmadağın oyun odaları gibiydi. Anne olduğumu anladım, ve arkadaşlarımın da birer anne olduklarını. Zaman değişmişti, cepheler değiştirilmişti. Artık bir 5 dakka daha oyun hakkı talep edenlerden değil, talep edilenlerdendim- dendik.

Evin her köşesinde, önünde – ardında, bahçe çitinde, meyve ağacında, oradan oraya “hoppa zıppa” yavrum dur, eyvah bardak kırıldı basma, bir kaşık daha yiyeceksin, ne? bira mı, bira içmez çocuklar ama, ay in oradan düşeceksin, dur sana güneş kremi süreyim yanma, seni akça pakça, ay bu komşu çocukları da nerden çıktı şimdi başıma , ay durun bir dostumla konuşacam , dağılın bakayıııııım, derken vakit tamam oldu. Taksicinin saati “12’yi vurdu! Saat 17:30 arabasına yetişecek İstanbul yolcuları yola koyuldu…

Selin getirdiği mil gibi bir yığın kültür ürünü bıraktı gerisinde Aslı , gitti… En son bahçede gördüğüm sulu boya setleri (bilmiyorum hala bahçede mi duruyor, gidip bakmalı), profesyonel bir ressamın gözlerini parlatacak fırça setleri, bir yığın büyüğe küçüğe cdler, aile oyun kutuları, stickerlar, elbiseler, yağmurluklar ve bir de dergi: Amargi…


Amargi Sümerce Özgürlük demekmiş. Hani insan en çok neyin hasretini çekiyorsa onu koyar ya evladına ad olarak, hani SILA gibi, DOĞA gibi, 74’de ZAFER gibi, BARIŞ gibi… İşte bir avuç kadın toplaşmışlar , feminist bir dergi kurmuşlar adını da “özgürlük” koymuşlar: AMARGİ…

NE güzel bir dergiymiş, tam bana göre dedim akşamın sakinliğinde, hızı daha azalmış bir başparmağı turundan sonra derginin üzerinde… Ama tam olarak okumadım elbette. Gece girdi araya, yarı huzursuz uyudum sırtımda içi vicdan azabı dolu bir küfe.
Yarın bana tatil ama kızımın kreşi açık, göndermeli mi göndermemeli mi, göndermeli mi göndermemeli mi?

Sabah oldu.
Göndermeli.

Kreşten istemişler bir yığın ihtiyaç malzemesi. Ha bir de tatile girerken yıkansın diye gönderilmiş çarşaflar – yorganlar vs. Servise önce iki koca torba koydum içlerinden tuvalet kağıtları, mutfak havluları, sıvı sabunlar, ıslak mendiller, temiz çarşaflar, çarşaf altı özel naylonlar sarkan. E sonra da kızımı…

Ev dağınık, ama ruh da avare… Henüz kahve kokmuyor mutfak, içimden bir şey yapmak gelmiyor belkide bu nedenden sırf. Kadınlığın beni en çok mızırdatan vechelerine sırtımı dönüp de “özgürleşmeliyim” biraz.

Dergi yoğun.

Dergi hani benim de dilime pelesenk şeylerden bahsediyor. “Kadın,” diyor “hem dış dünya da hem de evde çalışmaktadır,” diyor. “Buna rağmen herkeslerden az kazanır, ve ekonomiye katkısı hiçe sayılır, sigortasızdır, güvencesizdir, yıpranma payı ise hiç yoktur,” diyor. Sonra pozitif ayrımcılıktan bahsediyor. Yeni sosyal güvenlik yasasından bahsediyor… “kadını iyice dibe çökertecek, iyice erkeğe bağımlı hale getirecek,” diyor.
Amargi diyor, ben aval aval dinliyorum… Ben gözlerimi alamadıkça satırlardan, Amargi iyice coşuyor, kendi cümlelerimle anlatması zor detaylar veriyor. Önerilerde bulunuyor. “Eyvahlar olsun, benim zannettiğimden de vahimmiş kadın olmak,” diyorum. Ve bir de zannettiğimden de yüce bir görevmiş feminist olmak….

Aklımdaki fikir üzerime yük oluyor.
Yok yok ben çıkaramam bir feminist dergisi. Öğrenmem gereken daha çok şey var kadının erkeklerin nezdinde “insan” statüsüne konması için atılması gereken ekonomik-politik adımlar hakkında.

Ben şimdilik olsa olsa evimde ve küçük çevremde çemkiririm zaman zaman: "Evlenirken imza mı attım tuvalet çöpünü hep ben boşaltacam diye," gibi- hepsi bu…

Aklıma gelmişken dergiye düşündüğüm ad “FEM”…
İsteyen istediği gibi kullansın, ama lütfen kullananlar benim gibi tatlı su feministi olmasın….

13.5.08

Önce dinle, sonra oku....

The Beatles - Strawberry Fields Forever
Aşağıdaki yazı birazdan okumanız gereken yazı.
Ama öncesinde klipten bahsetmek isterim. Klibin uçukluğu zaten dikkatinizi çekecek, bir de bu klibin dünyada çekilen ilk klip olduğunu bilirseniz tamamdır :) . Çoğu kişi Bohemian Rhapsody'nin (Queen) bu şerefe nail olduğunu sanır ama gerçek başka. Aslında ben de isterdim Bohemian kapmış olsun payeyi, ama olmamış işte ....

12.5.08

Strawberry Fields Forever!


Şimdinin, betonlar arasında yeşermeye çalışan çocukları, acıkavun nedir biliyor mudur acaba?
İsmen değil de cismen bilmek ama…
Hani tüylü eliptik meyvesinin az biraz sıkıştırmayla patladığını bilmek ya da. (Ve) patladı mı ucundan fışkıran acı suyundan ağzı gözü kollamak gerektiğine dair başkaca detayları bilmek kastettiğim. Bilmek derken cismen bilmek, kurur kuruya ismen bilmekten ziyade. Dokunmuş olmak bir şeye, ya da zamanın bir kıyısında o şeyin senin hayatına dokunmuş olması bir şekilde, peşinde olduğum…

Zira çok da matah bir şey değildir acı kavun… Farkeder mi ? Kimilerince çöplük bitkisi diye adlandırılacak kadar mütevazi bu bitkiyi eşsizleştiren başka başka faktörler var şüphesiz.

Ona ait detaylar henüz yamaçlarına beton dökülmemiş çocukluğuma ait detaylar. Kİ o zamanlar, aslında nazsız –tuzsuz ve kimilerine göre arsız olan acı kavunların, şehir denen beton ormanında (insanlara rağmen) insanlardan hala kendilerine yer bulabildikleri zamanlar…

Sonra “yeni zamanlar” kronolojideki sıralarını talep ediyorlar artık eskimiş zamanlardan.
Ve betonların da daldan, yapraktan, çimden, çiçekten talebi var elbet.
Gerilimin o hoş tadı heybenizde, mahalle çocukları ile bir gün önce oynadığınız acı kavun savaşı ertesi gün maziden bir parça artık. Bir inşaat şirketi gelmiş- daldırmış kepçeyi yamaca, temel çukuru açıyor. Üstelik hayatınızdaki tüm tuhaf gelişmelerin vuku bulduğu ve bulacağı bir zaman diliminde: henüz siz uyurken! Ve/veya - Sen uyurken- Ben uyurken- Biz uyurken!

Uyumak, işte bu yüzden güzel,
ama işte tam da bu yüzden çirkin….

Hani o eşsiz parçasında dediği gibi John Lennon’un : “Yaşamak, gözlerin kapalıyken (çok) kolay!”

Görmeden çevreni sarmalayan nasırlı kalpleri, rahatsız edici değişimleri!

Çünkü,
Kepçe ile beraber gidenler yalnızca acı kavunlar değildi.
Gelincikler de çekildi, henüz kökleri sökülmeden koca makineyle, korkudan döküldüler muhtemelen. Sonra arapsaçları vardı, hani komşu teyzenin biz çocuklara toplayalım diye para verdiği bir keresinde. Ve papatyalar beyaz beyaz, alelade kır çiçekleri rengarenk, ve içlerinden belki bir tanesi 4 yapraklı çıkacak kadar çok yonca….

Hepsi gittiler. Elbette temsilen “bir gecede”. Aslında tüm çocukluğuma yayılarak ve yerlerinde önce su basması denen su dolu çukurlar sonra da koca koca binalar bırakarak gittiler.

Zaman geldi dedik ki birbirimize, “bu mahallede içine taş atmadık temel çukurumuz yok!”
Tanık olduk tüm betonların doğumuna – büyümesine ve tanık olduk tüm yeşilin ölmesine….

Belki de bü yüzden üniversite yıllarında en büyülü şarkı ismi niyetine “Strawberry Fields Forever!” diye yazdık defterlerimizin üzerine.
Yoktu yamaçlarımızda çilekler belki ama, vardı işte birilerinin çocukluk anılarının bir köşesinde.

Diyordu ki John, çocukluk anılarına atfen ve gerçek hayatın gerçekliğinden yorulmuş bir yetişkin olarak: çilek tarlalarına gidiyorum, (orada) hiçbirşey gerçek değil….

Ve diyordu ki, gerçek hayatdan dili yanmış bir şekilde: kimse ağacımda değil, kimseyle aynı frekansı tutturamıyorum.. Ve ekliyordu neticede: bu pek de farketmez (aslında)…

Nerden nereye…

Dolanıp duruyor aklımın müzikden sorumlu hücrelerinde işte bu şarkı son zamanlarda. Çünkü birkaç cabbar çilek fidesi bahçemde boyvermekte…
Gün be gün gözümle severek büyütüyorum onları…Öyle gerçek dışılar, öyle gerçek dışılar ki sormayın.

Yoktu bizim yamaçlarımızda çilekler elbet. Tadı acı, anısı tatlı acı kavunlar, çeşit çeşit çiçek ve yemeğe dönüşebilecek otlar sadece, alabildiğine yayılmış yeşillikler üzerinde…

Ama çilek öyle bir bitki ki yanılsama yaratıyor insanda. Gerçekdışılığın sınırları hayallerle öpüşüyor bir bakmışssınız. Ve sanıyorsunuz ki o çocukluk bu çocukluk, seninki – benim ki hepimizin ki aynı, ve bir gün bir şekilde senle de oynadım onla da, bunla da zamanın bir köşesinde…

Şimdi ise kim gerçekten ağacımda bilmiyorum, ama bu pek de farketmez aslında…. Bahçedekileri bilmem ama düşüncelerimde çilek tarlaları uzanmakta sonsuza….





1.5.08

Kimi dostlar yasemin kokar!

Hayatımın renklerinden biri, Aslı’dır.
Aslında işi biraz ileriye götürsek de şöyle desek:


“O benim meleğim galiba”.

Bildiğim kadarıyla melekler insanlara görünmez ama onları korur kollar, kimi zamanlar bazı düşünceleri beyninize üfler ve hayatınıza yön verirler.

Şimdiye kadar Aslı’yı hiç görmedim. Ancak başım ağrıdığında elini alnımda, ruhum sıkıştığında sırtını sırtımda, kafam karıştığında rahatlatıcı etkisini doğum günü pastası üfleyen bir çocuk hafifliğinde düşüncelerimde hissettim.


Tabi şimdiye kadar görüşmemek kilit nokta gibi gözüküyor. Bu sayede Aslıcığımın pek bir arasının bozuk olduğu konulara, maneviyata ters açıdan girerek “acaba, tanrı bizleri melekleri ile buluşturmak adına modern çağda interneti de mi kullanmaya başladı?” gibi bir düşünceye sahip olabilyorum.


Öyle ya, bu kadın benim için hem var hem yok. Görmedim- dokunmadım. Onun için “var” diyenlerin yalancısıyım. Çünkü fizik ile metafiziğin birbirine teğet geçtiği kuantum fiziğinn temel dayanağı “ancak gördüğün şey vardır” fikridir. Bu durumda Aslı yok :)

E peki o zaman akşamları Nehir’le döne döne okuduğumuz Mumuk kitabını bize kim gönderdi?

Mumuk Nehir’in çocukluk anılarından tatlı bir köşe olarak kalacak. Ve muhtemel ki kızımın gelecekte sahip olacağı kedinin adı da Mumuk olacak…

Ha bir de yaratıcı direniş diye bir ajanda var benim elimde dolanan. Onun da göndereni belli. Yolda belde, boş zamanlarda açıp açıp okuduğum, her türlü dayatılmış fikire karşın birer koyun olmaya itiraz eden. Esasen konu tam olarak Aslı’nın bize gönderdikleri değil. Onların Nehir ile benim üzerimizdeki etkileri, yaşam yolculuğunda girmeye, görmeye değer sapaklar haline dönüşmesi…



Tüm dostların bir şekilde böyle etkileri olur aslında insanın üzerinde. Bu yüzden dostlar “olamadığınız” yerlerdeki gözleriniz gibidirler bana göre. Olamadığın yerlerde olanları görme çabası da neden diye düşünebilirsiniz. Çünkü algılamaya değer binlerce ürün üretir hayat. Hayat da değil aslında, insanoğlu.



İnsanoğlu benim gözümde uygarlık tarihi boyunca doğmuş –üretmiş- ölmüş her insanın toplamıdır. Ve tüm bu insanlar devasa bir insanın teker teker hücreleri gibidir bana göre. Şimdi ben o hücrelerden biriyim.
Ve benzer bir bakış açısına sahip bir yazarın bir filozofu tanımlarken kullndığı cümleyi
Size okumaktayım:

“..Kendisini ifade ettiği tek tek şeyler sayılmayacak kadar çokken ve durmadan biri gelip diğeri yok olurken, o bir ve aynı şey olarak değişmeden kalır….”*

Yazar aslında Schopenhauer’i anlatmaktadır. Ancak bu bana göre “insanlıktır”.

Ve ben insanlığı tek ve koca bir insan gibi tanıma çabasındayım nicedir.

Bu dev insanın hastalıklı hücreleri de var tabi. Berbat, kokuşmuş, insanda önce öfke sonra keder yaratan zavallı hücreler bunlar. Ama iyi hücreler çoğunlukta. Kiminin görevi görmek 8bir göz gibi), kiminin görevi göstermek bir parmak gibi. Kimisi ise düşünür ve algılar, hani beyin gibi, Aslı gibi ya da.

Gerçek dostlarımı insanlık denen koca insanın beyin kısmını oluşturan hücrelerden seçiyorum genelde ben. Onlar kimilerinin görmesini sağlıyorlar, kimilerinin göstermesini, kimilerinin de görüp de göstermesini. Yukarıda anlattıklarım bana sadece kargolar paketleyip gönderen insanlarımı anlatmaya değer gördüğüm anlamında algılanmasın ama. Aslı hayatında görüp sanal günlüğünde gösterdikleri ile de bana çok hediyeler sundu, bilmem bilir mi kendisi.


Onun dürüstlüğü ve hani Bob Marley’in şu çok bildik şarkısında dediği gibi hali (Get up Stand up, Stand up for your right, don’t give up the fight)- Hak(larını savunmak) için ayağa kalk, savaşmaktan vazgeçme- durumları, bir annenin asi evladını korkuyla ama gururla uzaktan seyretmesi gibi bir his yaratıyor üzerimde.

Ayrıca böyle dostlar bende şu koca insanlığı temsil eden insanın kanserli hücrelerine dayanma gücü de yaratıor Ha bir de onlar gözüme görünsünler ya da görünmesinler akla geldiklerinde ortam yasemin kokuyor.

(bir rivayete göre melekler yasemin kokarmış)
-
-
*Schopenhauer - Düşüncenin Ustası
Christopher Janaway
NOt: Tüm insanlığın oluşturduğunun hayal ettiğim büyük insan semolü olarak Da Vinci'nün ünlü eserini seçtim. KAdın-erkek ayrımı elbette yok.

28.4.08


Milli Kütüphane’nin halka açık olmayan bölümlerine girme şansım olmuştu, bir gün bir haber için. Merdivenlerden çıkarken merdivenleri benimle beraber basamak basamak çıkan (veya inen) bir yığın kitapla karşılaştım. Üst üste alt alta her basamakta diziliydiler. Sonradan hayat yoldaşım olan kameramana dedim ki “Dünyada ne kadar çok okunacak kitap var ve ne yazık ki çoğunu okuyamayacağız.”

O zamanlarda günlerimi 3 şey dolduruyordu. Biri işim, diğeri gençlik avareliklerim nihayetinde kitaplar. Annem, babamın genişçe bir mutfak hayali ile, taşınırken yıktığı orta duvardan dolayı odamın içi sayılabilecek diğer köşede yemek yapar, onların bulaşıklarını kaldırır toplar ve bir de yapacağı işleri öyle değil de böyle mi yapsın diye kendi kendine konuşurken benim yaptığım tek bir şey vardı; kitap okumak.
Aslında bu eylemin bir de ardıl eylemi olurdu, o da kendi kendine konuşan anneme ister istemez kulak vermek ve aklım dağılıyor diye sinir olmak.

Klasik tablo aslında şöyle olmalıydı: Anne iş yapar, evin tek kızı (bırakın konstantrem bozuluyor diye sinir olmayı) anneye yardım eder…

Annem kızını böyle bir tablo içinde pek nadir gördü. Bunun nedeni zamanında babamın benden yardım isteyen karısını hep “ bırak o ders çalışsın ben sana yardım ederim!” cümlesiyle durdurmasıydı. Tabi sonraları annem, ne sözünde duran bir kocaya ne de elini sıcak sudan soğuk suya sokmaya niyetli bir evlada sahip oldu. Şimdi düşünüyorum da tabir yerindeyse annem bana büyük bir “kıyak” geçmiş.

Birikimimin büyük bir kısmını bu kıyağa borçluyum sanırım. Sonraları kendi mutfağımın sahibi oldum, ve dahi kendi evimin de. Ev denen şeye karşı nasıl olur da 30 yıl boyunca böyle kendi kendine derli toplu temiz kalır gibi bir düşünce geliştirmiş olduğuma şaşırdım.

İlk evim iki odalı kutu kadar bir şeydi. O zamanlarda görecelilik kavramı ile tanıştım. Bu kutu ev içine sığışmaya istediğimizde minicik, iş temizlemeye gelince de kutusundan çıkarılmış t-box kıyafetler gibi kocaman bir şeye dönüşen bir acayip mahlukatdı sanki. Evet, en azından gözümde! Evim ile ilgili bir yığın tabire sahip oldum zamanla.
Farzı-ı misal ; demin de dediğim gibi T-box
Gayya kuyusu
Terkedilmiş bir vahşi batı kasabası,
Vs.

Sonuncu maddeyi hayatıma sokan şeyler temizliğin haftası dolmadan koridorlarda, yolluk kenarlarında yuvarlanan hav yumaklarıydı. Ancak bu durum halıların yeniliği ile doğru orantılı bir şey. Evlilik cüzdanı eskidikçe havlar gemiyi terkeden fareler gibi hayatından çıkıyor insanın neyseki.
Fakat mutfak öyle mi?
Tencere tava –bitimsiz bir evcilik oynamaca. Buzdolabımız küçükce, artan yemekler o tencereden bu tencereye o kaptan bu kaba derken yıka Allah yıka, bitimsiz ve gönülsüz bir hikaye….

Velhasıl evliliğimin ilk yıllarında ev izin veriyorsa kitap okuyor(d)um, ya da Aslı’nın dediği gibi kimi zaman çorba karıştırırken, kimi zaman tüm saframa rağmen otobüslerde, kimi zaman da eşimi yalnız bırakmamak adına bir gözüm tv’de bir gözüm kitapta bir hal içindeyim(dim). Ancak yine de soyadım babamın soyadıyken “metrekareye daha çok kitap düşürmüş gibiyim”!

Bir de o günlerde(aslında kökleri çok daha eveline dayanan zamanlar) bir kitaplık hevesim var ki sormayın. Annemin taa ilkokul zamanlarında kağıt kıyafetler giydirilen Ayşegül’lere saydığım paralara sinir olmasına inat, ha babam de babam kitap alıyorum. Kitaplığımı semirtmekten bir zevk alıyorum bir zevk alıyorum ki sormayın gitsin. Bu tutku, ki galiba bibliomani gibi bir adı var, okuma hızımı aşıyor, kitaplık da okunacaklar köşesinde duran kitaplar üst üste biriktikce birikiyor.
Sonra?
Sonra,galiba büyüyorum,
okumadığın kitapları kitaplığa dizmenin çiğlik olduğuna karar veriyorum.

Kitap almayı göreceli olarak kesiyorum işte o zaman. Göreceli diyorum çünkü bir hastalık bir anda yok olmaz, eseri kalır izi kalır insanın üzerinde. Akmasam bile damlıyorum, zaman zaman- ara ara… Bu damlamalar daha çok internet üzerinden oluyor. Ancak arzu ettiğim gibi olmuyor, olamıyor. Bunun nedeni seçeceğim kitabın içine burnumu daldıramamam, mürekkep ile ağacın iç içe geçmiş o muhteşem kokusunu içime çekememem.

3 yıl oldu bu sanayi devi şehre taşınalı. Bu şehrin çektiği kitapçı sıkıntısından ben utanıyorum da şehrin kendisi utanmıyor. Varsa yoksa fabrikalar, pis dumanlar, ve istihdan edildiğine sevinsin mi üzülsün mü türü çoğunluğu 600-700 liraya çalışan mavi yakalılar….
Sabahtan akşama deli gibi çalışıyor olmalılar, yok değilse insan 1 adet kitapçısı olan bir şehri (ve-veya o şehrin insanlarını) nasıl affedebilir. Ama siz büyük marketlerdeki kitap reyonlarını kitapçıdan sayanlardansanız onu bilmem. Ben sayamıyorum. Sayamıyorum ama yine de yolum birkaç litre süt, bir yolunmuş tavuk ve iki paket de kedi kumu için bunlardan birine düşerse eğer, yine de durup kitap raflarının arasında, şöyle bir kendimi kaybeder gibi oluyorum.

Biraz buruk bir kaybediş bu! Biraz da tedirgin…

Çok satanlar bölümü var mesela, yasak bir elma gibi beni kendine çeken ve “hemzamanda” iten.
Orada “sistem” neyi okumamı istiyorsa, onu önüme koyuyor gibi geliyor. Aslında ben bu hisse daha çok korsan kitapçıların önünde kapılıyorum ve her nedense korsan diye birşeyin olmadığı herşeyin bir kandırmacadan ibaret olduğu paranoyasına kaptırıyorum eteğimi….

Nerden nereye…

Kitap diyince
Anlatacaklarım bitmez kolay kolay.
Çünkü kitap kelimesi ben de sayısız çağrışımlar yapar.
Aslında,
esasında
Basite indirgediğinizde kitaplar düzene sokulmuş düşünce yumaklarına benzer.
Ve- veya birilerinin içinde binbir birbirine bakan ayna dolu beyin boşluğunda yankılanan düşünceleri döktüğü kağıt parçalarıdır kitaplar.

VE tüm bu düşünce yankıları, yankılanmaları (nihilist bir bakış açısıyla bakıldığında) ha vardırlar ha yokturlar, ne farkeder. Nasıl olsa her şey boş değil mi?
Rafları kitaplarla doldurmak kime göstermek için –kimin için?
Ya da 5 sene evel okuduğun kitabı tekrar eline aldığında sanki hiç okumamış gibi şaşırıp kalmak diye bir şey varken bu dünyada, her şey bir yalandan ibaret değildir de nedir?

Ama öyle değildir işte.
Bunu en iyi Bertolt Brecht bilir.
İlkokulda, 70’lerin o henüz güdülmemiş kafalarının aydınlığında okuduğum günlerde, genç ve idealist hocamın elime tutuşturduğu “Yarının Büyüklerine Şiirler” adlı kitabıyla ilk olarak tanıdığım Brecht der ki “Tiyatro (ama epik tiyatro, bir söyleyeceği olan adam gibi tiyatro) insanı hayatına kaldığı yerden devam ettirmez. Oyun bittiğinde izleyen bir kademe daha yüksekten devam eder hayatına. Farkındalık ve bilinç kazanır.” (tabi bu cümle benim Brecht’in düşüncesini aklımda yorumladığım, kendi kelimelerimle dönüştürmüş olduğum hali)

BU durumda hafıza ne derse desin, ya da diyecek bir şey bulamasın farketmez, kitap iyi birşeydir.

Ha bir de, biriktirilen kitaplar onların başkalarınca görülemediği yerlerde size kendinizi daha iyi hissettiriler. Adı “gösteriş” olan çirkin yaratık aradan çekilir ve siz kitaplarınızın dingin varlıklarında huzur bulursunuz. Laf uzadıkça uzuyor. Ben en iyisi odamın kapısını dış dünyaya kapadığımda başbaşa kalmayı sevdiğim ölümsüz dostlardan birkaç isim vereyim şimdi. Belki böylece bu yazının sonunu bulurum.

Şöyle bir düşününce bu dostların çoğunluk kimliğinde ay yıldız taşımadığını görüyorum. Bu neyin gereği, neyin sonucudur bilmem. Ancak bir basın mensubuyken üslubumu olumlu yönde etkilesin diye sıra sıra- dizi dizi Herman Hesse kitaplarını yiyip yutmama bugün bile şaşırıyorum. Ama öyle, ama böyle Hesse’in üzerimde hakkı vardır. VE-veya çevirmeninindir o hak bilmem (sahi bir ara Nihal Yeğinobalı saplantım vardı. Hesse’de değil de aldığım klasik kitaplar serisinde hangi kitaptan başlayacağıma yazarından ziyade çevirmenine göre karar verirdim. Genelde Yeğinobalı galip gelirdi). Sonra Marquez bir başka sığınağım (dı) ve Milan Kundera aynı şekilde. Bir ara (herkes gibi Irwin Yalom) sonra bir iki Julian Barnes, ucundan acık Umberto Eco, yakın zamanda ise Alaine de Botton… Daha başkaları da var elbette ama hafızam çağırmıyor, elden ne gelir.

Bu yazı bitmeden sivri diline ve keskin kalemine hayran olduğum Mine Kırıkkanat’dan ve “ne dedi -ne demedi, ondandı bundandı” meselesini es geçerek Nobelli Orhan Pamuk’tan bahsetmesem içim rahat etmez. Bahsetmek derken adlarını anmak diyim. Laf çok uzadı, detaylar bir başka bahara kalsın… Sobenin uzunu ebeyi bile sıkar…. Zeynep top sende…
-
Not: Bundan birkaç sene önce, seneler evvel kütüphanenin merdivenlerinde söylediğim lafı internet deryası için söylerken yakaladım kendimi . Tanrım ne çok sayfa var ve ne yazık ki bir çoğunu görmeyeceğiz bile. Fakat sonra, birkaç olgunlaşma yılı daha devirdikten sonra farkettim ki her sayfayı görmesem de olur, tıpkı her kitabı okumasam da olabileceği gibi..
-
Not 2: Resim Jessie Wilcox-Smith'in

26.4.08

Bir yazı- iki mana....


Sonbaharın tatlı ama sinsi serinliğinde şehrin betonlardan boşluk bulmuş tüm alanlarında eğilip kalkan onlarca insanoğlu.
Görünüşte toprakla uğraşıyorlar. Ancak onların ne iş yaptıklarını anlamak için aradan en az 5-6 ay geçmesi gerek. Bahar gelecek ve emekler renk verecek. Lale bunlar, önce insanı etkiliyorlar, sonra da düşündürüyorlar?

Neden?

Sadece bir kez çiçek verecek olan bu bitkiye neden bu kadar emek ve hepsinden öte başka türlü daha iyi değerelendirilebilecek onca para dökülür, neden?

Kimileri lale devri diyor, başka başka manalarda. Kimileri ise “görünür” hizmet diyor, hani çiçeklerin arıları çektiği gibi oyları çekecek olan.

Bilmiyorum.

Tek bildiğim evvel ezel, ama çocuğum doğduktan sonra geçici şeylere harcanan külliyatlı paralara ben çok yanıyorum.

Çöl olacak diyorlar, 20 -30 yıldan bahsediyorlar. E o halde neden bu paralara ağaçlar dikmiyorlar. Basit bir hesapla şu sonuca varıyorum. Benim şimdiki yaşıma gelmeden “Arapların memleketi gibi” bir çölde mi yaşayacak yani kızım?

Olmadı şimdi.

Bizler 19 Mayıs’larda fırıl fırıl- tiril tiril eteklerini döndüre döndüre gençliğini yaşamış bir “buğday ambarı ülkenin” çocuklarıydık.

Ya kızım, ya kızlarımız?

Sonra laleye döndürüyorum yüzümü. Soğanlı bir bitkiymiş. Soğuğu severmiş büyümek için, ama illaki toprak altındaçaktırmadan, … Zamanı gelince çıkarmış ortalığa, tüm debdebesi ve ihtişamı ile. Tıpkı hortlamak için senelerdir zaman kollayan birileri gibi! Ama sonra? Sonrası güle güle…

Oysaki Atatürk Orman Çiftliği baki… Üzerindeki ağaçların görevi ise belli… Biiyorsunuz değil mi?

19.4.08

(yaşam) KOççççum benim !

Eleştirel bakış, insanı insan yapan bir şeydir.
Öyle ya hayvanlar aleminde hiçbir hayvan yoktur ki bir diğer türdeşini eleştirsin.; Ot öyle yenmez böyle yenir desin, sabahtan akşama yatıyorsun miskin miskin, üstelik de kendini alemlerin kralı sanıyorsun diye efelensin.
Belki de bu yüzden hayvanlar hayvan kalmaktadır ve ne bir arpa boyu yol almaktadır ne de bir baltaya sap olmaktadır…

İşte bu yüzden eleştirel bakış ilerlemenin en önemli itici güçlerinden olmalıdır. Ancak dozu kaçarsa sahibini “itici” yapmaktadır.

Dozu iyi ayarlanmış bir eleştirel bakış keyfe kederdir. Çünkü olsa da olur olmasa da. Oldu mu ne ala, en azından feyz alanlar olabilir, ve almayanlar da mutlaka.

İnanmazsınız ama tüm bu düşünce yumağının başlangıcı Kristof Kolomb.
Karayip adalarındaki yerliler açısından, tüylü şapkası ve kırmızı peleriniyle Kolomb gördükleri en iri papağandı diyor bir düşünür*...
(ve) Bu bir eleştirel bakış!
Ancak hem masumun hem de “sofistike” olanın gözünden iki ayrı ucu olan bir bakış bu. Yerlilerin çocuksu bakışına göre âdemoğlunun böylesi bir abartıya ihtiyacı yok.

Düşünürün bilgecebakış açısına göre de aynı şey söz konusu. BU durumda iki uç nokta aynı dilden konuşuyor. Geriye ortadaki uzun ve bitimsiz çizgi kalıyor. İşin kötüsü bu uzun ve bitimsiz çizgi cehaletin başlangıç noktası saydığımız yerden de beter. O çizgi ki önemli bir şahsiyet olmak adına kendisini bir papağana benzetecek, üstüne üstlük sıkıp terletecek tüyler, fırfırlar, danteller ve ağır kadifeler altına girmenin matah bir şey olduğunu sanıyor. Ve tüm bu zahmetler ve masraflar silsilesine bir çırpıda söylenebilen çok kısa bir isim veriyor : MODA.

Sonra moda öyle bir sekiz kollu örümcek ki, kıyafetle de bitmiyor. Trendler var dünyayısaran, pilates gibi, yoga gibi, salsa rumba dersleri gibi, yaşam koçluğu gibi….

Yaşam koçluğu mu dedim?

Duralım…

Belki haksızlık ediyorum, bilmiyorum. Ama bu yeni türeyen “meslek sektörü” bana biraz tuhaf geliyor.

Bunda orada burada yaşam koçuyum diye boy gösteren insanların genç simalarının da payı yok değil.
Seneler evel, kenarı sıcak ve ağır tencereleri pamuk şeker tutar gibi zorlanmadan kaldıran anneme bu işin sırrını sorduğum günler geliyor aklıma. Derdi ki “annelerin eli yanmaz, ama sen tutma sakın…”

Ateş ile haşır neşir ola ola, tütsülenmiş minik el tüyleri ve belli belirsiz kavrulmuş parmak uç hücreleri ile anneler gerçek bir yaşam fatihidir. Ancak hayat matematik denen soyut bilimin en çok “ters orantı” kuralını sever. BU kural annelerin yıl be yıl ocak önünde sertleştirdikleri parmak uçlarına nispet yaparcasına kalplerini yufkalaştırdıkça yufkalaştırır. Artık tüm çocuklar merhamet nesnesidir anneler için, empati ise had safhada…

Üç beş özdeyişleri vardır onların, siz çocukken çocukluk okyanusunuzun dibine çöken, siz büyüdükçe hafifleyip yetişkinliğin geniş ufkunda plop plop diye su yüzüne çıkan, ancak o zaman anlaşılır olan.

İnsan ilişkilerinin piri olmuş kadınlardır onlar, bu içgüdüleşmiş niteliklerini çok seneler insanlar arasına tampon olmakla kazanırlar. İdare sanatını bilirler, evi de sorumlu oldukları insanları da çekip çevirirler. Bir eş, bir gelin olmanın gerekleri ile ilmek ilmek, an be an örülmüş kendi yaşamlarının, çocuk kakasına bulaşmış tırnaklarla tutunulmuş hayatların feyziyle belki kendilerinin değil ama başkalarının koçlarıdır onlar… Koçlarını yitirmiş koçlar…

VE elbette eleştirel bakışın diğerlerine karşı “en azından bugün” bir –sıfır galip kıldığı insanlar… Ne demiştik, “eleştirel bakış insanı insan yapar”…



*eduardo galeano

18.4.08

KARNIYARIKLAR KULÜBÜ


Sarışın, esmer, kumral, mühendis, doktor, yazar, 1.60, 1.70, ve en fazla 1.75, kentin şu veya bu semtinde ve daha ötesi memleketin çeşitli şehirlerinde yaşıyor fark etmez, neredeyse tüm kız arkadaşlarımla ve/veya onların da arkadaşlarıyla bir ortak noktam var: Hepimiz o adı resmen konulmamış kulübün üyesiyiz: Karnıyarıklar kulübü.

Bir ortama girdiğimde, tanıştığım kişi bir hemcinsimse ve, ya gözleri ya da bedeni ile bizzat koşmaktaysa bir evladın peşinden, kendimce sürdürdüğüm bir araştırmanın karşı konulmaz dürtüklemesi ile yapmak istediğim bir şey oluyor hep: O dişinin karnını açıp bakmak, bakıp da toplamda uterus dâhil 8 kata kadar indiğini bildiğim kesiğin o tek ve eşsiz çizgisini görmek…

Esasen son bir kaç yılı saymazsak öncesindeki son 10 yılda karın marın açmaya gerek yoktu o ince “kesi”yi görebilmek için. Şöyle bir suratlara, oturuş kalkış - hal ve gidiş kombinasyonuna, kısaca o bedenin taşıdığı kafanın hayat denen yolculukta hangi duraklara uğrayıp hangi sınıflara dâhil olduğuna bakıp üç aşağı beş yukarı kestirebiliyordunuz doğurmak denen o en doğal eylemin bedenin (bacak hariç ) en altından mı yoksa biraz daha üstünden mi gerçekleştirilmiş olduğunu…

Bir ara öyle zamanlar yaşadılar ki kadınlar, birbirlerine “normal mi sezaryen mi yaptın doğumunu,” diye sormaz oldular. Soru sadece ve sadece şuydu: “Hangi hastanede yaptın doğumunu?”


Artık doğumun şeklinden çok hastanenin adının daha önemli olduğu zamanlardı bunlar.

Doğumun nasıl olduğu sorulmasa da olurdu zaten. Cevap belliydi…
Analarının ne perişan bir doğum eylemi ile kendilerini doğurmuş olduğunu seneler senesi dinleyerek büyüyen eskinin “minik” şimdinin “kadın” kızları bu dehşetengiz hikaye zincirine bir son vermek istemişler ve noktayı koymuşlardı.
Artık son moda hastaneyi konuşmaktı.

Biri yapmaması gereken bir şey yaptığında o kişiyi bu konuda anlamamız adına ardına saklanabileceğimiz 2 bahane vardır.
Biri o kişinin eyleminin yanlış bir şey olduğunu bilmemesi
Diğeri yanlış olduğunu bilse de yapmak için kendini durduramaması…

Feci doğum hikayeleri anlatılan bir ortamda gözlerine endişe perdesi inmiş olarak aralarında dikilmekte olan çocuğun, geleceğin (büyük olasılıkla) “annesi” olacağımı fark edemeyen insanlara kızamıyorum işte bu iki nedenden her hangi biri yüzünden.

Sadece irdeliyorum. Acaba bu hikâyeleri anlatma arzusunun temelinde o zamanların hormonsuz gıdaları ile beslenmiş gebelerin apalak-topalak çocuklar doğururken dönemin hiç de öyle bol keseden sunulmayan doğum alternatifi sezaryen için tutturamamaları ve bu sıkıntıyı bari kendi evlatları çekmesin düşüncesi mi yatmakta diye.

Bir zamanlar sezaryen nadir vuku bulan bir şeymiş. 5 kiloluk bebeleri yırtılarak doğuran kadınlara önceden şöyle bir bakılıp
“Ay yok, sen normal doğum falan yapamazsın, gel karnını keselim, seni de bebeği de yormayalım!” denmezmiş pek.

Belki de bu, nüfusu anlamsız bir şekilde katlanarak artan memlekete o dönemin doktorlarının reva gördüğü bir çeşit doğum kontrol yöntemidir bilinmez. Ama bildiğim bir şey var ki annemin benden sonra bir 3. bebeğe asla ve asla cesaret edemediği.


İşte ben de bu yüzden, belki de ilk adetimi bile görmeden vermiştim kararımı..
“Ben bir gün anne olacağım, ama sezaryen sayesinde!.”

Hamile kaldım. Doğumdan hiç korkmadım.
Benden bir nesil yukarıdaki tüm kadınların buluğ çağımın kimi günlerini karartan tüm o bitmek tükenmek bilmez doğum hikâyeleri tuhaf bir dönüşüme uğradı ve “nasıl ve ne zaman” doğuracağını bilen bir kadının rahatlığı ile süper bir 9 ay yaşadım.

Hani şu popüler mafya dizisindeki yaman ve “en bi esas” esas adamın dediği gibi:
“Sonunu düşünen kahraman olamaz!”

Düşünmedim ve hamileliğimin tadını çıkardım.

Ve bir genelleme yaptım.
Sarışın, esmer, kumral, mühendis, doktor, yazar, 1.60, 1.70, ve en fazla 1.75 vs. vs. vs. 70’lerin dar doğum yollarından geçerek analarına bin tekrarlık kötü hikayeler edindiren bizler evlatlarımızı bu hikayelerden muaf tutmak istiyoruz.

Doktorumun önceden yaptığı benzetme ile narkoza nazaran pasta kıvamında epiduralle vücudumun yarısı acıya hissiz, ruhumun tamamı damarlarımda dolaşan sakinleştiriciler sayesinde mesut bir şekilde ameliyathane masasında yatarken, o zaman diliminin hayatımın en güzel geçen yarım saati olduğunu düşünmekteydim nitekim.

Mavi bir perdenin ardında kalan göğüs altıma abanmakta ve belimi ameliyat masasına bir kaç keredir vurmaktayken üstelik doktor.
Doğum yapmaktaydım. Dedikleri gibi teması, soğuğu ve sıcağı hissediyor ama acıya “pehh !” diyordum ve elbette son derece mutluydum.

9 aylık özlem bitmekte, canım yanmıyor, vücudumun altı kontrolsüzce yırtılmıyor, ehil ellerin neşter ile çizdiği ince bir çizgiden bebeğim geliyor ve kızım aklı erdiğinde tüm bu anlatacaklarımın garantisi altında doğumdan korkmuyor “olacak” üstüne. Ben daha ne isteyeyim.


NOT: BİR İKİ SENE EVEL YAZMISIM BU YAZIYI, UNUTMUSUM.. BULDUM CIKARDIM. YAZI TARZIMDA DEGİSMELER VAR ONU GORDUM. DEGİSİK AMA KARISIK BİR YAZI OLMUS. OLSUN VARSIN...



Foto kaynak için tıklayın: (17. yüzyıl'dan fildişi hamile kadın anatomi modeli )

9.4.08

kız mı, erkek mi?


Bacaksız diye nitelelendirebileceğimiz zamanların birinde,
çıtır çıtır öten çekirdekler eşliğinde
sohbetteyiz.

davetsiz ve ucubik bir kuş,
bir soru ,
dahil olduğum minikler meclisinin ortasına
geldi kondu…



Meclis dağılalı onlarca yıl oldu –lakin- soru hayatımın orta yerinde kaldı… VE dahi beynimdeki sorular kalesinin (ortasına olmasa da ) sağ iç köşesine taht kurdu.

Soru şuydu?

Kız değil de erkek olarak doğmak ister miydin?

Teredüttsüz ve net bir cevap: “Hayır…”

Fakat bundan böyle, bir lanet vardı (sanki) üstümde. Bir soru nasıl olurdu da havada taklalar atar, son saltosundan sonra amacı kaos yaratmak olan sihirli bir değneğe döner ve muhatabını lanetlerdi böyle. Cevabım netti belki ama kafam bulanık artık…

Sahi nasıl bir şey olurdu erkek olarak dünyaya gelmek.

Etek giyememekten daha öte bir şey olmalıydı erkek olmak. Ya da saç uzatamamaktan lüle lüle, ve o lüleleri allı güllü tokalarla donatamamak, incik-boncuk dizi dizi kolyeleri takamamak boyunlara ve bir de mini mini ve temsili de olsa topuklu ayakkabılar içine sokamamaktan ayakları… Bunlar o günlerde ait olduğumuz cinsiyeti gözümüzde güzelleştiren detaylardı… Tüm süsüyle öykündüğümüz annelerimiz, ve tüm dünyanın çevresinde döner gibi davrandığı tüm boyalı basın kuşları hep ama hep kadındı. Sanki erkekler figuran, onların var oluş amaçları ise kadınların varlığını kutlamak ve kutsamak… Erkek olmak pek bir sade pek bir yavan şey gözümde, elbette o günlerde… Baksana örtme ihtiyacı duyacakları memeleri bile yok. O ne öyle dümdüz ütü tahtası gibi bir gövde. Ve ayaklar birer palet, tabir-i caizse… Narinlik diye bir ders olsa sınıfta kalırlar, oturdular mı iki bacakları bir araya gelmez, “yer dar” farketmez, yanlarındaki insanların alanlarına kadar yayılırlar. Ve nerde inşaat ve dibinde bir kum tepeciği, sanki içlerinde muzur bir cin var; atla atla diye bağırır. Veya bir kedi- bir köpek kovalanmak zorunda “onlarca”. Sonra gelsin tetanoz iğnesi gitsin kuduz aşısı… Ve bir de mahalle kavgaları var taşlı sopalı. Velhasıl berbat bir şey (olmalı) erkek olmak… Sürekli vahşi bir at gibi koşmak ve çifteler atmak… Aman aman kalsın. Diğerleri beni ponponlu kabanlarım, kurdelelerim ve incili küpelerimle başbaşa bıraksın. İsteyen kız olsun isteyen erkek kalsın.

Sonra seneler geçti, hem de çok seneler….

Diğer cinsin çifteleri sakin birer adıma dönüştü gibi. Onlar sokaklarda turlarken oraya buraya yetişme , onun bunun havasına, onun bunun modasına ayak uydurma derdinden bertaraf, bizler kendimizi kuaförlerde bulduk, öyle ya saçlar düzleşecek- düzse kıvrılacak. Ve sonra kaşlar var alınacak. Ha bir de tüyler var yolunacak… Çocukken göze cazip gelen tüm detaylar (şimdi) birer birer üzerimize yıkılacak. Öyle ya “toynak”lara geçirilecek bir çift lastik ayakkabı ile iş bitmiyor. Şu kıyafetin altına gidiyor da topuklu ayakkabı, bu kıyafetin altına gitmiyor. E n’apmalı? Para biriktirip bir de babet almalı. İyi ama bu babet sadece pembe elbisemin altına uyar, mavi elbise altına sıkıp dişi bir başka rengini almalı. Ve hani şu çok sevdiğin etek var ya, bir türlü evdeki bluzlarla kesimini belli etmiyor… Sık dişini kızım, para biriktir, hani o mağazadaki şu bluz ne zamandır sana “beni al beni al” diye bağırıyor. Velhasıl kadınlık gerekleri bitmiyor Allah, bitmiyor…

Daha da konuşasım var aslında.
İş süslenip püslenme ile bitse ne gam… Süslen gitsin, güzellikten dert yanmakta nesi? Gerçi dert yanılan şey güzellik değil, kadınlar için konulan güzellik çıtasının yüksekliği… Güzel olmak için o kadar çok şart bir arada gerekli ki. Son cümleyi düzeltiyorum, güzel olmak için değil, güzel sayılmak için demeli. Çünkü yüreğime battı pek bir “tombuldak” eski bir (erkek) dostun geçenlerde bir kız arkadaş için dediği…(tombuldak lafına umarım kızmaya)

Erkeklerden yana şanssız bir ortak kız arkadaşdan bahsederken, tombuldak arkadaş şöyle dedi: her kadın gibi kendisine bakmayıp herkesten şikayet eden bi kız çocuğu :)

Oysaki, söz konusu arkadaş belkide tanıdığım en bakımlı kadınlardan biri. Kuaförlerin en sevdiği tiplerden, ve dahi butiklerin, kozmetikçilerin ve dolayısıyla bankaların da… Her daim ince kalmak için kendi boğazını sıkarak yemek yer, yaşı 30’a dayanmış da olsa 20’lere varmaz gösterir. Üzerindeki gömlek maviyse mavidir ayakkabıları, ve yeşilse gömleği gözlerinin rengindendir gömleğin albenisi… Üzerine bir de kariyer yapar ki değmesin nazarlar… Genç yaşına rağmen kartvizitinde hep yüksek yüksek mevkiler yazar.

Peki nasıl olur da kendine yönelik tüm emeğine ve mesaisine rağmen “her kadın gibi kendisine bakmayıp herkesten şikayet eden bi kız çocuğu” tanımlamasını hak eder?

Üstelik tombuldama konusunda kendisine engin hak tanıyan bir dost tarafından verilmiş bir hükümle….

İki resim arasındaki farkı bulun..
Ya da siz uğraşmayın ben söyleyeyim.
Biri kadın,
Diğeri erkek.

Hani biri evleninceye kadar rahibe gibi, öbürü de tenlerden tenlere gönlünce serseri mayın “olabilmece” olan cins(ler)

Ekim ayında doğmuş olmak berbat bir şey. Muhtemel ki “burç”lar safsata değil. Hele ki terazilerin adalet saplantısı türündeki söylemler hiç değil.

Duruyorum duruyorum haksızlıklara takılıyorum.

Bir elmanın iki yarısı,
Nasıl olur da bu kadar eşitliksiz algılanabilir diyorum.

Ve sonra boş bir anımda boş bir derginin sayfalarını çeviriyorum.


“Ağlama ihtimalinize karşı suya dayanıklı bir rimel kullanın.” diyor dolu gözüken ama bence boş bir sayfa….

“Allah alllllllah,” diyorum “Kadın olmak ne zor iş!”
Not:Resim deviantart.com'dan

25.3.08

Bırak bahar işini yapsın…

Biz insanların da kovuğu var; evleri…


BU kovuklar içlerine birlikte “doluşacağınız” insan konusunda doğru seçim yaptıysanız öyle büyük bir çekim gücüne sahipler ki yanlarında demir ile mıknatısın aşkı önemsiz kalır.


“İki insan” ve “koca bir ev” kelimeleri bir cümle içinde geçmekteyse eğer bu cümleye uygun fiil “doluşmak” olmamalı gibi değil mi? Oysaki öyle…


Bedenler, bedenlerin gereksindiği yiyecek içecek- kıyafet- aksesuar vs gibi “detaylar” bedenlerin çevresindeki auralar daha da ötesi ve en geniş yer talep eden kocaman kocaman ruhlarınızla ne kadar çok yer kaplamakta olduğunuzu bir bilseniz.



İşte birbirinin içine geçmiş onlarca halkanın bir başka halkalar silsilesi ile çeşitli kesişim kümeleri, alt kümeler, kapsayan ve kapsanan kümeler oluştura boza sürdürdüğü bir matematik dersi son toplamda hayat.

Belki de bu yüzden çıkışı huzurla bulmak için keskin kenarlar ve dönüşlerden ziyade dairesel ve zarif hareketler hak eden yuvarlak hatlı bir labirent eviniz. VE dahi sadece çıkışı değil, girişi de huzurla bulabilmeniz için gerek tüm bu zarafet.

Böylece akşam olup da kovuğunuzun sizi çekme gücü yoğunlaştığında az sonra “dünyanızın” merkezine doğru ayaklarınız geri geri gitmeden yola koyulacağınıza emin olursunuz. Çünkü didişmek insana berbat hissettirir, bu garantilidir.

Eğer ki evinize giden yolda sağda solda gördüğünüz küçük detaylar (ki kimisi yamuk duran bir kaldırım taşıdır, kimisi bir reklam panosu) bile güzünüze hoş görünüyor ve sizden cömertçe hoşgörü alabiliyorlarsa işte o zaman birlikte bir hayata “doluştuğunuz” insanlar veya seçimlerinizle ilgili içiniz rahat demektir.

Ve bir önceki gün süpürdüğünüz kapı önü döşeme taş yolda, taşlar arasında ertesi gün yine ve yine büyük bir azimle oluşturulmuş karınca yuvaları kumulları görürseniz mesela, ve derseniz ki

Bırak bahar işini yapsın,

o kovuk dairesel ve zarif hareketler hak eden yuvarlak hatlı bir labirenttir, içinde ise bu dünyada birlikte olmaktan, aynı labirentte kesişip – kaybolmaktan haz alan ruhlar dolaşmaktadır...





NOt:Gecikmiş bir sevgililer günü hediyesi...

23.3.08

Sallanır ama Batmaz....


Son zamanlarda aklımda dolanıp duran üç kelime:

“Fluctuat nec mergitur”
Ya da /ve aslında / şu şekilde:
“Sallanır ama batmaz.”

Kanın ve gözyaşının uğruna ve uğrunda sular seller gibi akıtıldığı dünya başkentlerinden birine, Paris’e adanmış bir söz(müş) bu.
Ama Paris benim için koca bir yalan.
Benim hayatımın bundan sonraki “başkenti” kızım.
Uzun kirpiklerinin ucunda dikilip geleceğe baktığım, gamzelerinde kaydırmaç oynayıp, kalkık dudağında oturduğum, oturup da ayaklarımı neşe ile salladığım, boncuk gözlerinden evrenin kara deliklerine daldığım, yorulup da keman kaşlarında yattığım bir başkent bu…

Ve tüm başkentlerin doğmadan önce bekleştiği bir yer olmalı…
--
Kendini bilmez yeniçağcılar var oluşa dair işte böyle romantik yaklaşımlara sahiptirler…
VE hatta seçtik lerine ve seçildiklerine inanırlar; ama kendilerini ilgilendirmeyen insanlarca yalan koltuklar için değil, içlerine doğdukları aileleri ve oluşturacakları aileleri. Hem de çok önce, çoklar çoku önce….

--
İşte bu yüzden bir arkadaşımın minik oğlu bir gün annesine “annem olmam için seni ben seçtim,” dediğinde mutlu oldum. “Nasıl?” sorusuna gelen cevapla mutluluğum arttı ama son noktada şaşkınlığa dönüştü…
Minik oğlan doğmadan önce ona bir sürü kadın resmi gösterildiğini bildiriyor. Bu kadınlardan biri henüz o zamanlarda genç bir üniversite öğrencisi olan ve evlilik veya nişanlılık türü herhangi bir bağı olmayan sonraları annesi olacak kadın; arkadaşım…
Peki neden beni seçtin diye soruyor arkadaşım oğluna… O da diyor ki, en çok senin beni sevebileceğini hissettim.
Peki ya baban, diye soruyor arkadaşım. Babalar seçilmez, onlar sonradan gelirler diyor minik oğlan.

Bu konuşma olduğunda 3-4 yaşlarındaymış Uğur.
Sonradan sonradan reiki’di – yogaydı- yen çağdı çeşitli arayışlara giren annesi o günlerde tüm bu egzantrikliklerden bihaber, dolayısıyla oğlunu etkilemiş olma ihtimali sıfır.

Hamileliğimin ilk günlerinde anlattı işte bu hikayeyi bana arkadaşım. Son cümleyi de karnımı gösterip “işte anla ne kadar özel biri olduğunu,” diyerek tamamladı.

Birinin taa öteki dünya veya dünyalardan gelip de beni seçmiş olması fikri çok hoşuma gitmişti. Sorunlu geçen ilk haftalar daha bir katlanılasıydı artık.
Öyle ya, o biri dünyadaki tüm kadınların sevebileceğinden daha çok seveceğime inanmıştı onu. Böylesi bir inanç nasıl olur da karşılıksız bırakılırdı? Elimden geleni ardıma koymamaya kararlıydım, daha ilk günlerden karnımı sevip okşamaya başladım. Ancak bu durumda az biraz da olsa bir egoizm vardı. Dokunduğum karnımdı. Hamileliği sevdim, yollarda yürürken vitrinlerden yansıyan görüntümü sevdim. Biraz kafam karıştı. İçimde yeşeren hayatı mı, yoksa o hayat aracılığıyla kendimi mi daha çok seviyordum bilemedim. Yine de sayfalar dolusu yazılar yazdım henüz doğmamışıma. Bunlar aşk mektupları gibi tozpembeydi. Odağı belli ve netti. Ama ben bekledim. Birer birer sayarak haftaları bekledim, 9 ay sonra gelecek cevabı…

Dünyaya geçiş yapan bir ruha kapı olmak kolay bir iş değil. Bunun sarsıntısını, ve tekrar “tekilleşmenin” şokunu atlatmam sayılı ama çokça saat aldı. Ancak kızımın doğmadan evel benden almayı umduğu tüm başka kadınlarınkinden çok daha fazla sevgi sonunda geldi kalbimdeki yerini aldı. Böylelikle kalbimin ne kadar da büyük olduğunu görmüş oldum. Ya da büyüklük göreceli bir kavramdı. Eğer kalbimiz yumruğumuz kadardıysa yumruğum da göründüğünden çok daha büyük, belki de evren kadardı… Fakat hastalıklara karşı gücü sıfır noktasındaydı.

Üzerine titremek nedir, hangi sınırda başlar hangi sınırda biter kimse bilmez. Kendince bir şeyler yaparsın. Sadece kendince korur kollarsın. Ama yetmez. Çünkü doğmadan önce bekleştikleri yerler ruhların, son derece temizdir ve hastalıklardan muaf. Bulutların üzerinden ne beklenebilir ki zaten ve dahi dünya bu kadar pis ve kokuşmuşken, alışma sürecinin bu denli zor olmasına aslında hiç ama hiç şaşırılmaz.

Ama ben hala şaşırıyorum işte.
Bir doktor dan bir doktora,
Bir hastaneden bir hastaneye,
Bir gün serum kolunda, bir gün mercekli bir alet kulağında, bir gün kameralı bir çubuk burnunda…
Büyükçe bir ekrana yansıyan görüntüyü seyretmekteyiz babasıyla. Kanallar, yollar aşıyor minik kamera…
Büyük geniz etlerinden, onun sebebiyet verdiği kulak iltihaplarından bahsediyor doktorlar.
Sonra rota virüsü diyorlar fışkırarak kusmalarına ve ishallerine. Ve beklide çilektendir diyorlar ağzının yüzünün kurbağalar gibi şişmesine…
Tüm bunlar aynı zamanda olmuyor tabi.
Ama kreş kapılarında yakalayıp beni, ben size bir şey diyim mi, bir de şu doktoru deneyin dedirtecek kadar kimi insanlara, sık.
Çok hasta oldu bu çocuk deniyor. Niye böyle.. Nazar diyorlar ya da. Ve ya çalışan kadın ve çalışan çocuk dertleri vesaire.
Bense annelik hakkında düşünüyorum şurada burada, ruhum dar son zamanlarda… Sallanıp,sallanıp duruyorum. Yorganların titremelerime yetmediği bir gecenin ortasında kusan evladım için yataktan sapa sağlam fırlıyorum, her yeri temizleyip, gereken ilaçları içirip, yatağıma ve ara verdiğim titrememe geri dönüyorum.:
"Sallanır ama batmaz" diyorum, huzursuz bir uykuya dalıyorum.

19.3.08

Yüz- Poz ve Yaz


Şu aralar peşine düştüğüm yegane dergi “K”.

Peşine düşmek derken, şehir dışında oturduğumuz için “şehre kim inerse bana K alsın,” türü bir tavırdan bahsediyorum.

Fakat hayat arkadaşım bu istekten muaf. Bunun nedeni bir önceki haftanın K dergisi ile bir sonraki K dergisini kapaklarından ayırt edemiyor olması… O nasıl mı oluyor? Basitçe şöyle: Eşim evvel ezel yüz hafızası sıkıntısından muzdarip. Bana anlattığına göre oldukça büyük bir istihdam alanı olan iş yerinde kendisine selam veren bir çok insanı genelde tanımadan selamlıyormuş. Nasıl olsa ve mutlaka tanıyorumdur diyormuş kendine. Ve hatta bu tavrı işyeri sınırları içinde de bırakmıyor sokakta da kendisine verilen tüm selamları “cansiperane” veya planjona atlar gibi karşılıyormuş. Bu elbette güzel bir şey, tabi selam verip (alıp) borçlu çıkmamak kaydıyla…

BU konuyu bir iki cümle ile es geçmek isterdim ama, peşimi bırakmıyor; beni biraz daha anlat diye adeta yalvarıyor bana… Çünkü bu eğlenceli bir mesele…
Yüz hafızası konusunda “engelli” bir adamla yaşamak eğlenceli aslında. Mesela güzel bulduğu artistleri onlar saç modellerini değiştirdiklerinde tanımaması, ve sorulduğunda onların gözlerinin rengini (ve dahi renkli olduğunu) bilememesi güzel bir şey. Böylesi bir kabataslak algı size kendinizi iyi hissettiriyor açıkçası. Çünküüüü, Çünküüüüü sıradan bir ölümlü olarak film yıldızlarının estetik cerrahi, tıp teknolojisi, kozmetoloji ve photoshop olgularından aldığı destekleri alma ihtimalim yok. Peki eşim “son tahlilde kimin gözlerinin rengini hatırlıyor olacak? Elbette benim:”Kahverengi”

Dönelim K dergisine…

Şehre birlikte indiğimiz günlerden birinde, ben mahşer yerini andıran dergici raflarında büyük bir iştahla deşinip hedefime ulaştığımda yüzümdeki zafer ifadesini şaşkınlığa dönüştüren bir cümle çıktı eşimin ağzından:
“Bu dergi sende var. Neden alıyorsun?”

“Nasıl yani?”

“Geçen hafta aldık ya bunu, yenisi çıkmamış işte…”

“Yok yahu, bu yenisi işte.”

“Hadi canım… O halde kapakta niye aynı adamın resmi var?”

“Yok yahu, bu aynı adam değil…”

“olur mu canım pozları bile aynı…”


Mesele anlaşıldı.
Aslında anlaşılmadı.

Küçük bir tereddüt geçiriyorum. Bu kez eşimi abuk subuk konuşturan yüz hafızası ile ilgili zoru olmayabilir. Ben hafızamı kurcalıyorum, hakkaten de geçen haftanın kapak resmi ile bu haftanın kapak resimleri, ve dahi bir çok haftanın kapak resimleri birbirine çok benziyor.

Söylemedim, söyleyeyim.
Gerçi bilenler bilir; K dergisi bir nevi edebiyat dergisi. Her hafta 5-6 yazarın (bazen şairin) hayat hikayelerini anlatıyor. Benim gibi hem biyografilerden, hem güzel anlatımdan hoşlanan hem de yazma eylemine “kısmetse” gerçek bir yazar olarak adanmayı arzulayan bir kişi için bulunmaz nimet anlayacağınız.

Öyküvari bir anlatımla gelmiş geçmiş – ünlü ünsüz (çoğunluk ünlü) bir çok yazarın hayatını size sunan dergi sizin yazarlıkla ilgili ipuçları toplamanıza ve bundan sonra alacağınız kitabın ne olacağını seçmenize bir hayli yardımcı oluyor.

Fakat yazar olmaya çalışan kişilere veya tescilli bir yazar da olsa hala olması gerektiği biçim ile ilgili bilgi toplamakta olan şahıslara bilmeden de sunduğu mesajlar var.

Bu mesajlardan en dikkat çekicisi bana göre şu :

Yazarsan fotoğraf çektirirken vucudunun ve başının alması gereken belli şekiller var (kardeşiiim).

Bu poz genelde doğal ve umursamaz bir postür almanı gerektirse de aslında genelde son derece anti doğal ve çok da umursar (bir tavır sergiliyor)

Bu durumda gözetlenen ve gözetleyen dualitesi gerçekleşiyor. Nasıl mı? Öncelikle dmagoji sevmeyenlere küçük bir uyarıyı borç bilirim: demagoji sevmeyen parantez içini okumasın --- (öyle ya , fotoğraf bir penceredir ve o pencereden bakan gözetleyendir- her ne kadar gözetleme eylemi gözetleme nesnesinin durumdan haberdar olmamasını gerektirse de yazar fotolarında bir istisna var. Çünkü onlar aslında fotoğraflarının çekildiğini bilmiyormuş gibi bir tavır sergiliyorlar. Eh bu durumda fotoğrafa bakan kişi de gözetleyen konumuna düşüyor. )

Parantezi okudunuz ya da okumadınız, özetle sonuç şu: yazar fotoları ben de genellikle gözetleyen suçluluğu yaratır.
Aksi takdirde bir adam fotoğrafının çekildiğini bile bile nasıl olur da elindeki sigarayı bir kenara koymaz (kardeşim)? Hani kendine bir çeki düzen vermez ya da. Ne o öyle saç baş dağınık, genelde objektif harici her yere bakma durumları ve elde mutlaka bir sigara. Es kaza objektife bakılmışsa da ellerden biri mutlaka şakakta ve gözlerde inanılmaz derin bir mana….

En büyük ideallerimden biri olan gerçek bir yazar olmak ( o nasıl bir şey henüz bilmiyorum ya) ile ilgili düşüncelerimi tekrar gözden geçirmem gerektiğine kanaat getirdim ben.

Genel geçer kurallarla yazar olarak anılmam için sanırım sigaraya tekrar başlamam, biri eline fotoğraf makinesi geçirir geçirmez derhal sigara paketime uzanmam. Saçlarımı her daim dağınık bırakmam, hedef harici heryere bakar gibi yapıyor olmam ve o esnada 82. kitabımın konusu ne olsun acaba diye düşünür ifadesi takınmam gerekiyor gibi…

Ancak bu durum bende ideallerim ve aşkım arasında kalmışlık hissi yaratıyor.
Bir şey değil, tabir ve tarif edildiği gibi yazar olmak, eşimin beni diğerlerinden ayırt edemiyor olması anlamına gelecek ki ben buna yokum…



16.3.08

Büyümek....

Çizgi filmlerden çizgi film beğenilmiş.
Oyuncaklardan oyuncak
Velhasıl tüm ganimetler ortaya serilmiş
dünya üzerinde yaşanan 3 yıl içinde toplanan…

Tüm bunlar bir erkek için.
Minik kızımın elbette çok seçim şansı yok.
Küçücük yaşam dairesine dahil olabilen üç beş küçük adam arasında en yakışıklısı değil , en popüleri değil en iyisi değil sadece ve sadece o gün eline ya da evine düşen,
onun için BİRİCİK…

Herkes geriye kahramanı beriye….
Fakat bu dünyanın atasözleri var sarf edilmiş ve
her daim haklı çıkma arzusu içinde…
Kaçan balık büyük olur
Ve çantadaki keklik “lezzetsiz” elbette…
Zaman göreceli bir kavram…
Henüz üç beş yıldır var olan biri için bir saat bile yeterince uzun bir zaman:
Akreple yelkovan tam bir tur atmadan atasözleri zuhur ediyor saklandıkları kuytulardan.

Ve…

Küçük bir erkeğin küçük omuzlarına dünyanın merkezi olma sorumluluğu ağır geliyor,
“BEN GİDİYORUM!” diyor.

Sesi ince, bedeni narin, saçı lüle lüle ve pembeler içindeki taraf isyanda…

“Gitme!” diyor.

Karşı taraf henüz kararsız… Önemsenmek güzel bir duygu aslında. Bir kere daha görmekte fayda var güzelin önünde eğildiğini…Duraklamak yeterli.

Pembeli etkiyi arttırmak maksadıyla cümlelerine dürüstlük katıyor:
“Gitme, gidersen üzülürüm… Çok üzülürüm….”

İşte o zaman erkeğin gözlerinde yeni çekilmiş bir kılıcın keskin ışıltısı parıldıyor.

“Gidiyorum,” diyor…

Elbette gidecek,
Başka türlüsü beklenemezdi…
Artık önüne serilen tüm legolar, tüm çizgi filmler, kekler, çikolatalar ve dahi mahsun bakan gözler tümüyle ama tümüyle değersiz…

Zamanın pişirdiği anne içinden kızıyla konuşuyor:

Bekle kızım biraz,
Büyümen zaman alacak…
Büyüdüğünün kanıtı ise
seçimlerin olacak…

Ve zaman sana annenin düşüncelerini duyabilme gücü kazandıracak....

10.3.08

Zemheri

Zemheri fırtınasına 5 gün kala yılın ilk karı yere düştü. Döne, döne, naz yapa yapa ama velhasıl güle oynaya.
“Yeryüzünün cazibesi,” diye mırıldandı, kim kapılmadı ki, sen kapılmayasın !”

İçerdeki sıcağın dışarıdaki soğuğa direndiği noktada
camda,
buğu vardı.

Az önce (belli ki) ince uçlu parmaklarla buğu gölü aralanmıştı. Bir çift kahverengi göz bahçeye bakmaktaydı…
“Yakından bakmalısın,” demişti anneanne ona. “Kar tanelerinin birbirinden ne kadar da farklı olduğunu görmek istersen biraz daha yaklaşmalısın,
hatta çokça yaklaşmalısın.
Çokça!”

“Kalabalık” bir Salı günü, kafeteryanın sigara kokan, ter kokan, parfüm kokan ve kahve kokan bedenler silsilesi arasında çokça yaklaştı o da ona….

Kafeteryanın banko arkasında deliler gibi koşuşturan, üç kuruşa talim üç beş adamına doğru uzanmış onlarca el var…Şıkırdayan veya hışırdayan paralar taşıyan eller bunlar. Kahve almaya çalışıyorlar, ya da bir başka dolaylı uyaran ya da uyuşturan. Üst üste biniyorlar nerdeyse, korkunç gözüküyorlar...

Fakat onlardan bir tanesi,
sarı saçları omzuna dökülmüş bir oğlan,
biraz ayrık duruyor…

Ne istediğini biliyor, diğerleri gibi bir bardak sıcak kahverengi suyun içinde bir miktar kafein…
Fakat belli ki istekdaşları ile daha başka hiçbir konuda ortak bir noktaya sahip olmak istemiyor. Derin ela gözlerinde herkesin ayırt edemeyeceği bir tonda tiksinti, bedenini biraz, ama ruhunu çokça gerilere çekmiş, güruhtan uzak duruyor.

Kız düşünüyor : “Fırtınanın her nasılsa diğerlerinden ayrı bir noktaya savurduğu bir kar tanesi….”

Sonra bir itişme.
Güruh dalgalanıyor. Ela gözlerde yansıyan ayrık otlarında görüyor kız, o artık dayanamayacak, renkler renklere karışıyor. Yeşilin ela denilen tonuna, sarı karışıyor.
Oğlan sarı saçlarını savurdu ve gitti.
Kız koskoca dünyada tekrar yapayalnız.
Bu A Ş K.


--
“Bahar ona yardım etti,” diyor arkadaşı.
Ağzında kuru bir dal, sırtını sarı çiçekli bir ağaca vermiş.
“Dağ taş bayır gibi, kalbin de yeşermeye hazırdı işte raslaştığınızda. Buna bahar çarpması derler… Ne bir eksik, ne bir fazla.”

“Her şey formüle edilemez oysa,” düşünüyor ama söylemiyor kız bunu arkadaşına. Ne Mart’ın 11’i, ne Ocak’ın 28’i ne de bir sevgiliyi düşünmek için yılın en uygun ve uzun gecesi Haziran’ın 21’i fark etmez… 365 günün her biri ama her biri o renk deryasında, döndükçe beyazlayan ve göz alan renk tayfında kendini kaybetmek için en güzel gün.

Kız düşünüyor :
Bu A Ş K…
--

Yakından
Daha yakından
Tenlerin ömür çemberlerindeki teğet anlarından birinden
Koynundan bakıyor kız ona..


Isınmış ve soğumuşlar. Hareketlenmiş ve durulmuşlar. Nefessiz kalmış ve nefeslenmişler…

Sarı saçlar elmacık kemiklerine, bir çift narin deri ela gözlere örtü olmuş.

Kız düşünüyor
Bu A Ş K…

--

“Göz kapakları ruhu örter mi?” diye düşünüyor oğlan.

Bu kadar yakın ve bu kadar iç içe olmak ona göre değil… Rüzgarın her nasılsa farklı bir yere savurduğu bir kar tanesi gibi hissediyor kendini…

Zamanı geliyor, yakında eriyecek.

Hep yanlış yerde, hep yanlış zamanda…

Oğlan düşünüyor :

Bu Ş E H V E T …

--

Yerçekimine kim karşı gelebildi ki sen gelesin..
Kanatlarını koparan kendinsin…
Bilinen yollarla uçmak haram sana..
O halde başka türlüsünü denemelisin.

--

Zemheri fırtınasına 5 gün kala yılın ilk karı yere düştü.

“Yakından bakmalısın,” denmişti ona, yakından baktı..

Kar tanelerinin hepsi birbirinden farklıydı…

Ancak hepsinin ortak bir yönü vardı.

Zamanları dardı…

Fakat rüzgarın her nasılsa başka bir yere savurduğu kar tanesi hepsinden aceleci davrandı.

Herkesten önce toprağa karıştı…




Not: (Bir kaç parçası hariç) Nirvana'nın tutkulu bir hayranı değilim.
Ancak Cobain'in dünyayı terkediş tarzı herkes gibi benim için de şok ediciydi.
Bir kaç hafta evel ilk paragraflarını bana zorla yazdıran "Zemheri" ise en azından başlangıçta Cobain'le zerre kadar bağı olmayan, kendince özgür bir hikayeydi;Ama yarım bir hikaye.
İki gün evel Youtube'da "Something in the Way'i dinlerken, ya da seyrederken mi demeli, bir adamın boşa giden hayatının derinlerine daldım. Ya da daldığımı sandım.
Sonra,
akşam olmadan hikaye bitti.
Kendiliğinden...