27.6.08

Yapraklar ve Kuşlar


Çınar ağacı yapraklarını Haziran’da mı döker? Yoksa buradaki çınarların içini yakan bir şey mi var bilmiyorum.
3 yıl 7 aydır yeryüzünü gözümde daha bir güzel kılan kızımla yürüyoruz, ayaklarımızın altında haşır huşur çınar yaprakları.

—Anne, yapraklar niye dökülür?
— yeni yapraklara yer açmak için

Hayret! Ne kadar da 30 yıl kadar evvel sorduğum soruya, ve aldığım cevaba benziyor bu cümleler.
Ama konu başkaydı.
Sormuştu çocuk Binnur:
— insanlar niye ölür?
—Yeni doğacak insanlara yer açmak için.

O gün çocukmuşum gerçekten. O gün bu cevapla tatmin olmuş(t)um.
Sonra büyüdüm.
Yeni insanlar doğmak zorunda mı? Onlara yer açmak için kendimizi feda etmek zorunda mıyız, diye sorar olmamdan anladım büyüdüğümü.
İnsanın hayatın tadını en çok çıkardığı, beynini ölüme dair korku kurtlarının kemirmediği zamanların kendini bilmediği, dönemler olması ne ilginç...

Kendini bilmemek!
Hani derler ya, “kendimi bildim bileli”…

Kendini bilmediği dönemler var insanın. Hani yaşadığının bile çok farkında olmadığı. Evel ezel var zannettiği kendisini, zamanı sorgulamadığı. İşte o günler mis gibi süt kokar ağzı insanın ve bir dönemi o günlerin, kendi anasının sütüdür kokan.

Çok uzun süre iç içe, ten tene, süt süteydik biz kızımla. 2,5 yıl. 2,5 koca yıl.

Soruyorum (dün) Nasıldı sütümün tadı?
Cevaplıyor: kremalı süt gibiydi, çok güzeldi…

Yazmalıyım.
Bunu da yazmalıyım.
Ben zamanın farkındayım. O değil. Ben biliyorum her şey zamanın hışmına uğruyor, akıyor, gidiyor, unutuluyor.
Ama o daha bilmiyor.
Çünkü o, tertemiz. Neden ağaçtaki yapraklar yerlerini yenilere bırakmak zorunda diye sormuyor.
Çınar yaprakları zamanlarını doldurmuş, ayaklarımızın altında hışırdamakta.
Kızım bana şöyle diyor:
Ve ağaçtaki kuşlar uçuyor, yerine yenileri konuyor….

Yine Haziran.
Yılın zamanı en çok sorguladığım ayı.
Şimdilik ağacın dallarındayız kızım. Kanadımın altındasın hatta sen.
Senin için öyle çok hayalim var ki…
Yüksek yüksek ağaçlarda hayal ediyorum seni hep. Ve maviliklerde kanat açmış hür! Zamanı geldiğinde ya uçacağım yeni kuşlara yer açmak üzere, ya düşeceğim yeni yapraklar çıksın diye.
O zamanın hay huyu içinde söyleyemeyeceklerimin telaşı içindeyim şimdi.
Ha bir eksik, ha bir fazla söylenmiş sevgi sözcükleri ne fark eder aslında minik kuşum. Sen yine de bilirsin çok ama çok sevildiğini.
Ve nasıl anlatabilirim sana, geçenlerde gördüğüm beli bükük yaşlı kadında kendi geleceğime değil, senin geleceğine dönük kederimi.
Düşündüm ki o yaşlara geldiğinde yanında olamayacağım. İçim cız etti.

Umudum seni o yaşlara geldiğinde bana veya babana ihtiyaç duymayacak kadar kuvvetli biri yapabilmiş olmak.
Sonra?
Sonrası yapraklar ve kuşlar….

9.6.08

Floş Royal





“Neden Jethro Tull t-shirtini giymedin?” diye soruyor Ertunç.
“Kirliydi,” diyorum.
“Heyecanlı mısın?” diye soruyor bir de…
Heyecanlıy(d)ım tabi.

Hayatımın yarısına bir çeşit fon müzik gibi, alttan alta yerleşmiş bir gruptan, aslında sembolden bahsediyoruz.
Gençliğimin sembolü, hayatımın baharını hatırlatan bir isim: Jethro Tull…

Çabucak bir hesap yapıyorum. 37 yıl ve bir de sahibi tarafından kaale alınmayan bir adet buçuk var ortada. Tüm bu kadar zaman ben doğalı beri geçmiş. Bunun yarısından üç fazlası, koskoca bir 19 yıl ise onların eşliğinde.

İlk kasetlerini aldığım günü hatırlıyorum; Thick as a Brick.
1989’un Mayıs ya da Haziran’ı.. Üzerinde bir gazete sayfası resmi var kapağın. Eve gidip çabuk hareketlerle teybe takıyorum kasedi. Bir şarkı başlıyor, bitimsiz- inişli çıkışlı bir şey. Kasedin bir yüzü bir şarkı, çeviriyorum arkasını bir şarkı. Bildiğim kaset süresi ne ise o kadar ama, hepi topu iki şarkı işte.
Hani hayat gibi, kesintisiz ve bir yükseklerde, bir alçaklarda.
Sanki kücük öykülerle yetinmeyip roman yazmış adamlar müzikle.
Sonrası,
sonrası hep anlattığım hikaye.
Ben doğmadan evel başlamışlar müzik kariyerlerine. Bende bir telaş! Dar öğrenci bütçemle tüm kasetlerini toplamaya çalışıyorum grubun.

1968 yılında, sanki kendilerine “yan flüt ile progresif rock bu mudur” diye sorulmuşçasına “This was” (Buydu) albümü ile atılıyorlar dünya müzik arenasına.
Ertesi sene s”Stand up”- Kalk ayağa diyorlar henüz kendilerini farketmemiş rockerlara. Sonra, benim doğduğum yıl geliyor. “Benefit”-Fayda diyorlar, derken derken seneler su gibi akıp geçiyor, geride onlarca muhteşem album ve binlerce konser bırakarak.

Bu sene Jethro Tull’ın saçlarına ak düşmüş üyeleri birlikte 40 yıl kutlamaları yapıyorlar. (arada gruba giren çıkanları da unutmamalı) .

VE günlerden bir gün hayat arkadaşım arıyor beni iş yerinden.
“Bak,” diyor “konser”.

Biliyorum konseri ama başında kavak yeleri esen eski rocker, hayatın gerçekleri ile biraz dibe çökmüş sanki: “Pahallı,” diyorum. “Hem nasıl gidecez?”

Nişanlılık dönemimiz biterken arabasız hayatımız başlamıştı. Nicedir tabanvayız…

“Bak,” diyor “sen orasını düşünme, araba kiralar hallederiz. Kapatıyorum ben, iyice bir düşün karar ver. Ama unutma 40. yıl bu. Bir dahaki sefere olmayabilir. Maazallah içlerinden biri ölür, ya da ne bileyim grup dağılır falan…”

Ha bir de diyor ki bana “Hani hayatımın en mutlu bir buçuk saati demiştin 20 yıl evelki konsere.” Üniversitedeyken ben, yine gelmişlerdi. Ama Efes Anfi tiyatroya. Öğrencsin ve yine hayat her köşeden masraf kapısı açıyor sana. Nasıl gideceksin. Girmiştim sanat festivaline gönüllü yer gösterici olarak. Anlattım geçenlerde, biliyorsunuz. Muhteşemdi. O zaman solist Ian’ın kıvır kıvır rocker saçları omuzlarında. Sahnede leylek gibi bir bacagını kaldırıp diğerine dayayarak flüt çalıyor, biz bağırıyoruz: aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa..
Sonra Fat Man şarkısında oturduğu tabureye, My God şarkısının çıkış noktasında kalkıp bir tekme vuruyor, biz bağırıyoruz: aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa..

Telefon elimde hala. Destekçi arayışı içinde Aslı’yı arıyorum. Bu Aslı, o Aslı. Hani çarşının altını üstüne getirip bana Jethro Tull t-shirti arayan, neticede yaptıran Aslı.
Diyor ki “git tabi deli misin, düşündüğüne bak. VE bir de diyor ki canım benim: Sıkışırsan ben sana destek atarım ay başında.

Ah be Aslı, senin varlığın yeter, ne parası. Dünyanın para işlerini çözdüm ben çoktan. Kaydıra kaydıra ödedin mi faturaları her bir şey yeşerebiliyor hayatında.
Tekrar telefon açıyorum hayat yoldaşıma. Al aman be gideyim diyorum.

Gideyim…

Tekil..

Çünkü babası kızıma bakacak ben konserde çığlıklar atarken.

Konser başlamak üzere.

Belki hızlı çakılmış bir biranın etkisiyle, belki eskiyerek, giderek daha bir kabarmış yüreğimden dolayı bilmem, yerimde duramıyorum. Ağlayacam.

Ucuz yerden de almamış biletimi kocam.
Orta bloktaki yerime ilerliyorum.
Çok mutluyum. Sağıma soluma çoktan yerleşmiş kalantorlara muhteşem bir gülücükle “iyi akşamlar,” diyorum.

Sonra sahne aydınlanıyor. Benim adamlar geliyor. Ağlıyorum yahu, ağlıyorum. Sağıma soluma bakıyorum. Ulen kimse ağlamıyor. NE bu Zamfir mi dinlediğinizi sanıyorsunuz? Size davetiyesi mi geldi bunun, kıymetini bilmiyorsunuz.

Ah gerzek kadın diyorum kendime. Diyecekler ki Beatlesmania bir nevi. Yok yok ben kimsenin gülcemali için ağlamıyorum. Sahnede gençliğimin rüzgarları esiyor ama adamlar ağartmışlar çoktan ……. belli ki…

Geberecem mutluluktan.
Nedir?
Altı üstü bir konser mi?
Değil işte, değil.

Aslı’ya telefon açıyorum. Dinleee, diyorum, dinleeee, mutluluktan geberiyorum…..

Sonra bir ara öne doğru gidiyorum.

Biraz daha öne.
Derken, derken kendimi sahnenin önünde buluyorum. Ayaktayım. Çevremde gençler. Bağrışıyoruz deli gibi. Yağmur yağıyor. Sıçana dönmüşüz. Muhtemel ki davetiye şımarıkları kendilerini şeker sanıyorlar, kalkıp gidenler var, inanamıyorum.

Sahneye dayanmışım. Çevremde bir yığın üniversite talebesi, Ian nerdeyse bir – iki metre ötemde. Deliler gibi şarkı söylüyorum. Şarkı aralarında “Song for Jeffreeeeeeeeeeeeeeeeeeey, Song for Jeffreeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeey,” diye bağırıyorum.

“çaldıracaz onu da” diyorlar gençler, bana eşlik etmeye başlıyorlar.
Deliler gibi bağırıyoruz : Song for Jeffreeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeey

Çalmayacaklar ama olsun. Bana yetmiş çalınanlar, tekrar 18 yaşındayım, en azından bir buçuk saatliğine.

Üzerimde Jethro’nun t-shirti yok çünkü onun yerine özellikle seçilmiş bir başka şey giymişim.

Bu bir Texas Hold’em Poker t-shirti.. Üzerinde ise bir floş royal…

Sana adıyorum t-shirti hayatım. Canım biricik hayat arkadaşım. Sen hayatımda açtığım en iyi kartlarsın çünkü…..

2.6.08

Ölmek için çok genç Rock'n Roll için çok yaşlı.....

İzmir'den Efes'e uzanan ince uzun yeşil yol üzerinde bir yerlerde,
gidiş yönünüze göre kimi zaman sol,
kimi zaman sağ yanınızda (bulacağınız) bir Keçi Kalesi vardır.
Az biraz tepede kalır (kale).
Hani "koyunların" değil ama "keçilerin" ulaşabileceği yükseklikte bir yerlerde.

İşte o kale benim için bir çeşit dönüm noktasıdır.

Babamın minik yeşil arabasında –çocukluk sınırları dâhilinde- bin defa geçmişimdir de önünden, içine vasıl olmam gençlik kıyılarına henüz içi dolu bir deniz minaresi gibi vurduğum günlere denk düşer.

Yok, aslında, günler değil, tek bir gündü o.
Başlı başına- tek başına.

O gün Dağcılık Kulübünün yola çıkılmadan önce sayılmış kafalarından biriyim.
AMA
Minik yeşil bir arabanın bir köşesinde minik bir kız çocuğu değil, ARTIK bir bireyim.

Olası en romantik araçda, bir tren içinde yaklaşıyoruz doğanın bir parçası gibi duran bir istasyona.

Sanki ve aslında, o istasyon yokmuş da orada, o gün atmosferi tamamlasın diye peydahlanmış kırın ortasında…

Trenden iniyorum gençliğimin kıyılarına.

Sırtımda asker yeşili, asker kumaşı bir çanta, ayaklarımda postallar.
Sahi savaşa bu kadar karşi insanlar neden kendilerini asker kıyafetleri içine sokarlar?

Babam pek istememişti dahil olmamı o gruba. "Gerek yok," demişti.

Muhtemel ki biricik kızını karabinalar, kancalar ve halatlar silsilesinin son noktasında, bir kayanın bir ucunda sallanır halde hayal bile etmek istememisti.

Ama o reddedişten tam bir sene önce"Hayır," deme hakkını kullanmıştı bir kez.

"Tiyatro grubu?" demiştim,
"olmaz," demişti.

Hani içine doğduğum aile demokratik bir aileydi?
Değil miydi?
Öyleydi belki.
Ama demokrasinin de yan yolları- patikaları vardı öğrenilesi, koyunların değil de keçilerin- dik kafalıların yürüyebileceği.

sormamayı öğrendim sonra ben.
Bildiğimi okumayı.
Babam da olsa bana sınır koyan, kafama uymazsa hayat bahçemin çevresine konulan, üzerinden aşıp koşmayı öğrendim ben.

Biraz gizli-Biraz saklı,
kılıfına uydurulmuş, ama hayat bir kere ise bahanem gayet haklı,
tüm merak ettiklerime burnumu soktum neticede.

Birey olmak böyle bir şeydi galiba..

Önüne konulan barikatların yanından, aradan dereden, ama illaki bir şekilde akmak…
Yoluna devam etmek.
Duraksamamak.


1989'un Mart'ı, Mart'ın 11'i…
Bahar tomurcuklarda patlamış.

Tren istasyonu şiir gibi.

Biraz saçaklı ama yine de düzgün bir ip gibi yukarı doğru tırmanmaya başlıyoruz.

Varıyoruz Keçi Kalesine.

İçi koca bir avlu.
Çevresi surlar ve kulevari birkaç yükselti.

Kulelerden birinde oturup sarkıtıyorum ayaklarımı bir oyuktan..
Ardımda, şimdi detaylarını hatırlamadığım yüzler..

Hayata yeni başladığımı hissediyorum.
Hayat mis gibi bahar kokuyor.

Çocukluk- gençlik eşiğim, kalenin içine dönüp bakıyorum.
İçi boş. Bomboş.

"Bu muymuş," diyorum (kale) kendime.

Ve de "bu olsa ne fark eder aslında?"

Hayat bahar kokuyor nasıl olsa.

Ve içi boş ya da dolu, fethedilmeyi bekliyor sahsımca.

Sonraları aynı yol üzerinden, müzik tutkunlarının oluşturduğu konvoylarda parmaklar kapalı ama baş parmak yukarda, çok konserlere vasıl olduk biz, hayat yolcuları.

Hepsi direnendi, hepsi protesto eden, hepsi isyan eden insanlar. Bir Joan Baez vardı mesela, kaçak girdiğimiz, Efes'in devasa anfi tiyatrosunun kemerlerinden birinden.
VE hani işte o kemerde yırtmıştı karanlıkta bileğimi kuru bir dal parçası.

Yanımızda getirdiğimiz bir şişe kırmızı şaraptan birkaç yudum fedası ile yıkamıştık yaramı.
Şimdi elimi sürdüğümde tam o noktaya, dışarıdan görünmeyen ama elle hissedilen bir kabartı buluyorum mesela.
"Gençlik," diyorum.
Seviniyorum tuhaf ki.

Sonra gençlik sayacında birkaç sene daha ilerlediğinde , biraz daha aklı başındalıkla gönüllü festival görevleri almalar.
Yer göstericilik yapmak tüm festival boyunca, sırf Jethro Tull konserine gidişi garantilemek adına. Ceplerimizie sıkıştırılan bahşişlere gülüp geçmek, öylesine genç olmak- öylesine saf (ki) bu para çok deyip bahşişin üstünü geri sıkıştırmak adamların kadınların avuçlarına…..

Tüm konserlere giden yol Keçi Kalesi önünden geçmekte.

Kale yol üzerinde beni beklemekte.
Gidişlerde şen- dönüşlerde bitmiş ve uyuklayan bir genci seyretmekte….

Kalenin içi boş, ne fark eder?

Hayat da sanki biraz öyle.
Ama önemli olan onun içinde olmak.

Ve burnunu havaya dikip bahar kokusu almak.
Her daim.

VE şimdi
Cuma gecesi
Bir veteran rockçı olarak
bahar kokusu almaya gidiyorum hayatımın ortasından.

Kim demiş bahar tek mevsimdir?
Ve 10lu yaşların sonu ile 20 li yaşların dibi arasında hissedilir?
Öyle eskimişiz ki kime desem hatırlamıyor Jetro Tull'ı…
Ama bilen biliyor.
Solistleri Ian'ın dediği gibi

Too old to rock'n roll, too young to die

Ama ne fark eder..
Hayat koklamasını bilene bahar kokuyor…