22.6.07

...elde çapa beyin kıvrımlarında süt


İnsan vücudunun kaçta kaçını su oluşturuyordu hatırlayamıyorum ama beynimin boş yerlerinin süt ile dolu olduğuna eminim artık ben.

Çok değil (!) tam 2,5 yıl boyunca daha sık yazı yazabilmek adına her öğleden sonra beynimin boşluklarını işgal edip düşünmeme engel olan sütü törensel bir şekilde boşaltmış bir kadınım.
BU törene kimileri bebeği en hızlı yolla uyutmak, kimileri ise (kısaca) emzirmek demektedir.

Rutinimiz şöyledir (şöyleydi) kızım emer, o emdikçe önce beden üzerindeki iki topda konuşlanmış olan süt bezleri boşalır, ardından (muhtemelen) beynimde sıkışma yaratan sanal sütler devreye girer, beynimde boşluklar oluşmaya başlar ve o boşluklarda “olur- olmaz” ama illa “yazılası” düşünce formları resm-i geçit yaparlar. Bana kalan ise dibimde yatan devamım, minik insan uykuya teslim olur olmaz soluğu klavye başında almak olur.

Karışık bir dönemden geçmekteyim.

Birden çok değişimin etkisi altında olmamı gezegenlerin gökyüzündeki konumuna bağlamış bir halde akşamları yıldızlara hayret içinde baktığım günler bugünler.

Önümde uzanan iki sıra ev arasındaki geniş boşlukta uzun süre asılı duran muhteşem hilale* ve kimi zaman onun önünde, kimi zaman arkasında yakaladığım parlak yıldıza gözlerimi dikip düşünüyorum:
“Bu konum iyi arkadaşlar, Böyle devam edin.”

Yıldızların değişken asimetrisi elime bahçe dergileri tutuşturdu, beni semt pazarlarında ucuz ortanca saksıları arayışına düşürdü belki ama kalemimi alıp çöpe attı sanki.


Fakat biri gider biri gelir diye bir kuralı var evrenin. Şimdi elimde çapa var.

Ve

Ve beynimin kıvrımlarında süt.
NOt:Hilal yerini yarım aya bıraktı artık aslında.

6.6.07

"Ben"den bir tane daha, ah buna üzülmeli mi sevinmeli mi?

Çok daha gençken “dünyanın halleri” daha dayanılmazdı. Oysa aksi olmalıydı. Gençsin ve kavak yelleri öyle mutedil değil, şiddetle esmekte. Bu durumda kafada kendine ve geleceğe dair odaklanılması gereken konular bile sabit duramıyor, kaptırıp kuyruklarını o anlaşılması zor rüzgâra, uçup gidiyor.

Ama öyle değildi işte. Hayat çok ağırdı benim için.
Kaldıramazdım gerçekleri. Üstelik 4-5 yaşlarında ölüm üzerine dedemden aldığım cevap da artık doyuruculuğunu yitirmişti. Neden ölüyoruz, demiştim su yeşili gözlerin güleç sahibine, demişti ki bizler ölmezsek yeni doğanlara yer kalmaz. E peki demiştim, ölünce nereye gideriz, demişti cennete. Nasıl bir yerdir cennet? Her istediğin olur demişti. O günlerde tüm istediğimin “gel parmağıma kon,” deyince uçup gelip konan bir kuş olması ne ilginç .
“Evet gelip konar,” demişti.
“Öleyim o zaman,” demiştim. Olmaz demişti, “Önünde uzun yıllar var.”.


Sonra, hayatımın 18. yılını sürerken bir genç
aniden
ölüverdi.

Hepi- topu okul kapısında bir iki kere gördüğüm bir yüz. Bir arkadaşın ablasının sevgilisi…
Dedemin dedikleri aklımdan uçup gitti. Hayat omuzlarımda ağırlaştı.
Hayat beni gerçeklere karşı buraya kadar koruyabilmişti. Hayatın pili bitti.

Siddartha gibiydi işte.

Hani Hesse’nin edebi dille anlattığı…


Bir yaşa kadar hayatın tüm gerçeklerinden ailesi tarafından titizlikle korunmuş prens Siddharta.
Bir gün nasıl olduysa sokaklara çıkmış, gerçeğin çırılçıplak ve tüm çirkinliği ile yatıp yayıldığı sokaklara. Cenazeler görmüş, yaşlanıp elden ayaktan kesilmiş insanlar görmüş ve ondan sonra hayat rüyası sona ermiş onun için. Kafası bulanmış elbet. Gerçekten öte gerçek peşine düşüp nirvanaya erinceye kadar huzursuzluk sularında dolanmış.

Sonra.
O bir iki kere gördüğüm yüz güneşe sırtını dönüp toprağa kavuşunca hayat ile bozuştum… Neşemi kaybettim.
Haberleri derin bir acıyla seyretmeye, gazeteleri ise boğazımda bir yumrukla okumaya başladım.
Berbattı gerçekler.

Ölmek ne kolaydı. Daha da kötüsü “öldürmek” vardı haberlerde… Ölmekten bu kadar çok korkan insanoğlu nasıl olurdu da birbirini öldürürdü…
Hani hayat bir kereydi.
Neydi bu sefillik. Hadi ölümü geçtik, insanlar adam gibi bile yaşayamıyorlardı.

Bir de çocuklar vardı.
Hayatın En çok katlanamadığım kısmı, anasız babasız, hepsinin de saçı “besleme” modeli kesilmiş çocuklar.

Canım sıkılıyor. Gerisini anlatmamalı.

Lafın kısası, hayat çok ağırdı.

Sonra biraz büyüdüm galiba. Hayatın rasgele fırlattığı oklardan kaçabilmeyi öğrendim yavaş yavaş. Haber seyretmez, gazete satın alma denebilecek bir haldeyim son yıllarda. Ne yazık ki tam olara sıfırlayamadığım bir alışkanlık söz konusu her ikisi için de.
Eşim ustalıklı bir kumanda kullanıcısı sayemde. Bakıyor haber kötüye gidiyor. Bir çocuk eziyet görmüş, haber onu anlatmak üzere, ya da ekranda bir şehit cenazesi – tık diyor başka bir kanala geçiyor. BU seni seviyorum demek aslında. Hani Siddharta’nın ailesinin ona yaptığı şey.

Ama bana o kadar görüntü bile yetiyor. Boğazıma yumruk oturuyor. Çoğu zaman da çaktırmadan ağlıyorum. Nefret ediyorum- nefret. Başka bir şey yapamıyorum.

İşte hayat bazıları için böyle zordur. Ben bu aşırı duyarlılıkta nadide olduğumu sanıyordum. Ne tuhaftır ki bana gülmeketen gözlerimden yaşlar getiren bir yazısı ile tanıdım ben benim gibi birini. Biri dediğime bakmayın, Aslı onun adı. Çok sevgili Aslı hatta.

Sevgilisi iken kocası, bir buluşmaya yolunda başına gelen talihsizlikleri anlatıyordu Aslıcım.
Çok tatlıydı anlatımı, beni sardı, hayatının içine aldı ondan sonra.

Başladım sanal evine gidip gidip gelmelere…

Uzak durmaya çalıştığım hayatlara bir nevi gözlük oldu bana Aslı. Sanki hayat acımasız parlaklıktaki bir ışık kaynağı, Aslı da benim güneş gözlüğüm.

O’nunla çok benzeşiyoruz. İkimiz de hayatı, ve (benim deyimimle) yaşamı deneyimlemeye gelmiş insanları çok seviyoruz. Ama çok anaç bir sevgiyle. Dayanamıyoruz düşüp kalkmalarına onların. Oturup onlarla beraber ağlıyoruz.

Ama arada bir fark var.
Ben biraz daha katılaştım, ben bir kaçacak yan yol buldum ya da ve bir felsefe geliştirdim kendimce… “ya ben burada olmasaydım,” diyorum artık mesela.
Ya ben tüm bunlara tanık olmasaydım. Bu bir ağrı kesici sevgili Aslı, sana da tavsiye ediyorum.
Aslında tam olarak benim felsefem de sayılmaz bu.
Kuantum Fiziği diye bir nane molla var ya, işte ordan çalıntım şahsen.
Hani Schrödinger miydi neydi, onun kedisi var ya. Onun üzerine bir hikâyeden öçğrendim.
Konu karısık, ya da tam hatırlamıyorum.
Bir kutu içinde bir kedi var. Sen bakınca öldüğü görüyordun. Ama sen bakmayınca ölmemiş oluyor.
NE bileyim işte. Cennette değiliz velhasıl. Bırak Kuşları (gelip parmaklara konsunlar-söz dinleyip) insanlar bile söz dinlemiyor, birbirlerine eziyet ediyor.

Bakma Aslıcım. Bakma..

Ah aslı…
Yalnız olmadığımı bilmek ne güzel.

Ama benden bir tane daha olduğunu bilmek de kötü.

KEske sen bu kadar duyarlı olmasaydın bari.

Cunku sen bakmamayı başaramıyorsun.

Ah aslı,
Bir koli göndermissin bana. İçinde sevgi var.
Elimi neye atsam “hiiiii” dedim.

Olamaz. Bu kadar mı seviyorsun beni…

Tüm bunları yazdıran şey elbetteki bana gönderdiğin nesneler değil,- onların gerisindeki kardeşlik duygusu…

beni tanımayı isteyip beni tanımak için harcanmış zamanların göstergesi hepsi birer birer.
Kendimi çok değerli hissetim ben. İşte bu ne güzel bir hediyedir.

Yaman’nın gülen yüzüne baktım bir de, ve Nehir’e benzettim…. Nehir geldi sonra,
Anne bak Hihi dedi.
Biliyorsun Nehir kendine hala hihi diyor.

Kızım o Yaman dedim, çok yakında gelecek bize…
Şimdi iki “değil mi” li cümlem var sana.

Kardeşim benim, geleceksiniz değil mi?

Bir de kardeş çocukların birbirine benzemesine şaşırmamalı değil mi.




Resim: sisters
Asli: Asliberry.blogspot.com