30.3.07

..................... 6 yaşındayken, babam için bir kayınvalide-kayınpeder, abim (ağabeyim) ile benim için bir annnnaaannnneee- dede ziyareti, Ankara’dayız (annem için ne ziyareti olduğunu söylememe gerek yok sanırım)…

Babam kız tarafı ziyaretinin yoğunluğundan sıkılmış olmalı (ya da eskiden bu bir nevi adetti- hep yapardık. Sinema hayatın bir parçasıydı) ya da biz israr ettik bilmem, sahne değişti: Yıldız Savaşları’nı seyrederken bulduk kendimizi…

İşte orada deri yeleğinin içinde “serserice” ve gençliğin ışıldattığı haliyle Han Solo’ya aşık oldum ben…..
Çok sonra öğrendim ki onun adı Harrison’mış, soyadı da Ford.

Film çok etkiliymiş… Film’den Ediz Hun’a olan aşkımı “geçici bir süreliğine” Solo’ya devrederek çıkmanın da ötesinde beynimin bir köşesine saklanan yüzlerce imge hatıra kaldı bana.

Biri satranç tahtasında birbirini gerçekten de alıp yere çakan yaratık piyonlar…
Diğerleri de şöyle sıralanabilir:
2 robot (biri cüce silindirik r2d2 -diğeri de altın mıdır- pirinc midir nedir ışıl ışıl sarı sarı yanan insansı olan)
Prenses Lea’nın boynuz gibi yanlara kıvrılmış saç modeli
Hologram denen şeyin adını bilmeden kendisini vakitsizce idrak etmemi sağlayan görüntü…
Bir nevi halteri andıran acayip savaş gemileri (ve onların ateş ederken çıkardığı ciuuuv ciuuuv sesleri)
Dart Vader denen iri yarı -kara pelerinli kötü ama acınası adam (kabul edin onun yerinde olmak istemezsiniz)…
“Meğer o kara adamın oğluymuuuş” dediğimiz sarışın yakışıklı
Klostrofobimi zorlayan dar ama aydınlık uzay gemisi koridorları…..

Babama sorsanız o güne dair ( o da hatırlıyorsa) hafızaya kazımaya değer tek şey sinemadan çıkışta daha fazla kendimi tutamayıp altına kaçıran kızını ıslak çamaşırlarla ne edeceğini bilememesi olsa gerek..

Ya da daha çok annelerin başına gelen böylesi bir sıkıntıyı kaldıramayacak kadar gerilip olayı hafızasından silmiş de olabilir….

Fakat çocuk beyni temiz bir kağıt gibidir… Yaz yazabildiğin kadar, yer bol.. Tüm gereksiz detaylara kadar yaz hatta… Bitmez oğlu bitmez bir kâğıt, üstelik kafa kağıdı gibi seneler geçtikçe eskimez de. VE hatta bir alzheimerlı bile dün ne yediğini hatırlamaz da çocukluğunda ne halt ettiğini sorsanız şakır şakır anlatır…

Dedim ya, hafıza işte bu… Olur olmaz yerlerde gözünüzün önüne önüne sokuşturuverir bir görüntüyü: şah – mat.

6 yaşımın paçalarımdan “ürin” akıttığı o gecesinde bu ehven durumda filmin korkunçluk manasında bir payı yoktu neyse ki…

O yüzden o gece ile ilgili babamı suçlayabileceğimiz tek şey film arasında evladına “kızım çişin varsa git tuvalete,” dememiş olması olabilir.

Ancak 6. yaşımı müteakip birkaç yıl sonra geçirdiğimiz bir sinemalı gece daha var ki : “bilemiyorum yaniiii”.

Yunan mitolojisine merakım o film kaynaklı ise eh iyi bari, ancak diğer veriler pek de iç acıcı değil.
Filme adını veren mitolojik tip: Medusa denen, baktığını taşa çeviren, kafasında saç yerine yılanların kaynaştığı bir adi yaratıktı işte.
Film ise günümüzde geçiyor.. Düşünce gücü ile uçakları apartmanların tepesine tepesine düşüren, (hem de bunu psikiyatrı mavi gözlü güzel kadına ispat etmek adına yapan vs) bir adam…

Pek tekin pabuç değil anlayacağınız.
Sonuçta kadın adamın pek de hayırlara vesile olamayan gücüne o kadar kani oluyor ki gidip adamın beynini bir nevi oscar heykelciği gibi bir şey ile güm güm vurarak dağıtıyor.

Burada önemli olan bu üstün güce sahip adamın nasıl olur da böylesi bir sonu önceden kestiremiş olması değil elbette (belki de benim o çocuk yasımda anlamadığım ince bir şey vardı filmde: adam kadına kadın onu öldürsün de dünya da kendi de kendinden kurtulsun diye gitmişti - bilemiyorum)

Önemli olan şu ki tüm bunları (kötüye kullanılan beyin gücü türü o yaşa fazla gelebilecek parapsikolojik bir olgu ve kafa kemiği çatırdatılarak adam öldürülebileceği gerçekleri) öğrenmek için yaşım biraz gençti….

Evet, nereye kadar önlenebilir. Mutlaka bir gün öğrenecektim hayatın böyle de yönleri olduğunu.. .Ama işte- aması var….

Evlatları kolumuza bir nevi sepet gibi takarak gittiğimiz filmler konusunda (ben henüz gitmedim-benim evlat sinemaya alınacak yaşa gelmedi- ama tv bazen benzer işler görebiliyor) geçekte seçiciden de öte seçiciler olmamız gerektiğini düşünüyorum.

Bir film vardı mesela Charles Bronson’lu… Ruslar mı ne insanları alıp öyle bir şartlamışlar ki filmde, aslında kendilerinin bile militan olduğunu bilmeyen sıradan insanlar gelen bir telefon (ve Allah bilir söylenen hangi harekete geçirici sözle) birer teroriste dönüşüp orayı burayı bombalıyorlardı- büyülenmiş gibi.

İşte o filmden sonra ben asla ama asla hipnotize olmamama kararı almışım da farkında değilim. (hayır diyeceksiniz ki hipnotize olsan ne yazar olmasan ne yazar- öyle demeyin kimi hipnoz seanslarının derin korkuları yenmede işe yaradığını duydum. Ben karanlıktan korkarım mesela… Gitti mi elden bir tedavi imkanı şimdi. İşte ben ona yanarım.)

Sonra bir başka film: Deer Hunter (bize Avcı diye çevrildi)
İçime işledi o film benim. Robert de Niro’nun aptalcasına bir rus ruleti oyununda şakaktan vurulan arkadaşının kafasını elleri arasına alıp ağlayışını, akan kanı durdurmaya çalışışını unutamam.
Vietnam’da esir düşen askerlerin omuzlarına kadar gelen sıçanlı suda olduğu sahneyi de…

Helikopterden atlayıp da sığ nehir’de kaval kemiği derisinden fırlayan adamı da…
Vs vs

Savaşın ne kadar acı olduğunu anlattı o film baba.. işte bu yüzden de o kadar tukaka dememeli ona….

Ancak bir başka film var ki biraz da az önceki iğrenç sahnelerin etkisini silmek adına, biraz dagüldürmek için sizi, anlatmak istiyorum.


Önce yaşım ile başlayayım: 11,5

Hiç unutamıyorum o filmi gördüğüm yaşı, çünkü bana yaşıt gibi iki kızı olan komşuya emanet edip de annem Jaws’a gönderdiği gün beni, yaş mevzuu olmuştu arkadaşlarla aramızda… Böbürlenerek 11,5 demiştim. Sanki büyümek yapabileceğim en önemli şeymiş gibi…

Arkadaşlar buradan açıklıyorum. Evladınız 11,5 yaşındaysa lütfen onu JAws’a göndermeyin sonrasına uzun bir süre tuvalete oturamayan, otursa da kalkıp kalkıp arada kuburu kontrol eden bir çocuğunuz olur.

Kim demiş bir camgözün tuvalet kuburundan sığamayacağını… Aynı Jaws’ın bel boyunda plaja da giremeyeceğini de söylemişler di hani…

Bugün bir arkadaşla konuşuyoruz… Meğer JAws sadece 11,5lukları değil 13lükleri de derinden zedelemiş o yıllarda. Üstelik bu arkadaş korkudaki limitsizliği ile içime sular serpti (meğer kubur kontrolü o kadar da acayip bir şey değilmiş)

Söz konusu adaını vermek istemeyeceğim dostum – bırakalım da bu itirafı o yapsın-- Jaws sonrası bir süre odasının ışığını kapatamamış arkadaşlar…. (Laf aramızda tuvalette hiç olmazsa su var…)

Jaws’ın çocuksu boş – bom boş akıl sayfama yazdıkları az biraz silindi elbette. En azından boyutlar ve olabilirlikler konusunda aklım başıma biraz daha gelince…
Ancak derin sular bana hala inci dişli JAws’ı hatırlatırlar….

İşte bu yuzden balayında önde benim adam- arkada ben halinde türkvari bir çoklukla bindiğimiz jetski’den Alaçatı’nın az biraz açıklarında lacivert sulara savrulduğumuz anda ağzımdan çıkmasına engel olamadığım bir soruydu “burada köpek balığı var mıdır?”

VE JAws’dır mesulü aldığım homur homur “hayır yoktur elbette” cevabının….

NEyseki homurdanan adam Jaws’ı doğru yaşta seyretmiş. JEtski’de önde oturanın hani şu odasının ışığını bile kapatamayan arkadaşım olduğunu düşünün bir:

-Burada köpek balığı var mıdır?
-Ne köpek balığı mı? İmdaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaat…




Resim not:
Bu resimi olusturmak icin iki ayrı adresden iki ayrı grafik kullandım.
Köpekbalığı buradan
korkan çocuk buradan

23.3.07

Gündüz vakti herhangi bir evin kapısını çalıp bekleyin…2 ihtimal var:
Kapı açılmayabilir…
Veya….
Veyası belli, açılır…

Kapı açılırsa aralanan kapının arkasından belirecek yüz ile ilgili ise (biraz abartmaya müsaade varsa) tek bir ihtimal vardır… Bir kadın…

Zannetmeyin ki bu saatte evde olmak işsiz güçsüzlük göstergesi,

Ve zannetmeyin ki o kadının yüzünde az önce çaldığınız zilin sesi ile bozulan ama yok olamayacak kadar derinleşmiş bir keyfin izi var…

Keyiften ziyade yorgunluk belki… Hiç görünmeyen işlerin, bir nevi suya yazılmış yazının kalemleri olan bir süpürge, bir yer-toz-bulaşık bezi kenara bırakılmış da açılmış kapı…

Ellerine bakın, muhtemelen nemli- aceleyle mutfak havlusuna silinmiş, hava soğuksa biraz da kırmızı, parmakların bittiği yerde, tümsekler arasında belki de biraz kuruluk ve mini mini çatlama izleri.

Elbette en sondaki detayları bir anda görebilmek için bir çift Süpermen gözüne ihtiyacınız var… Ne bakışı diyordu ona Clark Kent, X ışınlı bakış mı? İşte ondan..

Ancak kadınla ilgili çok önemli bir başka detay var ki onu görebilmek için X ışını saçan gözlere değil yalnızca ve yalnızca zamana ihtiyacınız bulunmakta. Şöyle birkaç saniye, en fazla 5 kadar….

O bir detay da değildir aslında. Başlı başına bir “anafikir” belki… Gereken süre geçti mi kendiliğinden gelen, aralık kapının dibinde bir yerlerde biten ve fıldır fıldır dönen gözlerini gözlerinize diken bir “anafikir”, kadının özü; kadının reçinesi (bakınız ağaçlı yazım)… Evin merkez noktası, evin en küçük birimi, çekirdek ailenin de çekirdeği.. Atomu….EVLAT….

Bir kadın, eğer ana olmuşsa “gerdirme” nedir bilir….Bir kadın anne olmuşsa “görünmeyen bir lastik” ne demek bilir… Ve o görünmeyen lastiğin bir ucunda kim diğer ucunda kim var onu da bilir elbette….

Evlat ile ana arasında, her ikisinin de tam da ayak bileklerinden birine takılı, sevgi (ve karmaşık başka bir sürü neden) kaynaklı ve aynen sevgi kavramı gibi soyut ve elle tutulamaz, baksan görünemez ama illaki hissedilir bir lastik vardır.

Ana yürür, gider kapı açar, evlat o anda evin bir köşesinde oynamakta olsa da fark etmez lastik gerdiririr gerdirir ve ufak olanı büyük olanın yanına uçuruverir…Çektirir lastik…Lastiğin menzili bellidir….

Zihin duvarları mağara gibi, kim bilir o anda o duvarlarda ne düşünceler yankılanmakta.. Bir tanesini biliyorum ben.
“Annem gidiyor!!!”

Her akşam ve her sabah, çöpün kapı önüne koyulduğu o önceden belirlenmiş saatlerde evin seslerini en az benim kadar ezbere bilen kızım açılan sokak kapısının ayağımdaki görünmez lastiği daha hızla gerdirdiği hissiyle fırlar gelir yanıma….

“Çöpü attım kızım..”
“Töpü attın mı anne?”
“Attım kızım.”

BU elbette bir tanesi.

Bir diğeri “bunalmışlık”… Kapı çaldı, biri geldi, kim ola ki, oyun oynar mı benimle, bu kadın yine daldı evin işlerine….

Bir diğeri “beklenti”.. Babam mı geldi acaba, o ise yaşadık valla. Taze kuvvet. Hem özlemiştir de beni şimdi o….

Bunları geçelim.

Lastiğe dönelim.

Kimi zamanlar lastiğin yeni alınmış telsiz bir ev telefonu gibi menzilini ölçmek istersiniz. Hiç yapmadınız mı siz? Hani kutusunda 100 metreye kadar çeker türü şeyler yazan telefonunuz ile komşuya çıkıp biri sizi aradımı çalma sesinden başka pek de bir şey duyamadığınız, telin öteki ucundaki insanın kim oldugunu bile anlayamadığınız hiç olmadı mı yani.

Menzil denemeleri genelde hayal kırıklığıdır…. Evdeki babaya teslim edip evladı yukarı komşuya çıkmak sizin ayağınzdaki lastiğin gerginliğini orada kaldığınız 15 dakika boyunca boşu boşuna hissetmenizden başka bir işe yaramaz. Ses gelmez, ama aranıyor olduğunuzun bilgisi ile huzursuzsunuzdur. Telefon örneğinden tek fark, ses gelmese de sizi kimin aradığını biliyor olmanızdır. Tek yön: Evlat….

Daha da zoru evde reçine tanenizi teslim edecek kimsenin olmadığı anlardır.

Çamaşır asmaktasınız. Balkondan aşağıya içinde siz olmadan da, içi boşken bile yanaklarınızı kızartacak şahsi bir eşya, alelade bir kilot, sıradan bir sütyen düştü yere… Öyle filmlerde görünen tarzda şeylerden de değil, işte öyle bir kumaş parçası. Ama etkisi şaşırtıcı… Ha boşu yatmış kaldırımda, ha dolusu diyor ve uçuyorsunuz…. Kimseler, kumaş parçasının civarındaki yeşilliklerde dolanan karıncalar bile görmeden gidip o utanç abidesini yerden kaldırmalı, 2 tokat atıp onu iffetli olmaya çağırmalı.. Kepazelik

Uyuyor işte evlat, daha ne olsun. 2. kattan aşağıya inme sürecinizde yataktan fırlayıp kibritle oynayacak ve tüm apartmanı danseden alevlerin kucağına atacak değil ya.. Öyle öyle ama gel de bunu ayağındaki lastiğe anlat….İndiğiniz hızdan daha büyük bir hızla geri çekiliyorsunuz eve. Bir nevi uçuyorsunuz.

--
Arka bahçemizde diyebileceğim kadar yakın şehir tiyatrosu bize… Aramızda en fazla 100 metre var. Belki yok bile o kadar. Oyuncu kadrosu ise hatırı sayılır ünlülerle dolu. Yok öyle ünlü hayranlığımız ama, bir git gör, hayatına renk gelsin di mi…. Kaç kere de dedi eşim git diye…Gitmedim … Çünkü ayağımdaki lastikten pranganın menzilinin o kadar geniş olduğundan emin değilim Ya da cep telefonumun bir perde kadar kapalı kalmaya tahammül edebileceğini…

Yanlış giden bir şey var diyorum kendime.

VE neden erkeklerde bu lastik varsa bile hissedilmeyecek kadar gevşek..

Ve çalan kapıyı açtığımda birkaç saniye içinde çekmezse ayağımdaki lastik evladımı yanıma, tuhaf hisseder miyim kendimi acaba?

Ve simbiyotik ilişki (bakınız ağaçlı yazım son paragraflara dogru )denen nane molla’dan farkında olmadan zevk mi alıyoruz acaba…

Ve böylesi bir çekim gücü olmasaydı dünya dönmez miydi güneşin etrafında…

VE güneşten uzaklaşıp uzayın derinliklerinde kaybolup gitmiş bir dünyada yeşerebilir miydi yine bahar dalları…

Ve bahar dallarını yeşertemediğini bildiğinde güneş yine kendisini güneş gibi hisseder miydi acaba???


---


Bu yazımın ardına Zeynep’in şu yazısını okusanıza….

11.3.07


Hoca Nasreddin bir meramımı anlatırken en çok yardımıma koşan tarihi kişiliklerden biridir.

Ama nasıl olmasın, hoca her ağzını açtığında bir konuşmuş, pir konuşmuş. Ve hatta öyle konuşmuş ki sözleri birer joker misali “istediğiniz bağlamda”- “istediğiniz manada” kullanılabilecek şekilde esnek birer lastik mübarek… Nasıl sevmeyeyim ben hoca Nasreddin’i siz söyleyin şimdi…


Geçen hafta 80’lerin sonları ile 90’ların başlarına dönmek maksadıyla benim deyimimle 5 kız, kızımın gözüyle 5 teyze bir araya geldik… Ancak bu bir hayaldi, işin 80’lerin sonları ile 90’ların başlarına döner gibi yapmak kısmı hayaldi elbette… Çünkü hayatımızın o dönemlerinde henüz dünyanın merkezi bizzat ve tamamen kendimizdik. Oysa şimdi…
Gel de Nasreddin Hoca’yı anma.

Herkesin bildiği bir hikâye; Hoca’ya sormuşlar dünyanın merkezi neresi diye, o da bulunduğu yeri gösterip “ahanda” tam burasıdır demiş. Elbette ki sorucudan “Nasıl olur hocam,” diye bir ikinci soru gelmiş. Hocanın cevap malumunuz : “İnanmıyorsan gel de ölç!”

Ortada 6 adet “reçine damlası” dönenmekte… Biz 5 imiz merkez kaç kuvveti ile kenarlara, “evsel terminoloji” ile koltuklara savrulmuşuz… Eh dedik ya merkez biz değiliz artık, bu kadar çok merkez nokta bir araya gelince merkez kaç kuvveti de daha yüksek oluyor tabi…
Ancak bir kısmınız paragrafın başındaki “reçine damlası” tabirine takılmış olabilirsiniz. Açıklayayım…

Belki de bu çağrışımı hamilelilikte vücudumun aldığı şekle borçluyumdur…. Git gide ağaçtan akan bir reçine damlası gibi aşağıya aşağıya şişen göbeğime bakıp bakıp ne kadar da ağacın sızdırdığı reçine damlasını andırıyor derdim kendime.

Reçineyi küçümsemeyin lütfen… O ağacın özüdür , en tatlı yeri, şekerinin şekeri

İşte bir başkasının durduğu yerden bakarak konuşunca

“e muhtemelen ve de hmmm herhalde” en tatlı,

kendi bakış açımızla ise “aa delimisin, kesinlikle en tatlı” parçamız,
hayat ağacımızın “en bi şeker özü” yoğunlaşmış da akmış, akıp akıp da leğen kemiğimizin üstündeki o güvenli yere 9 ay boyunca toplanmış, sonunda pırt diye dünyaya atılıvermiş ortada, aman tanrım o da ne SAÇÇÇÇ YOLUYORRRR….

Bir başkasının en bi tatlı kısmı, özünün gül yüzü ise tam o anda elindeki oyuncağı havaya kaldırmış eylem gerçekleşmeden “kemik sesini” duyabilmenizi sağlayacak kadar dehşetengiz bir ifade ile olaya renk katmakta….

Pembe – beyaz tenlere geçmek üzere bir piranha şıklığı ile açılıp açılıp kapanan çeneler ve inci dişler, hiçbir sorun yok aman da ne güzel “dansediyorumvari” bir ifade takınılmış halde yapılan bir dans figürünün doğal uzantısı olarak bir diğerinin kafasına inen bir şaplak ve olaya eşlik eden bir doğal ses: şaaaaaaaaaaaap…


Ve VE VE elbette sahneyi tamamlayan kadınlar korosu: HAYIIIIIIIIR, YAPMMMMAAA, AYYYYY, YETTER…

Buraya kadar olan kısım elle tutulur şiddet kısmına giriyor… Bir de elle tutulamayan şiddet var ki o daha çok anaları hedef alıyor… Bir nevi çin işkencesi, kesilmez ve ardı arkası gelmez bir vırvırvır, cırcırcır ki bir arkadaş topluluğunun en son doğum yapmış elemanı iseniz bu tür arkadaş toplantılarına katılmayıp sonunculuk eziyetini bir önceki arkadaşınıza devretmenizi tavsiye ederim… Açıklama basit… En küçük çocuk refakat istediğinden hiç susmamaya ve ses desibelini gürültü kirliliği sınırından bir milim aşağıya kaydırmamaya yeminli tüm “reçine damlaları” ile beraber arka koltukta oturma şerefine nail olan yetişkin sizsiniz… Önce kulaklarınız sonra beyniniz uyuşuyor….Arabanın önünde oturan ve tatlı bir sohbetin keyfini süren iki arkadaşınızın sesi git gide daha uzaktan gelmeye başlıyor…Arada bir cılız ses çıkıyor ağzınızdan, bir nevi “imdat”: “Kızlar öne pek ses gelmiyor galiba…” Mükemmel bir manevra ile susturuluyorsunuz: “AA biz çocukların gürültü yapmasına hiç kızmayız, yeter ki şiddet uygulamasınlar…” Yutkunuyorsunuz, biraz daha cılız bir sesle “evet öne bu kadar yoğun ses gitmiyor demek” derken …

O anda değil ama sonra (çünkü tüm bunları düşünüp tartabilmek için olay mahallinden otobüsle 1 saat 50 dakika kadar uzağa kaçmam gerekiyordu) gözümün önüne gelen bir vizyon ile aydınlandım, bir nevi yaşadıklarımızın nedenini anladım.

Vizyon şu: Batmakta olan güneşin önünde 2 kol ve tek bacak kıvrık bir şekilde havada o meşhur pozunu veren Karate Kid.

Hatırladığım kadarı ile bilge bir dövüşcü olmak adına bir yığın sınavdan geçip bir yığın acılar çeken bu genç çocuk sonunda muradına eriyordu….

Bizim muradımız biraz daha farklı… Kendiminkini ifade edeyim (nasıl olsa hepimizin ki üç aşağı beş yukarı aynı): Zarif, kibar, düşünceli, saygın, karakterli, mutlu, başarılı, tuttuğunu koparan vs. vs. velhasılı insan gibi insan ama bu dünyaya geldiğine ne kendisini ne de başkasını pişman ettirecek bir insan “oluşturmak”…
Ya da ve belki, her doğum gününde çevresini saran koronun “iyi ki doğdun” nakaratını içinden gelerek söylemesi ve kendisinin de bu nakaratın sonunda ki “n” harfini “m” harfine dönüştürmesi….

İşte Karate Kid ile bu noktada ayrılıyoruz.
Kid kendisine şart koşulan tüm dayanıklılık testlerini kendisi için geçmişti tek tek, biz- yani koltuklara savrulmuş analar ise, siz ne demek istediğimi zaten anladınız, belli ki evlatlarımızın hayrına geçmekteyiz tek tek tüm testleri…

Mesela bir komşum var ki bizden önceki neslin yazılmamış “çocuk yetiştirme kitabının” şımarıklık alt başlığına dahil edebileceği kimi durumlar için “bırak,” diyor bana “ o çocuk da kendini böyle ifade edecek, bırak- engel olma….”

VE sonra bizim çocukların arasında baş gösteren itiş kakışta ben benim reçine damlasına engel olmaya kalktığımda “amaaan,” diyor bir başka arkadaş “bırak aralarında halletsinler, yok değilse hırslanacaklar, o ona vuruyor o da ona karşılık veriyor…..”

Şimdi mesele biraz karışık, ve elbette oyunun kuralları da..
Anne’ye ait oyun kuralları şu şekilde sıralanabilir:

Hayat denen mücadelenin bir küçük versiyonu olan oyun alanında evladın etkiye karşı tepkisiz kalmamasına ancak bu esnada cok fazla kafa göz yarmamasına dikkat etmek…

Biri sana bir tokat attı mı sen bir de öbür yanağını uzat felsefesine inanmadığınızı ancak yine de şiddeten nefret ettiğinizi çocuğunuza ifade edebilmek (bu en zor kurallardan biri)

Yukarda ki iki maddenin doğal bir uzantısı olarak hayat çaylakları arasında vuku bulan bir arbedede hangi darbelerin müsaade edilebilir hangi darbelerin müsade edilemez boyutta olduğunu birkaç saniye evelinden kestirebilip olaya bir kedi çevikliğinde müdahale edebilecek güçte olmak…

Çocuklara ait oyun kurallarına ise hiç girmeyelim…. Çünkü o cenahta anlatacak pek bir şey yok…

Zaten demin de dediğimiz gibi bu oyunu Karate Kid türü filmlerden ayıran en büyük fark “gelişim”in sadece Karate Kid’i ilgilendiren bir olgu değil Kid’in eğitmenini de kapsayan bir kavram olması….

Her ne kadar hayatınızdaki “ağırlık noktası” ve dünyanın merkezi olma kavramları bir ağaçtan kayıp giden bir reçine damlası gibi bedeniniz merkezli olmaktan çıkıp bizden uzaklaşsa da “simbiotik füzyon” diye ağdalı bir tanım var literatürde….


Bu tanım kimilerince “simbiotik ilişki” olarak da bilinir ve özü şudur: iki kişinin varlığının anlamının birbirine bağlı olması…. Bir anne evladından dolayı anne, evlat da annesinden dolayı bir evlat statüsüne sahiptir gibi…

Bu durumda olayı "psikopata bağlamadan" ya da evlat kazık kadar olduktan sonra, uzak bir gelecekte de "karşılıklı simbiyotik manyaklara" dönüşmeme umudu taşıyarak dünyanın iki merkezi var diyebiliriz:


Biri: ahanda benim durduğum yer,

Diğeri de: Hani ortada dönenip duran (ve bu esnada başka dünyaların başka merkezleri karşısında tekme tokat ısırık hayatı öğrenmeye çalışan) şu reçine damlası....


Şimdi söyleyin bana, böylesi bir tanımlamaya kimin itirazı olabilir!

İtiraz etmek için derin bir soluk alanlara ise elbette Hoca Nasreddin'den bir son cümle önerilebilir: İnanmıyorsanız gelin de ölçün….







NOt:Resim East of the sun sitesinden. üzerindeki nacizane reçine damlası benim eklememem.