19.9.06

ÇU AYI ÇUUUUUUU...

Bir oyuncak mağazasında bugün, şöyle balık etli bir bebek aradım… Sonuç: Barbie’lere inat, barbielere rakip çıkan “Bratz”ların bile sadece kafası büyük.
O yüzden evladıma sadece ayı almaktan yanayım. Bu ne kadar sürer bilmiyorum… Ama sürebildiği kadar sürsün.
Bir sorum var: Çocuklarımızın bilinçaltına çaktığımız çiviler hangi yaşta daha çok iz bırakır durumdalar?
Hani ağacın yaşlığı kaça kadar en işlenir halde…

Emin olduğum bir sey var
Kızım sokağa yüzüne allığın alını sürmeden çıkamayacak mesela…
Benim yaptığım gibi tıpkı, tam da dışarı çıkmaktayken ikimiz, atta meselesinin benim için en önemli kısmının surat renklendirmek olduğunu bilmesinden mütevellit, dibime sokulup pembeleşmiş o yumuşak ponponu yanaklarında hissetmek istediğini belli ediyor bu küçük kadın.

Bana göre

Mahrumiyet bitimsiz bir açlık yaratabilir. Sen çocuksun olmaaaaaaaz demiyorum hiç. Arada görmezlikten gelip el çabukluğu marifet kendi ritüelimi hızla yerine getirip banyodan kaçsam da, kimi zamanda da “hadi al sür bakalım,” yapıyorum.

Bilmem yanılmakta mıyım?

Surat ortasında ki tokattan öte tokat kıvamında allar bana palyaçoları hatırlatsa da bu dar bir bakış açısı olsa gerek. Kimi manik depresiflerin maniklediği dönemlerin en önemli eşlikçisi aşırı makyaj, kimi zaman da değerli sanatçı Zeliha Berksoy’da olduğu gibi bilmem hangi sanatsal amaca hizmetle ya da varoluşun yokoluşa dönüşmekte olmasına (sanabilirim) zayıf bir itiraz göstergesi olarak surata oturan bir maske….

Geridekinin ve beridekinin renksizlik hüznünü saklamak için belki de kozmetik endüstrisinin tüm çabası. Ya da daha gerçekçi bir tabirle, ait olduğum büyük yüzdenin diğer tüm kadınları gibi dengesiz ve aptalca beslenmenin getirdiği kansızlığın ruhsuzluğunu silmek amaç surattan.

Yüzüme dokundurduğum ponponlardan ziyade avucuma her sabah alacağım tatlı kırmızı tonda bir demir hapı ile Nehir’e daha iyi örnek olmak da var tabi.

Ancak mini mini hap şeklinde şekerlerden bile haz etmiyor kızımın babası. Doğru da düşünüyor. Özendirici ve yanıltıcı buluyor. Uzun uzun anlatmadı ama ben biliyorum aklındaki lafları. Uzun lafın kısası, işyerinden bir arkadaşının kızının midesine işte bu yüzden geçenlerde hortum sallandı.

Oysaki biz kadınlar erkekleri kandırmak için süreriz alı yanağımıza… Daha sağlıklı ve dolayısıyla daha doğurgan görünmek için belki de…. Türün devamıdır, evrimin altın kuralıdır. Cinsler kendilerine hayatta soy verebilecek ve hayatta kalma ihtimali yüksek soy verebilecek eşler seçer.

Doğurganlığın en garanti olduğu yıllar da gençliğin şaha kalktığı yıllar…İşte bundandır ki tüm kadınların arzusu olmak bir narin dal… “Gencim ben, en ideal “eşim” olası ki. Üstelik yanaklarım da al…” der bütün süzülen kadınlar görünümleri ile… Bazen söze gerek yok. Ve hatta söz anlamsız, öyleymiş gibi yapmak daha inandırıcı….

Ve sapıtır bir çok şeyin sapıttığı gibi hayatta amaçlar. Hem yeni yetme bir ergen kadar ince hem de bir katır gibi sağlam olmak öyle kolay iş mi?

Bir büyüme hormonu vardır ki, ne yeseniz yağa dönüşmez, istediğinizi yer yanaklarınızı al dudaklarınızı bal yaparsınız. VE dahi yaprak gibi süzülür, her göze takılırsınız.

Fakat zaman geçer o hormon başka hormona yer verir, kendine yol verirken. Artık yediginiz içitiginiz tamı tamına sizin, hemi de göbek bölgenizde bir küçük can simidi formunda. Buyurun taşıyın gururla….

Hep istersiniz cazip olmak. Kesersiniz lokmayı önce ucundan sonra dibinden….

Kan çekilir yanaklardan, dudaklardan. Tüm kadınların ortak kaderi midir “ay makyajım yok dur çekme şimdi –foto?” Demek.

Oysa dedelerin torunları ile her isttediginiz zaman fotoğrafını çekebilirsiniz, ya da babaların… Ancak söz konusu kadın aile fertleri ise, ay aman dur, sen de hep böyle bakımsızken çekiyorsun fotoğrafımızı….

Sonra
Kimi “aklı biraz daha erken ayanlar”
Ya da iştahına gem vurmakta zorlananlar
Der ki amaaaaan ye gitsin…
Hayat bir kere , nerde buldum adını söyleyemediğim tadını aklımdan silemediğim bir “profetorol” topragın altında…
Ye gitsin…
Ama bunu diyemeyenler, gözünün önünde tapılası barbieler, bırakırlar yemeyi hepten….

Ya da yerler de yemezler. Yer gibi gözükür gider kusarlar…. Bir de zihinlerine bir böcek sokarlar. O lokmayı yerse En sevdiklerinin öleceğini söyleyen. VE bir de ekranlarda psikiyatrlar, derler ki anoreksiya nevroza bu, ve bir öncekinin blumia olduğu gibi….

İyi insanlar vardır, gırtlaklardan aşağı hatırım için diyerek lokmalar iten. Gitmezzzz….

Çünkü

Her yer çöp kadınlarla doludur. Oyuncak dükkanları serçe parmağı bedenlere sahip bebekler, her yıl aynı beden kalsanız da gün geçtikçe small’dan mediuma çıkan kıyafet kalıpları…
Olamaz….

İşte bu yüzden
Nehir’in en çok ayısı var….
Ben ona hala ve ısrarla yaşıyor olsa ayakta durması imkansız olacak beden ölçülerine sahip olan Barbie, ya da bedeni yine dal, kafası büyük Bratz almıyorum….
Alanlarla da geri göndermeyi planlıyorum…(bilmem büyük mü konuşuyorum…)

Hele bir de Türk versiyonları var ki bunların, derler ki safinaz. Onlardan da nefret ediyorum….
Çöp bacaklar, çöp kollar bana kalırsa iğrenç diyorum….

İşte bu yüzden Nehir’in en çok ayısı var. Onları alıp da yanına tatlı tatlı bir “çuuuu” demesi var ki otur demek.
Otur ayıcığım otur, sen yanımda kal…Belki senden abiye kıyafetin altına hangi ayakkabı daha iyi gider öğrenemem ama ve en popüler saç renginin sarı, boyunun beli bulduğunu,,,,ama ama yine de annemin içi daha rahat eder….
Çuuu ayı çuuuu…




rESİM NOT: jUDİTH lEVİN Posted by Picasa

11.9.06

Klasik Saptamaları Küçümsememek Lazım Demek .....

Bir zamanlar bir mizah dergisinin bir çizgi kahramanı vardı. Ne tipi, ne de yaşadıklarından bir tanecik bile hikayesi aklımda değil şimdi. Ama adını hiç unutmadım: Öğreten Adam…

Adından da belli olacağı gibi öğreten adam yemez içmez herkese dersini verir, yol yordam bilen bilmeyen herkes onun bilmiş karışmalarından nasibini alırdı.

Herkesin hayatının bir köşesinde değip geçtiği ya da sürekli beraber yaşadığı bir öğreten adamı olmuştur herhalde. Bu tipler biraz itici biraz da komiktirler. Nizam intizam arayışları, her şeyin olması gerektiği gibi yapılması ile ilgili takıntıları nedeni ile hem biraz doğru hem de biraz yanlış adamdırlar aslında.

Çünkü insanı insan yapan galiba biraz da hatalarıdır. Aslında belki de insanı insan yapan hatalara karşı gösterdiği toleransdır demek daha dogru belki de.

Bugünden çok günler sonra, muhtemelen, lineer tarih kayıtları 2300’ü gösterdikten sonra, ortalıkta ziyadesi ile insansı robotlar (ki onlara ilim-bilim kurgu kitaplarında şimdiden “ANDROİD” adı ile rastlıyorsunuzdur.) dolaşıyor olacak. Şu Robbie Williams’ın “Bicentennial Man” filmindeki gibi hani….

NE seslerinden, ne tenlerinden, ne bakış ne mimik, ne jestlerinden, hiç bir şey ama hiçbir şeyleri ile gerçek insandan ayırt edilemeyecek kadar büyük bir zafer olacaklar bilim tarihi adına. Ama tek bir falsoları olacak bana kalırsa. O da hatalara karşı toleranssızlıkları.

İlhan Mansız bir gece kulübünden çıkıp polis kontrolüne yakalandığında doğal olarak dayadılar ağzına alkolmetrenin çubuğunu. Görünen o ki, Mansız, ehliyeti birkaç yüz yıl önce doğmuş olmanın getirdiği bir kader kısmet şansından dolayı polis memuruna kaptırmadı. Olması gereken değerden, yanlış hatırlamıyorsam, yalnızca 8 birim yüksek çıkınca ülkenin futbolda dünya 3. olmasında payı ve üzerimizde bu anlamda manevi hakkı olan adam, memur haklı olarak yol verdi, o da gitti.

Duygular güzel şeyler. Kenarda duran gazeteciler Mansız’a, biraz haber nesnesi olarak bakmanın getirdiği bir bakış açısı ile biraz daha katıydılar. Yani sanki biraz daha robotumsu mu demeli? Görev robotu türü hani.

Oysa alkolmetre bir insanın değil de bir android’in elinde olsaydı ölçüm limiti 150 mi örneğin, ibre 151’i vurdu mu robotun eli makbuza uzanıyor olurdu muhtemelen. Neyse ki hoşgörü diye bir kavram var. Bir de inisiyatif tabi.

Hani şu robotlarda olmayan şey. Programcı limitleri belirler, robota o sınırların içine sığışma görevi düşer, “bir eksik beş fazla, aman önemli değil,” diyebilme , bu kararı verebilme yetisi ise ancak insana aittir.

İşte bu yüzden üniversite sınav sonuçlarını değerlendirme görevi bir çeşit robot olan bilgisayarlara aittir. Sonuçları hesaplayanlar insan olsaydı, aralarında şöyle konuşuyor olabilirlerdi:

-AY ben bu çocuğu biliyorum, hem eski kayıtlarına da baktım. Bunun 4. girişi bu sınava. Bak şimdi 0.075 puan eksik kaldığı için yine yerleştiremiyoruz bir yere. Hay Allah gördün mü bak. Aman bu hayat heder olmasın. Gel biz yuvarlayalım bu notu. Girsin en azından son tercihine.

-Hah, iyi dedin. Yüreğim parçalanıyor böylelerine valla. Hele anne/ baba olduktan sonra hiç istemiyorum başarısız olsun çocuklar.

Böylesinin işleri daha çok karıştıracağını düşünsem de yine de hayal etmek hoşuma gidiyor.

Bir ondan, bir bundan bir çok duygudan bir demet olmak güzel bir şey. Annelik de böyle bir şey sanki. Hani aşure gibi. (çok evkadını vari bir tanımlama oldu- eleştirilere açığım. Ancak bundan daha iyi bir tanım bulamadım. Bulan bildirsin) Dersin ki kuru fasülye, nohut, ne arar bir tatlının içinde hem de cevizin kuru üzümün kayısının yanı sıra. Öyle demeyin ama, tüm bunlar olmasa aşure bu kadar efsanevi olur muydu?

İşte ben de bu yüzden şu kınadığım tiplerden biraz esin almanın beni daha iyi yapacağına karar verdim geçen gün.

Öğreten adam olmak mesela. Eğer ben öğretmesem kızım dağ adamı gibi yetişecek. Bir arada yaşamanın gerekliliklerini es geçecek, zarafetten yoksun, empati fakiri tolerans katili olacak. Bir androidden üç beş gömlek daha kötü bir durum yani.

Hayat okulunda bir evde okumaya devam ederken eşim, kızım, kedim, ben, geçen gün bir şey daha öğrendim, ya da teoride bildiğim şeylerden birini pratikle bir kere daha “bildim” onu anlatmak yazının başından beri derdim esasen.

Yazılarımı takip edenler bilir bizim renkçe kutup ayısından şekilce küçük boy bir köpekten bozma nev-i şahsına münhasır bir kedimiz var: Mırnık.

Kuş gözleme ve kürk altı ten serinletme bahaneleri ile balkon taşına göbeği yayıp yattığı zamanlarda birkaç gün ardı arkasına mide üşütmesinden muzdarip olur Mırnık. VE dolayısıyla ben de tabi. Ama temizlik ve dezenfektasyon yorgunu muzdaripliği benimki.

Senelerdir yılda birkaç kez olmak üzere bu problemle uğraşır dururum. Ancak midesi bulandığında bir eşek sesi ayarında kartlıkta maaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaw diye bağıran kedimizi yakalayıp der top banyoya atmaya çalışma çabaları halinde. Hayvancağız Allah bilir ne sebeple kovalandığını zannederek can hıraş kaçar benden.

Ama birkaç gündür farklı bir şey oluyor. Geceyarısı hayvanın huzursuz yalanmaları ile uyanıp daha usturuplu bir takip yolu izliyorum. Kaçmasın diye uygun yerde uttutp sevip okşuyorum.

Sevip okşuyorum lafını tekrar etmek istiyorum. Çünkü anahtar kelimeler bunlar. İşte bu yüzden belki Mırnık artık midesi bulandığında banyoya koşar oldu. Gözlerimize inanamıyoruz. Senelerdir çözemediğimiz problemi çözdük. Kedi severler bilir, kediler kaka ve çiş için sadece ve sadece kendi kumlarını kullanırlar ama midesi bulandığında tuvalete koşan kedi şimdiye kadar ne duydum ne gördüm.

Hani tekrar edile edile, dile pelesenk gönüllere daral hale gelen laflar vardır ya, hani sevgi her şeyi çözer türünden.
Gel de etme bu lafı şimdi…


Resim not: Bu elbet Mırnık değil, ayrıca Mırnık tuvaleti değil, yeri hedefliyor ama olsun bu da bir aşamadır. Bu kedi ne yapıyor derseniz bence yaramazlık yapıyor derim :) Posted by Picasa

7.9.06

......Çocukken Türkçe derslerinde büyük bir derdim vardı: Özetleme yapmak.

Bir hikâye, bir konu, bir kitap, özetlemem gereken her neyse hiç bir detaya kıyamaz, yemek yemekten nefret eden çocukların ağzında büyüyen lokmalar gibi küçültmeye çalıştıkça anlatacağım konu dallanır budaklanır kalbimi daraltırdı.

Hayatta neden kaçarsanız o hep peşinizde kalır. Tuhaf bir illüzyon gerçekleşir, bir gün bir bakarsınız kovalanan değil de kovalayan olmuşsunuz. Hani bir çöp tenekesi çevresinde hangisi önde hangisi arkada ayırt edilemeden birbirini kovalayan kedi ile fare gibi.

Bilgisayarların masaya, dize, cebe öyle çokça girmediği zamanlardı. Bir gün kendimi bir binanın 8. katında, her birinin mutlaka bir kaç harfi eksik beş daktilodan birinin başında buldum. Özetlemeye çalışıyordum. Tanığı olmak tüm günümü alan 4 haberi özetlemeye çalışıyordum, hem de her biri maksimum ama maksimum 1,5 dakikada okunacak kadar.

Kelime sayardık. Her iki kelimeyi bir saniye hesabından. Benim gibi anlatacak bir şeyi oldu mu kendinden geçen bir insan için ne büyük azap. Bir de aralara sıkıştırdığımız “doğal sesler” var tabi. Mesela bir mitingdesiniz son derece can alıcı bir cümle etmiş konuşan. Ancak aralardaki boşluklar hariç 10 saniye, boşluklar dahil 30 saniye. Olamaz, gidemez bana tanınan zamanın yarısı!

İşte “flaş atmak” ne demek o zaman öğrendik. TV’de birisi durduğu yerde konuşurken bir an araya beyaz bir kare girer, o kadar hızlı ki, fark etmek ile fark edememek arasında kalırsınız. İşte o’dur hayat kurtaran.
Gereksiz boşlukları almak böyle bir şeydir işte. Reji odasında sadece beyaz bir görüntünün kayıtlı olduğu bir kasetimiz vardı. Hayat kurtarırdı.

Beyazlık iyi bir şeydir, bunu ortaokul yıllarımdan beri biliyorum aslında ben. Geceleri, hayata karşı ne kadar da tek başına olduğumu ilk anladığım zamanlarda (ki buna ergenlik diyorlar), araya beyaz atardım ben. Biraz uzunca ama. Ancak o zaman bertaraf etmeye çalıştığım “boşluklardan” ziyade hayatın cevaplaması zor sorularının çokluğuydu.

Bakardım kafam iyice karıştı uyumak haram, karşımda bembeyaz bir kâğıt düşünürdüm. Beyaz bir kağıt kadar duru, beyaz bir kağıt kadar dingin olmak gibisi var mıdır!

Şimdilerde buna bir çeşit meditasyon diyorlar. “Var olmak”, düşünce çarkının tıkırtılarına kulak asmadan. Bir an olsun sadece “var olmak”.

Sonra beyaz kağıda bakışın daha kısa tutulması gerektiği zamanlar geldi işte, hani her şeyin “klip” hızında olduğu şu son 10 yıldan bahsediyorum.
Zaten konuşmacının 2 lafının arasına bir anlık değil de 10 saniye süren beyaz atarsanız TV vericilerine bir şey oldu sanırlar. Üstelik kimsede de bu dinginliği içselleştirecek, onu, şu çevremizde vızıldayan binbir aracın gürültüsünden bir anlık sıyrılıp ruhun kulaklarını dinlendirme vakti olarak görecek ne sabır var ne de niyet.

“Televizyonunuzu kapatın ve aileniz ile sohbet edin,” diyen bir harekata (mı demeli) rastladım geçenlerde. Mozart’ın piyano konçertolarından biri fonda çalarken ekrana değil de birbirlerine bakan insanlar geldi gözümün önüne. “hayal,” dedim. Akşam saatlerini tüm ilgiyi üzerinde toplamak isteyen doyumsuz bir çocuk gibi çalan televiyona ne kadar kızsak da, birkaç hafta evvel eşimle kendi aramızda “aman Eylül gelse de diziler başlasa,” diye konuştuğumuzu hatırlıyorum mesela.

Kitle iletişim araçları üzerine bir yığın laf kalabalığı yaptığımız ve bundan çokça haz aldığımız fakülte zamanlarının ağzı ile buna “sırtımızı dayadığımız güvenli hayatımızdan asla ödün vermeden bir sürü macera yaşama isteği,” de denebilir. Çünkü “hayal ve hayat” birçokları itiraz edecektir ama görünen o ki zıt kardeşlerdir.

Hayallerinizde çılgın ve büyük başarıların altına atılmış imzalarla dolu bir hayat vardır ama özgürce hayal kurma zamanları bittiğinde ve hayat koşusunun başlangıç çizgisine, az sonra öne atılmak üzere ellerinizi koyduğunuzda esas istediğinizin “dingin bir aile” olduğunu fark edersiniz.

Start silahını patlatan her kimse, o tetiğe dokunmadan kısa bir süre önce rotanızı değiştirme kararını vermişsinizdir bile. Ama yine de koşu başlar ve bir süre diğerleri ile beraber koşmaya devam edersiniz. Koşucuların teker teker ve sapır sapır yarışı bıraktığını, çimenlerin yeşiline, doğanın çağrısına doğru seyirtmekte olduğunu gördükçe biraz daha gevşersiniz. Doğa sizi çağırmaktadır. Bir bebek sesi duyarsınız derinden, onu kucağınıza almak, yüzüne bakmak, “Ağzı bana mı benziyor ne, ama gözleri aynı senin gözlerin,” demek istersiniz…

Çimenlere yayılmak güzeldir çok. O yeşil koku iliklerinize kadar işlemişken koşuya devam edenleri seyredersiniz. Başkaları da vardır: bedenlerini 2 metre kadar yükseğe fırlatan yüksek atlamacılar ve hatta sırık eşliğinde de olsa “kanatsız” yerden 5 metre kadar yükselenler, daha neler neler.
İnsanlar yükseldikçe aşağıda kalanlara o kadar küçük gözükürmüş lafına inanmıyorum. En azından ben “mundar de ” kültürü ile yetişmedim.

Aksine o yükselen insanlara gözlerimi ödünç verdim de aşağıda çimler arasında yatmakta olan kendimi küçük, belki de olduğundan bile küçük gördüğümü söyleyebilirim

Durum bu kadar kötü değil tabi. Tercihler vardır. Şurada ya da burada olmak. Her birinin kendine göre değeri her birinin toplum denen mozaiği oluşturma da belli bir rengi, belli bir deseni temsil etmesi bu yüzden büyük resmin güzelliğine katkıda bulunması gibi. Yine de sırıkla uçanın, çimlere yayılanda, çimlere yayılanın uçanda aklı kalıyor biraz, kabul etmek lazım.

Bir başka seçenek de koşarken yavrulamak ve yavruyu da kendinle beraber koşturmak tabi. Çalışan anneler görüyorum kendileri ile beraber sabahın kör bir saatinde evladını yataktan kaldırıp giydiriyor, soğukta sıcakta. Evlat erken bir yaşta erken kalkmak nedir öğreniyor. Ve akşamüzeri eve dönüyor olmanın mutluluğu nedir onu da tabi. Çimlerde evladım ile yayılıyor olsam da ben, çok değil bir yıla kadar bizim için de bu koşu başlayacağa benzer. Öyle olsun olmasın ve bilim adamları ilk 3 yıl çocuk, annesinin yanında olsa daha iyi olur desin demesin, öyle de böyle de anaları çalışan veya çalışmayan tüm arkadaşlarım aşağı yukarı aynı ruhsal durum içindeler. Sanırım bu demektir ki, bebeklerimizin ruhsal durumundan çok kendi korkularımız için evde oturmayı tercih ediyoruz. “Koskoca” spice girls Geri Halliwell doğurdu, tuhaf ama hoş isimli kızı Bluebell’i bakıcı ellerine bıraktı. Şimdi kızının bakıcısını dava etmeye hazırlanıyor. 4,5 aylık zavallı Bluebell’in orasında burasında morluklar bulmuş bir iş dönüşünde kadın…NE korkunç bir durum..

Hani insan düşünmeden edemiyor, ben ağzımı açsam ağız boşluğumda ki çığlığın yankısı Geri’nin ağzını açtığında yapacağı yankı kadar olmaz. Üstelik kadın basar Euroları (pardon İngiltere Euro’yu kabul etmeyen tek Avrupa Birliği ülkesiydi) basar çil çil sterlinleri bakıcının en bi şahanesini seçer. Bizler biraz daha ucuz olsun düşüncesi ile kimbilir ruhunda ne izler taşıyan insanları seçip de 3 kuruş paramızla rezil olur muyuz acaba. Ya da hani bir laf vardır ya “Allah insana çirkin şansı versin,” Allah insana Geri kadar zenginin öylesi tuhaf şansını vermesin.

İşte ondan sonra başlar fare mi önde kedi mi önde tartışması. Hep kaçmıştım özet yapmaktan, ama artık istiyorum ki özetleyeyim yine, gördüklerimi, “hayattan geçerken” izlediklerimi. VE istiyorum ki, eskisi gibi biraz ruj biraz allık, bir kot bir t-shirt, sandaletler ve fotoğraf makinesi, çekip kapıyı ardından çıktın mı, sokaklardasın cebinde bir gazetenin sana verdiği kimlik kartı. Özetlemek arzusu ile hayatı. Ama ardına bakmadan kapıyı çekip çıkma devri kapandı. Özetlemelerimi evden yapıyorum ben.

Yaşadıklarımı ve gözlediklerimi özetliyorum. Özetledikçe daha iyi oluyorum. Kedilikten de farelikten çıkmış, çimenlere yavrusu ile yayılmış “en bi” insan oluyorum. Koşanlara alkış tutan, durduğu yerde kendince kımıldayan…. Posted by Picasa