28.11.07

Bir kaç hecelik bir büyüye dair.....

Çok seneler evel bir adamla tanıştım. Gasptan 7 yıl yemiş, yatmış çıkmış ama çıkmadan önce evlatlarının adını koluna kazımış bir adamla.

Tek derdi evlatlarını, Dicle ve Fırat’ı geri almak…. İşte bu yüzden hayatın ellerine mikrofonla kamerayı tutuşturduğu başka birilerinin çevresinde dolanıyor. Az ama öz konuşuyor, derdini anlatıyor. “Onları almalıyım,” diyor “ama bunun için bir işe ve bir eve sahip olmam gerek kanun gözünde.”

“İsminizi bahşeder misiniz,” diyor sonra.

Eve dönüştürmeye çalıştığı in gibi –kovuk gibi bir bodrum katından çıkmaktayız o anda. Donup kalıyorum. Omzumun gerisinden bana göre bin düşünce sığacak zamanda, adama göreyse bir an için dönüp bakıyorum.

“Binnur,” diyorum.
--

“İsimler önemlidir,” diyor bin sene sonra bir gün kafamdaki düşün kuşu. Ve bana Ursula* dan bir paragraf okuyor.

“Cadı, oğlandan annesinin ona bir bebekken vermiş olduğu Duny ismini geri aldı.
Çocuk isimsiz ve çıplak olarak yüksek uçurumların dibinden fışkıran Ar'ın soğuk kaynaklarına girdi.
………………yavaşça ve dimdik yürüyerek karşı kıyıya geçti. Kıyıya gelince, kendisini beklemekte olan Ogion elini uzattı ve oğlanı kolundan kavrayarak ona gerçek ismini fısıldadı: Ged.”

..

Oysa tüm Yerdeniz Ged’i Çevik Atmaca olarak bilir. Gerçek isimlerin bilinmesi tehlikeli olduğu için,
tüm büyüler gerçek isimlerle yapıldığı için...
Ve dahi bir yırtıcı kuşu yanına getirtebilmek, bir salyangozu kabuğundan çıkarmak için gerçek adını söylemek yetebilir...


İşte belki de bu yüzden size yakın olmayanlar adınızı direk ve net söyleme hakkına sahip olamazlar. Sonuna ya “bey” ya da “hanım”ı eklemek zorunda kalır onlar.
İsmin gücü vardır çünkü, sadece sizi çevreleyen o görünmez halenin içindeki insanlara bahşettiğiniz.
İstersiniz ki onlar sizin verdiğiniz hakkı, velhasıl güçlerini kullansın. Birkaç hecelik bir büyüyle size dünyayı yerinden oynattırsın.

Birazı abartı ama çoğu gerçek.
İsim güç demek.
Bahşedilenin bahşeden üzerindeki doğal hakkı.

Sonra
Aklımdaki zaman geri sardı… Bir başka gün, bir başka haber: Gasptan yatan adam bir başka gün bir başkasının bıçak darbesi ile öldü gitti. Adını hatırlayamıyorum adamın artık her nedense. Zaten demezler mi “Nomen est omen” ya da isim kaderin için bir “işaret”. Kimbilir ne bahtsız bir isimdi sahip olduğu. Hatırlasak da söylenmez…Aynı isme sahip olanları derde sokmak istenmez.

Sonra

Zaman hızlı aktı
1000 yıl daha geçti.

Caddede bir sürü kız.
Her birinin boynunda bir kolye…
İsimleri yazmakta altından harflerle…

Ve altının tedavüle girmesi ile “bahşeder misiniz?” lafının hükmü kalktı….



* Paragraf Alıntı: Ursula K. Le Guin- Yerdeniz Öyküleri

25.11.07

Go Ask Alice!!!


80lerin gelmesi ile Jefferson Airplane’likten Jefferson Starship’e dönüşerek 60lardaki büyüsünü kaybeden, geçerli adına işte tam bu sebepten dolayı bir türlü karar vermediğim grubun bir şarkısının başlangıcı şöyledir:

One pill makes you larger, and one pill makes you small And the ones that mother gives you, don't do anything at all…

Aslında grup “Harikalar” mı yoksa “Kabuslar Diyarı” mı olduğu pek de belli olamayan müphem yerlerde dolaşan Alice hakkında bir kızdan bahsetmektedir (en azından şarkının girişinde). Zavallı Alice’in dertleri elbette ki dolaştığı yerlerin belirsizliği ile sınırlı değildir. Alice yeme içme maksadı ile elini neye atsa karın tokluğuna yaşamanın bedelini oldukça ağır ödemektedir. Kah 3 metrelik bir ucubeye kah 52 destesine yem olacak bir cüceye dönmektedir.
İşin kötüsü kendine hayran veya bıkkın bakmakla kalınamayacak aynalar vardır sözkonusu bu dünyada. Bu aynalar adamı içine alırlar ve baktığına bakacağına pişman ederler. Kendinizi şöyle derken bulabilirsiniz o anda mesela “bu nereye gittiği belirsiz tünele düşmektense kendimi makyajsız görmeyi tercih ederdim!”
Artık bulunduğun dünyanın bir harikalar dünyası olduğunu düşünerek bizzat kendini “züğürt”,
yapmakta olduğun eylemi de
“teselli” ye dönüştürmekten başka çare yoktur..

Fakat tüm bunların da hiçbir önemi yoktur. En azından adınız Alice olmadığı sürece.

Kuvvetle muhtemel ki bu yazıyı şu anda okuyanlardan hiçbirinin adı Alice değil, ancak kuvvetle muhtemel ki bu yazıyı şu anda okuyanların önemli ya da önemsiz bir kısmı anne… Bu annelerin bir kısmının ise evlatları yine muhtemel ki tam şu an 3 yaş civarı ve yine bu annelerin bir kısmı çocuklarını bu sene kreşe verdi ve gerisini ne siz sorun (ama ben illa ki söyleyeyim) bu anneler orta kulak iltihabı diye bir kavramla tanıştılar…

Bunlardan canları her istediğinde ellerini internet deryasına daldıranlar, ya da meslek hanesinde doktor yazanlar Ata’nın güzel bir özdeyişine atfen şöyle diyorlar zaman zaman: “Ben östakinin uzun ve yatay olanını severim (ama bunun için biraz beklemem lazım)”.
Anlayan anladı. Evlat ne kadar ufaksa (daha evel de bir kac kez hayrına açıkladığım gibi) kulak ile burun arasındaki östaki o kadar kısa ve dik. E bu da tıkanık burun (tanrı korusun ama) birkaç gün içinde iltihaplı bir ortakulak demektir olacak.

Sonrası mı?
Sonrası doktor- eczane ve evdeki her gecen gün semiren ecza dolabı şeytan üçgeni arasında mekik dokuyan anne.
Her şey bir yana Jefferson’un (daha uçakken) söylediği gibi (solist kadın ama olsun)
Bir hap seni daha geniş, Bir hap ise daha küçük (yapıyor)
Ama annenin verdikleri hiçbir şey yapmıyor…

E ohalde go ask Alice, when she's ten feet tall…


Henüz 3 metrelik bir Alice bulamasam da yukarıda bahsettiğim şeytan üçgeni turlamalarımdan birinde bir doktor buldum Jefferson’un hükmünü kaldırdı şüphesiz..

İlaç adı önermek olmaz şimdi burada, ama dedi ki A iyi gelmiyorsa C verelim biz buna.

Aldım C’yi dayadım benim eli kulağında maymuna… Aman tanrım o da ne? Senin ki yine başladı mı düz duvara tırmanmaya…
İşi öğrendim tabi.
Sonra bir gun yine bir nezle. Sonra bir gün yine sol elin işaret parmağı sol kulak içinde. Öncesinde gezdiğim tüm özel hastanelere ve özel doktorlara bu kez sırtımı döndüm. İstikamet sağlık ocağı.

-Doktor hanım kusura bakmazsanız bir şey dicem. A iyi gelmiyor da bu kıza C iyi geliyor.
-Hmm o halde onun etken maddesini içeren şunu verelim ona.

Jefferson kusura bakma
Bundan böyle şarkı şöyle:

Bir hap seni daha geniş, Bir hap ise daha küçük (yapıyor) --muhtemel ucube rejim ilaçları olsa gerek bunlar-
Ve annenin verdikleri ise kulağımın ağrısını kesiyor.
Git Alice’e söyle o bunun üzerinde kitap yazıyor….

20.11.07

zaman


Kendimi çikolataya boğmak istiyorum.
Ve ortayaş krizinin ne kadar korkuç bir şey olduğuna dair içimde onay bekleyen yaratığa 999 onay vermek.

Ne haber diyene
Hiiiç
Demek

Gözlerime kara kara sürmeler çekmek istiyorum.

Ötesi

Bir dilim daha çikolata yemek

Ve

Tüm yeryüzünden kayıtlarımı silmek istiyorum


"Bekle," diyor içimdeki ses, "BUnu zaman yapacak zaten...."

16.11.07

Facebook'un eksiği.....

Bir kac gün önce kendime ait olduğunu sandığım bir hayatın içinde hayalet gibi gezerken yakaladım kendimi…

Kimileri buna kısaca facebook diyor…

Hayatıma bir şekilde değmiş tüm insanların adları neyseydi de, soyadlarını hatırlamak biraz zorlamıştı beni. Neticede neye karar vereceğimi bilemedim; kah “aman ne çok insan tanımışım!” dedim, kah “tanıdığım ve bende iz bırakan insanların hepi topu bu kadarmıymış?”…

Neticede insanlarımı listeye eklerken doğallığımı bile yitirdim. Benden değil de ondan gelsin beni arkadaş listesine eklemek talebi dedim kendime, kendimi naza çektim… Arkadaşlıkların da sevgililikler gibi nazlar ve kaprisler içermekte olduğunu gördüm- deneyimledim. Ve bir de bazı dostlukların gömülü olduğu küller arasından hiç çıkarılmaması gerektiğini öğrendim. Bunun nedeni ilişkinin iki selam- bir kelam’tan öteye gitmemesiydi. Belli ki bazı ilişkiler ancak ait oldukları dönemde yeşerebilirdi. Sonrasını ne sen sordu ne ben söyleyeyimdi….
Keşke dokunmadan kalsaydı da o insanı bir bulsam onunla sonsuza kadar ne çok konuşacak şeyim olacağını düşünsemdi.

Ancak en sevgili dostlarla bile ilişkim dürtüşüp- tepişmekten öte pek gitmedi. Bir de birbirimize İngilizce adları ile müşerref olduğumuz lilyumlar, ayı balıkları gibi hediyeler göndermekten tabi.

Yine de birkaç isim vardı ki tüm bu zaman kayıplarına değdi. Onlar facebook sınavını aştılar, kopuşumuzun nedeninin yalnızca ve yalnızca dal dal- budak budak ayrılan hayat yolları olduğunu ispatladılar…

Nam-ı diğer yüz kitabının bana söyleyeceği bir sözü daha vardı; Kaybettiğim ve arayışı içinde olduğum dostlarımdan biri de bizzat kendi gençliğimdi….O da bir gün kendiliğinden karşıma çıktı. 20 yıl öncesinin bir objektifine dikilmiş gözlerle direk bana baktı…

Çok şen bir gençler grubu….
Balkondayız.
Makinenin flaşı yok belli (her şey eski bir biz yeniyiz hayatta) . yığılmışız birbirimizin üzerine gülmekteyiz. Kaşlar cımbızla, saçlar fön makinesi ile tanışmamış…. Bakışlarımızın anlamlı olması için sürmeye, sağlıklı görünmek için ise allığa ihtiyacımız olduğunu ise hele hiç düşünmemekteyiz. Hayatın binlerce kapıya açılan olasılıklar antresinin tam ağzında durmaktayız bir de. Çok muhteşem başarılara imza atılacak olan muhteşem bir hayatımız olacağını, elimizi neye atsak altına dönüşeceğini sanmaktayız…. Velhasıl hayat dolu ama boş bakmaktayız…..

Resmi göreli hepi topu 2 gün oldu. Ancak üzerime 2 gündür 20 yılın ağırlığı kondu….
Geçmişten- çok uzaklardan bir dostumu buldum böylece ben Facebook’ta. Ancak aşamayacağım bir sorun var ortada…. Facebook sanal rakı sofralarından hediye ayı balıklarına her türlü imkanı sağlıyordu da bana, bir kendi gençliğimi dostlar listesine ekleme seçeneği yoktu sayfada…

13.11.07

bir dönem daha bitti...


NE kadar çalışsan da ömrün boyu kazanamayacağına emin olduğun paralara talip olduğun oyunlar vardır. Bu oyunlar senden “rakam”lar ister. Sen de verirsin.
Yaz dersin elindeki kaleme,

doğum günlerimizi, ama özellikle evladınkini….

12 Kasım geldi geçti.

Bu kez “rağbetsiz”di….

Bunun nedenini eş dost akraba tanıdığım herkesin “hala ve hala” doğum günlerini 49 rakamdan biri olarak işaretleme ihtiyacı içinde olmamıza verdim.

Şunun şurasında üç beş hafta önceki bayramda zaten hep bir arada değil miydik? Ve dahi senede 10 kez şehirlerarası seyahati kaldıracak ne yaşa ne de cebe sahiptik.

Bir gün önceden alınmış bir pasta çevresinde yorgun ayaklarını sürüyen ve üst solunum yolları enfeksiyonundan muzdarip “üst solunum yollarını” çekiştiren 3 beş insandık işte…
Ne balonlara, ne de hediyeler boğuldu evlat… Ancak haddinden fazla genç olmanın hediyesi vardı gözünün ferinde : Beklentisizlik.

Tembelliğimizden mi, yoksa aşırı çalışkanlığımızdan mı demeli (e binbir işin içinde zaman bulamadık besbelli) niteliklerine uygun hediyesi internetten henüz sipariş verilmemişti.

Ama evlat bunu sorun etmedi.

Annesini doğuran kadının sıklıklıkla dediği gibi “gelene hay hay, gidene vay vay” görüntüsü çizdi…

O şendi…



Gece bitti.

Kilo alırız kaygısıyla “keki mideye-kreması çöpe” ayrılmış pasta kalıntıları bekleşmekteydi tabaklarda.

Çocuk ile baba bir kenara çekildi. Biri yeni aldığı kitabı diğeri de tekrar keşfedilmiş eski bir oyuncağı kurcalamakla meşguldüler.

Çekirdek ailenin doğurganı tabakları topladı. Bu onun bu hayatta ona verilmiş zamanından çok ama çok zaman aldı (gibi geldi ona)… İstedi ki erkek olsun.
Tabak çanaklarla uğraşmak yerine tam şu anda o da kitabını okusun….

Alıyla puluyla, teliyle duvağıyla, atıyla tahtıyla niye eller üzerinde taşırlar o ilk günde belli, dedi kendine- her ev işini angarya gördüğü anda olduğu gibi. Bu bir nevi tebrikti… Ömrün boyunca kaç tabak kaç çanak yıkayacağını, kaç kere elini köpüklü sulara daldıracağını ve kaç kere buruşturup buruşturup kıyafetleri (yıkayarak) kaç kere düzleyeceğini bilmediğin, bilsen de bunu kabul ettiğin için seni eller üzerinde taşıyoruz bugün….

Sonra uyku sahneye çıktı. Kültür ürünlerini tüketme ihtiyacından daha baskındı….

Böylece gün yerini başka bir güne bırakmak için ihtiyacı olan karanlığa kavuştu.


Gece bir çeşit tünel görevi gördü, ertesi gün oldu...


Yeni gelen gün doğurganın mail kutusuna yeni bir mektup bırakmıştı.. Evladın doğum tarihi kaydedilerek girilmiş bir anne-bebek sayfasındandı bu mektup. Bu yüzden bilmekteydiler doğum günü kutlaması yapmaları gerektiğini.


VE bildirmekteydiler doğurgana evladın yaşgününün neden ilk defa bu kadar sessiz ve sönük geçtiğini:


Çocuk gelişiminin aşamalarını doğurgandan daha çok bilen uzmanların hazırladığı kutlama mektubunun ilk cümlesi şöyleydi: Artık bebeklik bitti!








11.11.07

Yazanlar ve Okuyanlar...


"Okuyucum" diye bir kelime var, pek bir hoşuma gidiyor. Ancak her güzelde bir kusur saklıdır gözlüğü ile bu lafa yaklaştığımda bu lafın ardında paçalarından kibir akan bir yaratık görüyorum, "okuyucum var " demekten korkuyorum...

İlkokul 5 civarı, artık sokakta gelincik tohumlarını ters çevirip geline dönüştürmenin, mahallenin en güzel kızı sandığımız hemcinsimizin gönlünde yer edip çocuklar arasında önem kazanmak maksadıyla tuhaf etkinliklere girmenin, apartman aralarında Türk Filmi canlandırmaları yapıp her seferinde ben Parla Şenol, yaşım da 16 olacak bu filmde, demenin artık o kadar da heyecan verici olmadığını keşfettiğimden beri ben yazarları çok ama çok önemserim....

O günlerde benden biraz daha küçük olmalarından dolayı bir çocuğun sokağa çıkmayı bırakma nedeni olarak kitabı ya da kitapları kabullenemeyecek çocuklar annelerine "Binnur abla hasta mı neden artık hiç sokağa çıkmıyor," diye sorar olmuşlar.

Evet, buna bir çeşit hastalık denebilir(di).

Evimizin yanında şehre inat bir vaha gibi uzanmakta olan konsolosluk misafirhanesi bahçesi manzaralı şezlongumda tüm gün yatmaktayım. Fakat bahçeye pek nadir bakmaktayım. Çünkü ben artık hastayım, bir kitap hastası... Okuyorum okuyorum, büyüleniyorum. Biriktiriyorum biriktiriyorum kitap alıyorum, tekrar okuyorum okuyorum büyüleniyorum. Annem konu komşunun oğlu orasını burasını burktu evde yatıyor diye gidip Peter Pan alıyor mesela, bana değil de ona alındı bu kitap diye için için bozuluyorum.

İşte o günlere dayanır benim peygamberler gibi yazarların da seçilmiş olduğunu dair düşüncem.

İşte bu yüzden her yazana “yazar”, onu her okuyana (yazmakta olana büyük payeler verecek diye) “okur” diyemem.

Ama dediğim gibi bazı lafların ardında paçalarından kibir akan yaratıklar saklıdır ve o yaratıkların göz göze geldiği insanı etki alanına alma gibi marifetleri bulunmaktadır.

Velhasıl ben de bir naçar insanoğluyum…

İzim verin kullanayım şu kelimeyi de rahatlayayım:

Bir “okurum” bana bir mesaj atmış.
Mesaj aynen şöyle:
biliyorum mutlaka cok yogunsunuzdur ama kendinizi bukadar zaman sonra boyle uzak birakmak sizi takip edenlere biraz haksizlik oluyor bence artik sik kullanilanlar listemde olmayacaksiniz, cunku beklemekten gercekten sikildim.
Bana yazma zorunluluğu yükleyen bu mesaja (ilk etapta )sinirlensem mi yoksa sevinsem mi bilemedim….

Nihai kararım elbette ki sevinmek…. Okuyucuma teşekkür eder üzerime aldığım sorumlulukları gerekçem ne olursa olsun “salladığım için” özür dilerim….
Bugün yarın yazı koyacağım sevgili Esra… Bir “okur” olduğun için çok teşekkür ederim :)