26.12.09

Özetledim (mi acaba?)

Dün internet kazanından bulduğum bir sayfayı anlatmıştım: Karalama projesi.

Bugün ödevimi yapmış bir halde karşınızdayım :)...

Lafı uzatmak istemiyorum çünkü son günlerdeyorgun beynim benden düşük kaliteli cümleler kurarak intikam alıyor. Bu intikamın kötü sonuçlarına katlanmak zorunda olduğunuzu düşünmüyorum.

Fakat yine de bu karalamaca projesine hızlıca dahil olmamda katkısı olan bir kişiye teşekkür ederken biraz vaktinizi alacağım.
Çok muhteşem bir insan olduğu aşikar olan psikolog Nevin Dölek( rahmetli yazar Sulhi Dölek'in de eşidir) iki gün boyunca okulumuzdaydı.

Öğrenci Sorunlarına Çözüm Odaklı Yaklaşım adlı uzun soluklu semineri boyunca onu can kulağıyla dinlediğimin bir kanıtıdır bu karalamaca (Ne yazık ki mi diyim, iyi ki mi diyim bilemiyorum ama bir toplantıda veya seminerde sarfedilen kelimeleri harfi harfine dinliyorsam eğer resim çizerim...)

Sonuçta aktif olarak dinlerken beynin pasif kısmı (kim demişbilinçaltı pasiftir diye :) ) gün yüzüne çıkmak için fırsat buluyor ve insan tuhaf tuhaf resimler çiziyor. Hele ki bir de elinizde scribble project gibi bir şablonlu yönerge varsa dağınık düşünceler yollarını daha kolay buluyor.

Benden çıkan sonuç şudur:

Detayları da budur:


Not: Şablonu print etmedim, aklımda kaldığı şeklinde çizdim. Türkçe başlıklar kullanmadım ama masumum, niyetim kötü değildi.

Sayfanın ortasından bana bakan John Lennon'a çok şaşırdım, yetişkinlikdiyince muhtemelen içinde oturduğum bir kaynayan kazan çiziyor olmama daha da çok şaşırdım.
Kasetin altında giden ve her rengi barındıran yol sanırım hayat yolu. Ancak yolun sonunda cehennem kazanı varmış gibi gözüküyor, bu da pek sevimli bir duruş olmuyor. Fakat dediğim gibi ben masumum, her türlü saçmalama bilinçaltıma aittir :)

Aklımdaki şeylerde ise kısmen bilincimi kısmen de sözkonusuşeyin altını kullandım :) Fakat aklımdakilerin tam orta göbeğine kızımın resminin konmasındandolayı mutluyum, bu bilinçlibir tercih değildi ancak "acaba ben bencil bir anne miyim?" sorunsalıma su serpti....
Öte yandan boş zaman diyince aklıma gelen sahnede kendimden başka kimsenin olmaması ise z önceki konunun üzerindeki suyu buharlaştırıp yok etti.

Netice de bir insan resim çizdi :)




24.12.09

karalama kağıdına hayat özetlemece...

İşimin bir gereği internetin duacısıyım.

:)
Hatta hayatımı internetten önce ve internetten sonra olmak üzere ikiye ayırmaktayım...
Kendimi sık sık cevabını bildiğim bir soruyu sorarken bulurum: "Biz internet yokken ne yapıyormuşuz acaba?" Elbette şimdikinden daha çok kitap okuyormuşuz. İşin bu yönünü görmemezlikten gelirsek internet hayatıma renk katan mükemmel bir buluş. İçinde yok yok olan bir tavan arası kutusu, bir define adası sandığı, bir Noel Baba çuvalı vs vs vs...
Her neyse.
Her gün işimin ve takıntımın gereklerini yerine getirmiş bir halde 5-6 saatlik sanal bir yaşamı ardımda bırakarak eve geldiğimde kendimi turşu gibi hissediyor olmama şaşırmamak lazım.
Biliyoruz ki beyin glikozla çalışır, ve glikoz 40'a merdiven dayamış kadınların uzak durması gereken bir şeydir.

O halde şekerden yana eksik bırakılmış bir vücut olsa olsa (tuz fazlalılığından) turşu olur demek mantık kurallarına çok ters düşmeyecektir.
İşte günün turşusundan sanal define adası sandığından sizlere güzel bir sayfa önerisi:


Sayfaya girip kendinizi için şablonu print edin.

Ve soruları dürüstçe yanıtlayın.

Sonra karalamanızı söz konusu sayfaya yükleme hakkınız da, "yok- boşver," diyip saklama hakkınız da baki ...
Bu emeğin ne işe yarayacağına gelince,

elbette bir çok emek gibi hiç bir işe...

Not: İlk resim Suzanne adlı bir şahsa ait. Sayfa dahilinde daha bir çok örnek bulunmakta.
İnsanın kendisini bir sayfada bu şekilde özetlemesi fikri benim hoşuma gitti.
Renkli kalemler ve boş bir zamanda ben de kendimi bir özetlesem diyorum...

22.12.09

Bir hayal...


Bir hayalim var...

Bir gün çizer olmak ve sonra kendi yazacağım çocuk kitaplarını resimlemek istiyorum ben.

Çok mu büyük hayaller kuruyorum?


Hayal bu sınırı mı olur?

Kimbilir belki bir gün gerçek olur...


Not: Gimp ile de olur photoshopla da, illustrator ile de...

Simdilik Gimp'in derslerine giden bir link...




Resim: Vladstudio (burada photoshop dersleri de var)



17.12.09

187.SAYFA MİMİ


"1831 yılı yaz ayları, Fransa Kralı Louis-Philippe için güven ve mutluluk dolu aylardı."


---

Güzel bir mim.
Elinizdeki kitabın 187. sayfasını açın, ilk cümleyi yazın.

--
Okumakta olduğum kitap Alain de Botton'un "Statü Endişesi"...
187. sayfa mimi bana bir şey öğretti. Bir şey hakkında karar vermek için bir iki veri ile yetinme...

187. sayfanın ilk satırı bize onu içeren kitabın bir tarih kitabı, belki de romanı olduğunu anlatıyor. Oysaki gerçek bambaşka:

"Bu kitap, hepimizin içini kemiren ancak pek nadir ifade edebildiğimiz bir korkuyu su yüzüne çıkarıyor: başkalarının bizim hakkımızda ne düşündüğü korkusu. Başarısızlığımızın toplum tarafından acımasızca yargılanacağı hissi. Bir başka deyişle bu kitap, evrensel bir endişeye, statü endişesine ayna tutuyor." diyor arka kapak.

Keyif alarak okuduğum bir kitap Statü Endişesi. Botton her zamanki gibi kafamda dönüp duran ama somutlaştıramadığım, bir araya toplayamadığım, toplayıp da kağıda dökemediğim düşüncelerimi yazmış (hissi veriyor bana).

Bana sorarsanı, 187. sayfadan ziyade "Akıllıca bir Mizantropi" başlığı altında sayfa 141'de başlayan bölümü ön plana çıkarmayı tercih ederdim.

Daha evvel (avının çevresinde turlayan köpek balığı taktiğiyle) çevresinde az biraz dolanıp yakınlık hissettiğim Schopenhauer'den örnekler verir Botton bu bölümde.

Mevzu başkalarının düşüncelerini önemsemek ya da önemsememek üzerinedir.

143. sayfanın sondan bir evvelki paragrafı şöyledir:

"İnsanların akıllarında dönüp duran düşüncelerin batıl ve gereksiz bir doğası olduğunu; görüşlerinin sığ, duygularının değersiz, yargılarının saçma, hatalarının da sayısız olduğunu gerçekten kavrayabildiğimizde ve tüm bunlara dair yeterince bilgi sahibi olduğumuzda, bize gerekli olan kayıtsızlığa erişmiş olacağız... İşte o zaman başkalarının görüşlerine fazlasıyla değer veren kişinin, aslında onlara hak ettiklerinden fazla şeref bahşettiğini anlayacağız."

.......

9.12.09

Proust Anketi

Sizi en çok üzecek olay: Kendim ile ilgili ise kör olmak. Görmem gereken çok şey olduğunu düşünüyorum. Hayatın görsel bir şölen olduğunu… 4. 10 yılın sınırında görebildiklerimle yetinmek yerine göremediklerimin yasını tutmakla meşgulum. Hayattaki cümlelerimin bir çoğu görme veya görememe yüklemi ile sonlanıyor gibi. Anne ve babamın son yıllarında onları “yeterince” göremeyecek olmak sıkıntılarımın en büyüğüdür. Ve Machu Pichu’yu henüz görmemiş olmak, ve Toskana kırlarını, ve Michalengelo’nun Davut heykelini ve Monet’in Nilüferler’ini ve Tac Mahal’i ve Nemrut Dağının taştan bekçilerini. Bunların bir çoğu benim gibi, benim kadar zamana karşı kırılgan olmadıkları için her an ve hala görülmeye müsaitler biliyorum. Ancak dahil olduğum yaşam şartları paramın olmasının bedelinin zamanımın olmaması demek olduğunu söylüyor. Görüp göreceğimin bu olmasına çok üzülüyorum….
Nerede yaşamak isterdiniz?: İtalya’da.
Yaşayabileceğiniz en mutlu an: Kızımın doğduğu an.
Hangi hataları hoşgörüyle karşılayabilirsiniz?: Safça yapılan hataları
En sevdiğiniz erkek karakter: Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler’inde Shevek. Ve Elbette Shakespeare’in ama yine de Mel Gibson’un yorumuyla Hamlet.
En sevdiğiniz kadın karakter: Neden bilmiyorum tum o hastalıklı ve gücsüz yapısıyla (tum bunlara ragmen) Ophelia.

En sevdiğiniz ressam: Monet
En sevdiğiniz müzisyen: Mozart ve Ian Anderson

Bir erkekte en beğendiğiniz özellik: Dürüstlük, güvenilirlik ve espritüellik.
Bir kadında en beğendiğiniz özellik: Suyu çıkarılmamış bir kadınsılık ve ona paralel giden saygınlık.
Yapmaktan en mutlu olduğunuz iş: Birden çok şey. Bazen yazmak, bazen müzik içinde kaybolmak, bazen salt yürümek, bazen çiğdem çitlemek, bazen fil fıstığı yemek, bazen kızımın dizine uzanmak, bazen kedimin bana sokulması, bazen mürver ağacının çiçeğini koklamak, bazen denize bakmak, bazen dansetmek, bazen ders anlatmak, bazen eski kitap koklamak, bazen reyhan yaprağına beyaz peynir sarıp yemek ve binlerce bazenin gereğini yerine getirmek.
Kimin yerinde olmak isterdiniz: Müzikleri tarzım olmasa da Nil karaibrahim'in (hem büyle güzel - hem boyle akıllı olmak adına), Juliette Binoche'nin (ve yine aynı sebepler, üstüne yetenek)...
Arkadaşlarınızda hangi özellikler olmasını istersiniz?: Güvenilirlik. espri anlayışı, zarafet (hayat adamlığı anlamında) sevecenlik.
Kendinizde gördüğünüz en temel eksiklik: Birgün yokolocağım gerçeğine fazlasıyla kafayı takmış olmam ve bu yüzden bir çok girişimden (kimi zaman yazı yazmaktan bile) geri durmam.
En sevdiğiniz renk: Siyah
En sevdiğiniz çiçek: Lilyum demek moda oldu son zamanlarda ama esası misk zambağı. Aşk kokar bu çiçek. En parasız zamanlarımda bile almaya çalışırım. Sıklıkla parasız mıyımdır nedir, pek nadir alırım.


En sevdiğiniz kuş: Serçe. Hani soğukta tüylerini kabartıp top top olurlar ya, işte tam da o halleriyle.
En sevdiğiniz yazar: En sevdiğim yazarın bile kimi yazılarını sevemem bazen. Ama Alain de Botton'u severim ben, sanki zorlasam onun gibi yazabileceğimi zannetmekten (mümkün müdür, yoksa kendini bilmezlik mi bilemiyorum) sonra (orjinalinden) Jane Austen, Ursula K. Le Guin, bir aralar Marquez yine bir aralar Orhan Pamuk, bir aralar Herman Hesse vs vs vs
En sevdiğiniz şair: Tüm Haiku yazan Japon Şairleri (erişebildiğim)
Tarihte en sevmediğiniz karakter: Olsa olsa Hitler'dir.
En çok isteyeceğiniz özellik: Muktedir olmak isterdim. Bana acı veren şeyleri yok etmeye. Ya da düzeltmeye. Böylece haberleri seyredebilir olurdum. Veya sokaklarda rahat rahat gezerdim, aç ve üşümüş kedilere, kaburgaları sayılan köpeklere içim sızlamadan bakarak. Fakat bu da ne? Güzellik yarışmasında verilen ezber cevaplara benzedi bu :( ... Ancak gerçek ve içten...

Nasıl ölmek istersiniz?: Acısız
Hayattaki sloganınız: İyi yaşa, mümkünse kimseyle sidik yarıştırma, sorulmadıkça söyleme (hava atıyorsun sanarlar), iyi niyetli ol, herkesin iyi niyetli olduğuna inan ama insanoglunun neticede içinde kaka taşıdığını unutma !!!! :))
Şu anki ruh haliniz: Durgun- yorgun... Hiçbirşeye yetişememekten bıkkın. Akşama kedime iğne yapmam gerektiği için gergin, sanırım benim de tetanoz aşısı yaptırmam gerek, buınun için izin almak zorundayım, izin almaktan nefret ettiğim için de stresli. Banyom berbat, topla beni diye bagırıyor - tıpkı gardrop odası gibi, bu yüzden neşesiz vs vs vs.... Ancak dinlemekte olduğum müzikten dolayı yine de keyifli. (Neydi felsefe-sorulmadıkca söyleme- sorulmadı o yüzden ne dinlemekte oluğumu söylemeyeceğim :) )

NOt: Altı çizgili satırlar tercih edilerek olmadı,ancak bir türlü de düzeltilemedi. Basiret meselesi :)



8.12.09

Biri Proust mu dediiiii?


Adını sıklıkla duyduğum ama okumaya bir türlü cesaret edemediğim yazarlardan biri Marcel Proust'tur.

Bir konu ya da bir insan, ya da bir kültür ürünü eğer dikkatimi çekmişse sıklıkla yaptığım gibi söz konusu nesnenin çevresinde köpekbalığı olmak bana iyi gelir.


Köpekbalığı, bilirsiniz, avını avlamadan önce çevresinde defalarca turlar. Onu bir yoklar, hatta bir daha yoklar, hatta gerekirse bir daha, ondan sonra layıkınca mideye indirir.


Göze kestirmek, arzuladığın şeyi sindirip sindiremeyeceğini irdelemek iyi bir fikir. Niyet önemli tabi. Allahtan ben (sizden iyi olmayayım :) ) iyi bir insanım ve benim bir nesneyi sindirmem demek onu yiyip yutmam değil, içselleştirmem, benimin bir parçası haline getirmem demektir.


(Küçük adıyla hitap etmem de bir sakınca yoksa eğer,) Marcel de köpekbalığı takdiğimden nasibini alanlardan.


Benden sadece 1 yaş büyük olup da yine benden 10'larca fersah büyük ürünler çıkarabilmesine hep gıpta ettiğim (ancak yine de kimi eserlerinde esneyebilme lüksümden vazgeçmediğim) Alain de Botton giriyor şimdi sahneye.


Botton'ın "Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir?" adlı kitabı John Updike diye bir zatın deyimiyle Proust'un yaşamından bizim için dersler çıkarırken, onun yapıtlarını bizim yerimize bir kere daha okuyan, o kocaman, kutsal gölü, damıttığı tatlı berrak suyla dolduran bir kitap...


Eğer ki 1 saatte Kirkeergard, 1 saatte Jung, 90 sayfada felsefe tarihi, Yarım Günde Dünya Tarihi türü kitapların müdavimlerindenseniz, bu kitap tam olarak sizin için.

Botton tam anlamıyla yememiş- içmemiş- ama Proust'u yemiş bitirmiş, sindirmiş ve yazarı size 191 sayfa halinde özetlemiş.


Elbette ki bir başka insanın sindirim sisteminin asalağı olarak yaşamaktansa kendime ait hazımlar peşinde koşmayı tercih ederim. Botton'un kitabı ilk durak olmalı ama son durak asla.


Nerden geldik peki buraya?


Aslıberry'nin sayfasındaki ebelemeden sobelemeden.


Proust Anketi diye bir şey varmış.

Aslı samimiyetle yanıtlamış.

Ben de yanıtladım da, onu diyim demiştim. Fakat gevezelikten ona sıra gelmedi.

Uzun zamandan beri yazma eylemine sırt dönmeme neden olan çarpık ama bir türlü değiştiremediğim fikrim (pek bir nihilist, pek bir her şey boş, o halde yazmak da boş, yayınlamak da boş türü) üstüme hücum etmezse bugün yarın onu da yayınlarım umarım.

umarsınız, umar

vs vs vs....

15.8.09

Dağların Kanatları...

Kulaklarımda rüzgar uğultusu, Ildırı’nın tepelerinden birinde yürümekteyim her akşam.
Ege denizine serpilmiş irili ufaklı adacıklar Sakız Adası’nın ardından batmakta olan güneş sayesinde günün herhangi bir saati görünebileceklerinden daha güzel görünüyorlar...

Belli ki tüm bu adacıklar bir zamanlar dağdılar, tepeydiler. Sonra teklifsiz tuzlu sular ile sarıldılar. Başını suyun üstünde tutacak kadar uzun olanlar baki kaldı.

Ancak bunun bedeli eski adlarını unutmak, yeni bir ada sahip olmaktı... Heybetli “dağ” adını bırakıp yalnız “ada”lar oldular onlar. Ve tıpkı insanlar gibi, yan yana görünüp tek başına kala kaldılar. Daha da kötüsü, bulutlar tarafından terk edilmeleriydi.


Derler ki, “bulutlar dünyanın kurduğu hayallerdir,” ve yine derler ki dağların çok eskiden kanatları vardı, canları istedi mi vurup kanatlarını oradan oraya uçar, büyük gürültülerle yeryüzünün bir başka köşesine konarlardı. Bu pervasız özgürlüğe kızan Zeus, kesiverdi bir gün dağların kanatlarını. Ve işte ondandır o gün bugündür bulutların dağlara dağlara doğru yanaşması....


Kanatsız, dolayısıyla hayalsiz kalmış adalar bunlar işte... Lakin yine de güzeller çok. Güzellilkleri dinginliklerinden geliyor. Herşeyi olduğu gibi kabul etmişliklerinden. Doğayı sevmemek elde değil, ağzı dili olmadan da bir şeyler öğretebildiği için ve tüm öğretilerinin ana fikri huzur olduğu için elbette...

5.5.09

Dişi Kuş Manyak mıdır?


Gönüllü olarak işten ayrılan bir arkadaşım çok değil birkaç gün içinde pes ettiğinde bana şöyle demişti.

“Yeter yahu, işte daha az yoruluyordum ben!”

Cümlenin gerisinde iş yerinde masasında oturup iş yaptığı, hatta çayının kahvesinin bile ayağına geldiği türü lakırdılar vardı. Oysa şimdi evde kıçı koltuk görmüyordu. Evin o köşesinden o köşesine savruluyor, üstelik çok afedersiniz ama terkettiği proje müdürlüğünü arattıracak bir şekilde evde sadece kıçımın müdürü oluyordu.

Bu son cümle tamamen bana ait. Yani o kendisini elbette bu şekilde aşağılamadı. Ama ben onun nezdinde, tüm kadınların adına, tüm kadınlığı aşağılayarak yüceltmek istiyorum.

Genelde prenses sendromu diye adlandırabileceğim ev hariç hiçbiryerde küfretmeyen şahsım adına da sizden özür diliyorum. Fakat denizcilik terminolojisinde varolup da TRT iznine bile vasıl olan şu kelimeyi sarfetmeme izin verin lütfen “KIÇ’ımın müdürü”…

Bir ev kadını pek haksız bir şekilde böylesi bir sıfata layıktır dersek çok mu ileri gitmiş oluruz. Eh popomuz da vücudumuz adına en önemli ve şüphesiz en pis işleri yerine getirdiği halde her nedense organlar hiyerarşisinde en düşük seviyede bir yere layık görülmüştür. Oysa popo iyi iş görmese tüm hazım boş bir iştir, boşun da ötesinde haz değil ızdırap kaynağına döner. Ve nihai son: sistem çöker….

Ev de başlıbaşına bir canlıdır benim gözümde. Aynen insan vücudu gibi sürekli olarak dışarıdan bir şeyler alır içine, hazmeder – içselleştirir ve atıklarını der top eder, atar- dışşsallaştırır.

Fakat tüm bunları kızıma hamileyken bir yerlere bayıla bayıla not düştüğüm bir alıntıda olduğu gibi yapmaz; Alıntı şudur: “Hiçbir şey yapmadan otururken ben, bahar gelir ve otlar büyür kendiliğinden.”

Zira kadının (göreceli olarak) en az emek sarfederek gerçekleştirdiği üzerine düşen görevlerden biri de bebek veya hamileliliktir.

Hakkaten oturur beklersiniz, içinizde bir canlı oluşur. Oysa ki bebeğinizin şeker hamurundan bir şeklini yap deseler sadece kulağını şekillendirirken bile (şah )mat olursunuz.

Velhasıl ev dediğiniz yaşamayan “organizma” öyle değildir işte. “Şeyleri” kendi kendine içine almaz, ve kendi kendine onları atığa dönüştürmez.

Bir pazardasınızdır eliniz kolunuz dolu, gözünüz bir çocuğunuza bir pazarcının torbaya doldurduğu meyvelerin durumuna bakar olmaktan dönmüş durumda,
bir ocağın başındasınızdır, gözleriniz soğan yaşı dolu,

bir sakatlanmış dizinize rağmen yerlerdesinizdir elinizde bez,

bir tuvalet içine bakıyorsunuzdur pür dikkat elinizde domestos ve fırça,

bir hurçlar ve denkler altında eziliyorsunuzdur senede neden iki mevsim var düşünceleriyle,

bir elektirkli süpürgenin filtre kutucuğuna takılan havları temizliyorsunuzdur eşinizin iğrenen bakışları altında,

bir (her ne kadar canınız ciğeriniz de olsa) evladınızın poposuna eğilmiş bok temizliyorsunuzdur,

bir kokmuş çorapları topluyorsunuzdur yerden - öğretemedim şunlara kirli sepetini diye söylenerek,

bir ütü başındasınızdır –saatlerdir- kan ter içinde,

bir çöp bidonunun başındasınızdır çöpü atarken sıçrayan kediden ürkmüş,
bir
bir
bir

birikmişsinizdir ve biriktirmişsinizdir öfke nöbetleri esnasında ev ahalisini savuracağınız “pek nazik” sözleri içinizde…

Çünkü kendinizi kendiniz için yaşamıyor hissedersiniz bir süre sonra… Siz evin en gerekli ama yaptığı iş en hor görülen kısmısınızdır çünkü: Neydi? Evin poposu, evin popo müdürü, ya da kıçımın müdürü.


İşin kötüsü azılı bir şekilde karşı çıktığınız bu sistemin aslında neferisinizdir de….

Eşiniz bir gün size sorar.
“Neden her gün bu yatak örtülmek zorunda ki?”

Cevaplarsınız
“Çünkü burası bir bekar evi değil.”

!

Ve daha da kötüsü o kadar saygı duyduğunuzu sandığınız ev kadınlarını aslında kendinizin de hor gördüğünüzü farkettiğiniz andır.

Sigorta yok, maaş yok ama dünyanın en ağır işi dediğiniz ev kadınlığına ihanet eder bulursunuz kendinizi bir gün. O da çalışmayıp evde oturan kadınlara az çok da olsa üstten baktığınızı, “ay aman bu kadın bütün gün ne yapıyordur ki evde acaba?” dediğinizi fark ettiğiniz andır.

Ve bir savaş, yoldaşlarının birbirine arka çıkmadığı anda yenilgiyle bitmiştir zaten….



Not: BU yazı canımın içi Aslı’nın Bertrand Russel’dan yaptığı bir alıntı üzerine yazılmıştır.

3.5.09

Gel gel gel

Eski yazılarıma baktım.
Ne çok konuşmuşum.
Az konuşmak en iyisi oysa. Kimsenin vakti yok karikatürün tamamını kaplayan konuşma baloncuklarını okumaya :)

Eh hayat bir karikatürler dizisi zaten . Yan odada uyuyan kızım incecik sesler çıkarıyor. Ve kolumun altında uyuyan kedim de.
Ben ise hamileliğimi hatırladım birden. Demişti ki kocam bana, "senin karnındaki bebek bir kilo pirinç ise ben de o pirinci taşıyan torbayı taşıyan adamım!"
Nerden mi çıktı?
Çok sevdiğim vladstudio sayfasında gördüğüm bu resimin yaptığı çağrışımdan....

26.4.09

Bir çanta kaç kelebek kanadı çırpmasına bedeldir?


Gün içinde bana kalan zaman azaldıkça zaman talep eden işlere eğilimim o denli artıyor. Kimileri buna "işleyen demir ışıldar" mantığıyla yaklaşabilir. Gerçekten de öyle, işledikçe işleyesi geliyor insanın. Bu duruma tamamen tezat bir başka kavram var ki ona da "uyku uykunun mayasıdır" deyimi eşlik eder.


Bu ikinci durumu sadece kedilere yakıştırıyorum. Kedi severler bilir, kediler günde 16 saat kadar uyumazlarsa gözlerinin iç çevresi kızarır, böyle çipil çipil bakar insanın içinde acıma hisleri uyandırırlar.


Ancak biz kedi değiliz. Bize kedilerinki gibi 16 elbette değil ama 8 saat uyku bile sanki fazla.


Zaman akıp gidiyor ve "uyku uykunun mayasıdır" atasözüne "sıfıra sıfır elde var yine sıfır," atasözü pek güzel eşlik ediyor.


Oysa kalıcı değilsek kalıcı bir şeyler bırakmak için hep birşeylere zaman ayırmak gerekiyor.


İşte bu yuzden az önce eşimin eline bir fıstık çamı fidanı tutuşturdum. Bahçemizde artık cok dallanıp budaklanacak ağaçlara yer kalmadığı için dağlık bayırlık bir yerlere gidip dikmesini önerdim fidanı.


Giderken kızımızı da yanına aldı. Mevsimi geldiğinde tombik dutlarını yediği ve yedirttiği (ama benim bir türlü kendi gözlerimle göremediğim) yamaç dutlarından birinin yakınlarında fıstık fidanını toprakla buluşturmuşlar.


İnsanoğlu canına ot tıkamadığı sürece kimbilir (bizden sonra bile) kaç yıl yaşayacak fidan bir düşünün.


BU tür kalıcılık fikri son zamanlarda aklımı çok kurcalıyor. İnsanoğlunun tüm ilerlemesini bu düşünceye borçlu olduğunu düşünüyorum. (ve elbette- ve ne yazık ki tüm gerilemesini ve geriletmesini de)...


Geriletme derken kastettiklerimden biri doğanın gerilemesi. Geçenlerde bir yerlerde okudum buzul çağı bekleniyormuş. Umarım bu süreç evrenin zaman kavramına göre kısa olsa bile insanoğlunun zaman kavramına göre yüzlerce yıllık bir süreçtir (En iyisi hiç olmaması ya, eh bunu dilemek için de ona göre yaşamak gerek. Hangi birimiz küresel ısınma nedenlerinden olan klimalarımızdan, deodorantlarımızdan ve egzos gazı kaynağı arabalarımızdan vazgeçtik?)


Ve sonra kelebek etkisi diye bir şey var. Hani Amazonlarda bir kelebek kanat çırpsa Avrupa'da oluşacak fırtınaya başlangıç verirmiş türü bir söylem*... Bu durumda dünyanın gidişatını olumlu yönde etkileyecek bir kanat çırpışı yapma derdine düşmekte ne sakınca olabilir? Üstelik bu çırpış kalıcılık mabedinize bir çivi daha çakmak anlamına geliyorsa bundan iyisi can sağlığı değildir de nedir?


Daha net konuşmak gerekirse kesip biçerek, dikip birleştirerek var etmeye çalıştığım nesneler halkasına çantaları da ekledim. Şimdilik fikir bazında.


Çocukluğum örgüler örülen, dikişler dikilen, nakışlar yapılan evlerde geçmedi. Ortaokul yıllarında herkes matematikten fen'den korkarken benim tek korkulu rüyam ev ekonomisi dersleriydi. Sonradan ama çok sonradan keşfettim ben el işleri ile rahatlamanın kadına özgü bir şans olduğunu. Bazı işlerin de belli bir yaş sınırı oluyor, 30'undan sonra sana iş öğretecek kişi bulunmuyormuş meğer. Neyseki internet imdadıma yetişti. El yordamı bulduğum sayfalardan neler öğrendim neler. Sırada çantalar var. Günlerdir çanta nasıl dikilir araştırıp soruşturup duruyorum. Bu esnada bu hobime keyifle onay veren Aslı'yı da link bombardımanına tutuyorum. Hayalimiz Mayıs ayında günübirliğine bana geldiğinde en azından bir çantayı dikmek ve bitirmek.



PEki tüm bunların kelebek etkisi ile ne alakası var?

Biliyor musunuz kaplumbağalar denizlere savrulan poşet torbaları deniz anası sanıyorlarmış, ve elbette iştahla atıldıkları bu torbaları sindiremeyip ölüyorlarmış. Doğal dengede her canlının büyük önemi var. Kaplumbağa diyip geçmeyin. Alışveriş torbası yerine kendi diktiğimiz (ve işte bunu ben diktim - bu benim ürünüm diyebileceğimiz) bir çanta kullanmak kimbilir kaç bin kelebeğin kaç kanat çırpışına bedeldir.... :)








*Kelebek etkisi, bir sistemin başlangıç verilerindeki ufak değişikliklerin, büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen isimdir. İsmi, Edward N. Lorenz'in hava durumuyla verdiği örnekten geliyor: Amazon Ormanları'nda bir kelebeğin kanat çırpması, Avrupa'da fırtına kopmasına sebep olabilir.

22.4.09

Korkuyorum demenin farklı bir yolu....


-Anne kuşlar niye şimşekten (gökgürültüsü) korkuyorlar?
-Akıllarıküçük olduğu için (beyin)
-Bizim aklımız da küçüüüük :(

17.4.09

Sinapslar ve kararsız kalmış analar üzerine...




Elim kolum sandoviç ekmekleri, yulaf ezmesi ve domates suyu gibi bilimum paket ve kutularla dolu halde raflar arasında dolanırken, nerden geldiği belirsiz bir emre bilinçsizce itaat edermiş gibi rotamı hızla değiştiriyorum. Şimdi çocuk kitapları raflarının önündeyim. Normalde olması gerektiği şekilde elime alarak değilde, gözlerimle bir kitap seçiyorum kızıma. Hani on parmağında on marifettten kasıt bu mudur bilmem ama boşta kalan parmaklarımdan ikisinin arasına “başarıyla” kıstırıp kitabı, aceleyle kasa önüne seyirtiyorum.

Kucağımı dolduran diğer tüm gıdalardan çok daha elzem bir “gıda” bu iki parmağım arasındaki...

Babası ile alışveriş merkezinin koridorlarında dolanan kızım, elimdeki torbalara iştahla atılarak beklediğim soruyu soruyor:
“Bana şeker aldın mı?”

Ona kitabı uzatıyorum.

Ne mutlu bana, kitap şekerden daha değerliymiş gözünde.

Çocukla ilgilenmenin sınırları üzerine karışık duygular içindeyim. Çok değil yarım saat kadar önce arkadaşım, kızımın az çok okumayı sökmüş olduğunu farketti. “Vitrindeki yazıyı söktüm sökecem,” seviyesinde bir minik kıza odaklanmış iki kadın olarak biz, ve bizim o anki konuşmalarımız farkettim ki bende gurur yerine rahatsızlığa benzer duygular tetiklemekteydi.

Az çok savunmaya geçmiş buldum kendimi. Oysa ortada ne suçlayan vardı ne de suçlanan.
Çünkü sevmiyorum ben hırs küpü anaları. Ve çünkü sayılmak istemiyorum onlardan biri. Ve çünkü inanıyorum ki nasıl olsa hayatta herşey zamanı geldiğinde zaten olacak, okumayı sökememiş çocuk elbette kalmayacak. Ancak iki paragraf yukarı tekrar çıkarsak eğer “Çocukla ilgilenmenin sınırları üzerine karışık duygular içindeyim” ben...

Çünkü ben bir de ilgilenilen fidanların çok daha güzel çiçekler açtığını biliyorum. Ve bir de ben zeka denen kavramın beyindeki hücreler arasında ne kadar çok sinaps (bir nevi bağ) oluşup oluşmadığına bağlı olduğunu duyuyorum. Ve bir de ben sinaps denen değerli “şeyciklerin” belli bir yaştan önce çocuğa sağlanan bol uyaranlarla bereketlendiğini okuyorum (orda burada).

Bu durumda yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal.

Devir sıradanlık devri değil. Ne güzel anlatıyor bunu Alain de Botton.
Sıradanlık üzerine böylesi net bir tanımlama fazla söze yer bırakmıyor. Bir ananın bilinçaltı haykırıyor :" Çoğalın sinapslar, yayılın sinapslar, sinapsına bereket evlat!"


Uzun bir günün sonunda kızımla yanyana yatağa uzanıyoruz.

Yepyeni kitabımızı açıyoruz.

Her resmin altında tek tek ismi yazıyor. Kızım kimin okuyor, kimini tahmin ediyor... Kitabı alan ben!


İşte bu yüzden kızımın okumayı kendi kendine söktüğünü söyleyemiyorum. Ve sökmediğini de...

İşin içinde onun çabası da var, benimki de....


Diyorum ki soranlara; çocuk bir şeyi istemeden- sormadan verilmesi taraftarı değilim, ama soruyorsa ve istiyorsa (öğrenmek) öğretmeye hazırım.


Okumayı sökmeye hevesli çocukların analarına öneriyor, istememişlerinkine önermiyorum :)



Alain de Botton'un kitabını okumak isteyene :




6.4.09

Büyük Resimde Küçük Detaylar.... Dumuş Bulundu....

Yeniçağ felsefesi, başımıza gelen iyi kötü herşeyin bir nedeni olduğunu savunur. Adalet peşidenyseniz başkalarını da şu veya bu şekilde etkileyen ama dolaylı yönden size faydası olan şeyler kafanızı karıştırır. İşte bu durumda yeniçağcılar “büyük resme bak,” derler.

Büyük resimde küçük detayların önemi yoktur çünkü. Ve tüm ruhlar bir gün bir başkası için yaşayacakları musibetle birbirlerine olan borçlarını nasılsa ödeyeceklerdir!

Uzun zamandır adamakılllı yazamama sıkıntımı sonlandıran olay, küçük kedimin kaçışı da böylesi bir duruma örnek verilebilir. Yok değilse Dumuş’umu zayıflatan 10 günlük kayıp günler süreci iyiden iyiye anlamını yitirecek. Dumuş’un 9 koca günün sonunda beni tekrar klavye başına oturtan yokluğu ilginçtir ki yazımı yazdıktan saatler sonra sona erdi.

Önüne konan mamalara hapır hüpür saldıran kedicik bilseydi beni yazmaya geri döndürmek için bunca zaman açlık ve korku içinde yaşadığını acaba çektikleri onun için daha katlanılır olabilir miydi?
Bilmem ki, büyük resme bakmak lazım…

5.4.09

Kalana Hay Hay, Gidene Vay Vay...

Evimizin 9 yıllık kedisi Mırnık misafirleri şaşırtarak bizimle sofra başında oturur. Oturma işini biraz daha genişleterek ailecek yapılan akşam sefalarında salon koltuklarından birini kendine ayırır.
Ancak bu oturmalar çoğu zaman bir kediye yakışacak şekilde değil de, daha çok Dr Moreau’nun adasından çıkmış bir kediden bozma insan şeklindedir. Bu, bir kedinin asla yapmayacağı şekilde sırt üstü oturmak eylemidir. Karın açık, eller yanda, surat ise tüm gün “modern dünya feodalizmi” altında ezilmiş bir fani bezginliğinde!

İnsanlaşmak eylemi o kadar ileri giderki bizlerin adını bile söyler (ya da bize öyle gelir). Öyle ya, hangi kedi evin adı Ertunç olan elemanına, ama sadece ona kesintili kesintili
E –U diye seslenir. Bizler bunu herkese açıklamaz, bir zamanlar televizyonda gördüğümüz, “ama bana anne dedi!” itirazlarıyla kedilerini öven çılgın kadınlara benzetilmekten çekiniriz.

Geceler ise bir başka alemdir. Kedimiz kendini insandan saymaya uyku odalarında da devam eder haklı olarak. Kimi zaman kızımızın odasındaki ikinci yatakta yatar; bize “ çocuklar (!) uyuyor,” deme şansını vererek. Kimi zaman da ebeveyn yatağına teşrif eder. Bir insan gibi rüya görür, muhtemel ki fareler veya bahçemizi ele geçirebilecek(!) erkek kedilerin peşinde koşar, pati kıpırdatır, bıyık titretir. Ne kadar insanımsı tavırlar sergilese de neticede o bir kedidir, ve tüm türdeşleri gibi asla büyümeyen bir çocuktur. İşte bu yüzden kızımız odamızı, yatağımızı terk ettikten nice sonra bile ( ve kimbilir ömrünün sonuna kadar) Mırnık odamızı – yatağımızı terk etmeyecek gözükür.
Annesi saydığı benden almak istediği ilginin ise gecesi gündüzü yoktur. Gecenin 3’ünde 4’ünde (ne farkeder onun için) yatak ucundan koyun (koyn) yüksekliğine geçiş yapar, hala uyumakta iseniz özenle içeri çektiği tırnağından dolayı pamuksulaşmış patisiyle yüzüme bir iki kez dokunur. İşte bu uyan da koynuna al beni demektir. O anlarda kabus görüp de anasına sığınmış bir çocuğa benzer. Kapı önü güneşlenmelerinde havada yumak olup yerlere tüylerini saçtığı erkek kediler dövmüştür rüyada onu belki, kim bilir.

Kimileriniz kapı önünde arz-ı endam eden, mahallenin bıçkın kedileriyle güreş tutan bir kediyi koynumuza almamıza şaşarsınız tahmin ederim. Ama sokaktaki çocuklarla döğüşüp üstü başı toz içinde kalan bir çocuk nasıl eve alınmazlık edilmezse, Mırnık için de aynı fikir geçerlidir bizim evde.
İşte bu çok sevilesi, gözümüzde insanlaşmış kedi bu tür bir terfinin dezavantajlarını yaşadı geçen haftalarda.
Nasıl mı? Üzerine gelen kumayla elbette...
Muhteşem bir yavru kediydi yeni göz ağrımız. Renginden dolayı adını Duman koyduk. Tatlılığından dolayı dilimiz Duman demeye varmadı, Dumuş dedik. Dumuş dopingli kedi mamalarının sayesinde erken azdı, 3 gün miyavın ve mavın her türlü tonlamasını (yüksek sesle) ev içinde bize dinlettikten sonra, kapının ilk aralık bırakıldığı anda kaçtı. Günlerce aradım.

Geceleri 11’lerde bile onun için sokaklardaydım. İki kere buldum, yaklaşır gibi yaptı, ardından bana derdini kendince anlatmak adına bir sağa , bir sola kaldırıp başını azmış kedi mavlaması yaptı. Ardından da sırra kadem bastı Dumuş.


En son olarak gözyaşları içinde kahve falı baktırdım. “Geri dönen kedi gözükmüyor,” dedi kalbinin temiz olduuna inandığım arkadaşım. Tüm bunlar kediseverlere ne kadar da olağan, kedi sevmezlere ne kadar da aptalca geliyordur tahmin ederim. Bakış açısı diyip geçelim.

Gitti giden. Ama ben baharın patlattığı tomurcuklara bakarken hala Dumuş’u düşünüyorum. Ve faldan sonra, üzerimdeki belirsizlik yükünü biraz olsun atmış bir şekilde, ama yine de içimde bir sızı, çöp tenekesinin üzerindeki kedilere “Dumuş’u tanıyanınız var mı aranızda?” diye soruyorum.
Sonra evin “kedi oğlanı” Mırnık geliyor aklıma. Nasıl oldu da iki- üç haftada 9 yıllık kedi çocuk Mırnık’ın pabucunu attı dama şü el kadar kedi diye düşünüyorum.

Cevap Mırnık’ın insanlaşarak evdeki kedi kontenjanını boşaltmasında saklı galiba. Ve zalim beynim “nerden nereye” çağrışımı yaparak aldatan erkeklerle aldatılan kadınlara geçiş yapıyor.
Alışkanlıktan ve rahatlamaktan kadınlıklarını askıya alan, evin tüm yükünü bir erkek gibi üzerilerinde taşıyan kadınların erkeklerinin gönüllerindeki “kadın kontenjanını” boşaltması ve yerlerini başkalarına kaptırmaları bundan mıdır acaba?
(hovardalıktan sapıtan erkekler bambaşka bir konu)

4.4.09

Öyle veya böyle ölümsüzlük....


Son zamanlarda okuma (ve yazma)hızım yavaşladı. Onun yerine elime iğne iplik alıp ruhumu dinlendiren bir yapbozu tamamlamaya çalışır gibi kumaş parçalarını birleştirmeyi tercih ediyorum. Bunun adı patchwork. O bir yatakörtüsü olacak. VE biz yaşarken bizim, bizden sonra da (eğer isterse) kızımın yatağının üzerine serilecek.


Yazmak varken dikmek niye diye düşündüğümde aklıma Irwin Yalom'un ölüm korkusu üzerine yazılmış kitabı(larından biri) "Güneşe Bakmak"'ta okuduğum bir "önerme" geliyor.


Yalom, kendisine ölüm korkusu ve endişesi şikayetiyle gelen hastalarını rahatlatmak için sunduğu önerileri bir kaç ana başlık altında toplamış. Bunlardan biri çevirmenin layık gördüğü adıyla "dalgalanma". Bu ad bana çok doğru gelmedi, çünkü Yalom'un kastettiği, suya atılan bir taşın daire daire dalga üretmesi ve sudaki hareketin tahmin edilemeyecek kadar geniş daireler halinde çok uzaklara kadar etki etmesi metaforu.


Oysaki "dalgalanma" kelimesi bende geçici bir çırpınma çağrışımı yapıyor.
Herneyse.
Sonra bir altıgen kumaşı daha elime alıyorum, bir başka altıgene dikmeye başlıyorum.
Yazdıklarımı okumak zaman ister, "istek" ister, oysaki yatağın üzerine serili rengarenk bir örtüyü görmek yalnızca bir andır, ve hatırlatır diyorum kendime dikerken.
-/-
* Dalgalanma, her birimizin diğer insanları yıllarca , hatta kuşaklar boyunca etkileyebilen ortak merkezli halkalar yaratmasını ifade eder. Yani diğer insanlar üzerindeki etkimiz sürer gider, tıpkı bir göldeki dalgaların görünmez olana kadar sürmesi, ama nano düzeydedevam etmesi gibi.....
Güneşe Bakmak- Ölümle Yüzleşmek Irwin Yalom, Kabalcı Yayınevi Sayfa 79.

16.3.09

İyiki....


Unutmamak için:
Nehir 4 yaş 4 aylık. Beni kucağına yatırıp sevdi, anneme dönüp "İyiki doğurmuşsun!" dedi...
İyiki doğurmuş, iyiki doğurmuşum....
Resim ise bir başka andan. Kulak arkası niye kızarmış bakarken ne kadar da bitlenen maymunlara benziyoruz....

24.2.09

Ekşi Gerçekler....



Bir zamanlar "mahlas" kavramı bana tersti.


Bir insan "bunu yazan benim. Ve ben buyum!" demiyorsa neden yazar ki, diye düşünürdüm.


İşte o zamanlarda yazan kişinin beyin döküntüleriyle gururlanması, onlar sayesinde üç beş faniye daha adını belletmesi gelgeç dünyaya bir kaç çapa daha atıp kalıcı olma çabasıyla eş değerdi benim için.


Oysaki o çapalar Gulliver'i saçlarından ve giysilerinden yere bağlayan (ya da bağlamaya çalışan) cücelerin ellerindeki dikiş ipliklerinden başka bir şey değil. Küçük bir silkinişle tüm iplikler sökülebilir, Gulliver ayağa kalkıp hayata olduğu yerden devam edebilir.


Bu benzetmeler zincirinde dünya ve zaman elbette Gulliver'dir... Üç beş kelam ile dünyaya kazık çakmaya niyetlenen siz ise birer cücesiniz. Ve zannettiğinizden daha da miniksiniz.




Çünkü bir gün bir yerlerde okudunuz, "yazdığınız yazıyı okuyup beğenen kaç kişi adınızı hatırlıyor olabilir?" Ve sonra elinizi şakağınıza koyup düşündünüz"Zaten hatırlasalar ne yazar!"




Ve işte şimdi, dostlarımın bile bilmediği bir "mahlasla" sözlüklerin en ekşisinde yazmaya başladım. Aldığım tadı anlatamam. Bu bir nevi "iyilik yap denize at," projesi benim için. Böylesi daha anlamlı olacak. Çıkar yok, ölümsüzlük arzusu yok, farklılaşma açgözlülüğü yok. Orada neysem oyum. Yani ne yapsa da ölümsüz olamayacığını bilen sıradanbir fani.


Olmayacak dualara amin demek var ya, o işte orada yok hani....

5.2.09

Kendim İçin Yazdım...

Dünya, güneşin çevresinde bundan yaklaşık 20 kez daha az döndüğünde, yani ben 18 yaşındayken bana sordular;
Yaşlanmaktan korkuyor musun?
"Korkmuyorum," dedim.
"Çünkü ben yaşlandıkça yüzüme oturan çizgiler, seneler içinde beni ben yapan çizgiler olacak. Onları niye sevmeyeyim ki?"

İyi hatırlayamıyorum, bunları bir kez daha anlatmış olabilirim. Nasıl ki bir erkeğin en önemli bedensel gururu erkekliğiyse, bir kadının da en önemli bedensel gururu güzelliğidir. BU yüzden bir kadın, tıpkı dünyanın aşkla veya saplantıyla (tanımlamayı siz seçin) güneşin çevresinde fır dönmesi gibi güzelliğe ve güzelliğine dair konular etrafında dönüp durur. Ve işte (bir) kadın eğer ki diliyle ya da kalemiyle kendini ifade etme yolunu seçmişse, sözkonusu saplantısına dair tekrarlar yapar, aynı noktaya döner. Cinsiyetinin ona yüklediği taşıması zor rol adına mazur görülmesi gerekir.


Ve sonra seneler geçer...
Banyoların güvenli ortamlarında, dolaylı ışıklarla koruma altına alınmış aynadaki akisler, zamanın yüzünüzde oluşturduğu erozyonu veya korozyonu kolay örtbas eder.
Klavye tıkırtılarının sahibi burada bir parantez açmak ister:
(Bir üst cümlede bir yanlış var mı? Yok aslında. Topraktan geldik, toprağa gidiyoruz diyen kültürler için "erozyon" ve "insan yüzü" kelimesi bir cümle içinde çok abes kaçmamalı.
VE esas anlamı metalin paslanması, oksitlenmesi olan korozyon kelimesi de söz konusu olan bir surat ise anlamsız olmamalı. Biliriz ki yaşlanmak demek hücrelerin okside olması, yavaş yavaş yanıp ölmesi demek. Ve ölüp ölüp çarşaflarınıza mayt yemi olarak dökülmesi elbette. Ve yaşlanmak demek yaşarken yavaş yavaş ölmek demektir.)

Tıkırtıların sahibi konuya geri döner:
Aynalar, yüzüne gülmek veya konuşmak zorunda olmadığınız arkadaşlarınızdır bilirsiniz. Bunun aksi tuhaftır. Kendinize ait kafanızda bir resim varsa, o da yüzünüzün en donuk halini yansıtır. Bu donukluk koruyucudur çok. Ne gülüşün, ne de sinirlenişin yüzünüze verdiği garip kasılmaları gösteremez aynalar size... Merak edip de ayna önünde şekilden şekile girmediğiniz sürece.
Ve böylece dünya güneş çevresindeki bitmez dansına bir kaç tur daha ekler. Aynadaki donuk surat hep aynı kalır. Nasılsa derinizin de yerçekimine karşı belli bir direnme gücü vardır. Seneler seneler boyu donuk ifade bir bulldog köpeğini çağrıştırmaz size. Yaşlılık yüzünüzde saman altından su yürütür, gülmediğiniz sürece görünmez. Ama gün gelir gülüverirsiniz işte ayna önünde. O zaman yaşlılık da gülüverir. Gözaltlarında sizden habersiz oluşmuş tüm ince çizgiler gözler önüne seriliverir. Aslında bilmezsiniz ki sizden başka tüm gözler o çizgileri hergün görmekte, tek görmeyen sizinkilerdi. Zaten ne demişlerdi, göz kendinden başka herşeyi görür!
Avuntu hazır; tüm çizgiler beni ben yapan çizgilerdir.


BU durumda göz altındakiler atılmış tüm gülücükler ve kahkahaların imzası olmalarından dolayı affedilir, peki ama iki kaşımın ortasındaki derin çukur da nedir?

Seni sen yapan tüm anlar içinde bu kadar çok çatık kaş zamanı olduğunu bilmiyordun...
Ve tüm bunları aslında güzelliğin peşinde olduğun için değil, hayatın peşinde olduğun için yazdın. Ölmeden de tedavülden kalkılabilinir bildiğin için, ve bir de fotoğraftaki yaşlı adamın suratında gördüğün hayat özeti hüzün olduğu için.
Not: İlham veren Foto, değerli fotoğraf üstadı Yusuf Tuvi'den.

3.2.09

Anneannenizin evlenmeden önceki soyadının 3. ve 5. harfi lütfen...

Fütüristler şanslı adamlar. Geleceği tahmin etmek zevkli bir oyun. Zevkten öte, kısa vadede olmasa da uzun vadede adamı zengin bile eder. Zaten kısa vadede işe yarıyor olsaydı sözkonusu şahısların adı fütürist değil "presentist" olurdu ki bu ikinciler şimdiki zamanda da zengin olmaya devam etmektedirler (bakınız tv şovları sunucuları- alakalı olarak present kelimesi = sunmak vs vs vs)...
E peki bir fütürist nasıl olur da gelecekte zengin olur?


Şöyle :

Bir kaç istisna hariç anaları evde oturan bir nesiliz biz. İşte bu analar, nüfüs kağıtları çekmecede 20 yıl kadar bekledikten sonra yepyeni bir soyadla beraber yenilenen kadınlar.

O dönemlerde babanın soyadından vakit çok geç olmadan kurtulmak ve "yepisyeni" bir soyadla " yepisyeni " bir statüye bayrak açmak modaymış zahir.

Bizden bir üst nesil olup da babalarının soyadlarını bizler gibi sağda solda fanatik bayrağı açar gibi sergileyen birini tanımıyorum. Sormasak söylemiyorlar bile. Sanki o soyad unutmak istedikleri günlerden kalma yakmak istedikleri bir fotoğraf misali, paçalarından düşeli çok olmuş, geçmişe karışmış- mazi olmuş- kül olmuş.

Neyseki paralar artık havada sanal bir şekilde uçuşup duruyorlar da annelerimizin pabucu dama atılmış baba soyadları ortalığa çıktı. O da sizinle bankacı arasında, yine bir sır gibi, yine saklanılası, gizli evraklar arasına gömülesi bir şekilde.

Oysa şimdilerin kadıncıklarının çocuklarına gizli soru bulmak bu kadar kolay olmayacak bankacılar için. Yanılıp da hala aynı uygulamayı sürdürürlerse eğer diyalog aşağıdaki gibi gelişecek.


BANKA HELP DESK GÖREVLİSİ- Annenizin evlenmeden önceki soyadının üçüncü ve beşinci harfi lütfen.

MÜŞTERİ: Facebook kullanıcılarına sorun, onlar en az benim kadar iyi biliyorlar.

Bizler annelerimize nazaran geç evlendik. BU zaman zarfında az buçuk kariyer ve onun mütemmim cüzzü olarak çevre edindik. Facebook'da bulunmak isteriz, bloglarda bilinmek isteriz, blogların doğal uzantısı kitap yazma davranışı ile raflara yerleşmek isteriz, raflarda yer aldığımızda eski dostlar için "Sarı Çizmeli Mehmet Ağa" değil , ha bu bizim ....... olmak isteriz. Eh bu durumda baba soyadları fora.

Bu durumdan fütürsitler nasıl mı faydalanacaklar? Eh aşikar değil mi a canlar? Topla bu nesilin baba soyadlarını, elbet gelecekte işine yarayacaklar.

Bu duruma alternatif bir çözüm yolu bulup fütüristlerin ocağına ot tıkamak gerekirse eğer, sonraki nesile anneannelerinin evlilik öncesi soyadlarını sormalarıdır önerim.

Bu sayede kadıncıklar torunlarının kendileri ile ilgilendiği zannına bile kapılabilirler. Bir taşla iki kuş....

Okuyan Maymun


İş işten geçtikten sonra hangi mesleğin bana daha uygun olduğuna dair bir yığın fikrim oldu.
İş işten geçme tarihi ile ilgili kesin bir belirleme yapmam istenirse cevabım çok seçenekli olacaktır.


Seçeneklerden biri 1987 yılının sıcak bir Haziran gününü gösterir ki işte tam o günde salon masamızın üzerine üniversite tercih formu ile beraber yayılmış, geleceğimi belirleyen noktalamalar yapan bir insan gerginliğinde değil de günlük bulmaca çözen bir emeklinin kayıtsızlığındaydım.


Neyseki sonuç iyiydi. Haspel kader birinci tercihe koyduğum fakülte ne sen sor ne ben söyleyeyim formunda değil aksine hayalperestlerin popülerler arasına soktuğu bir yerdi. Hayalperestlik konusunu özetle açalım: Çağan Irmak'la aynı okuldan mezunuz, ama gel gör ki bu okula (3 alt bölümü dahil) her sene 150 civarı insan giriyor. Lakin 15-20 senede bir, bir adet Çağan çıkıyor.


İş işten geçme tarihleri belirlemesine geri dönersek, 87 Haziran'ından sonra seçeneklerin hızla çoğalmakta olduğunu görürüz. Bu seçenek çeşitliliği, tavan arasında entropik yıkımın neticelenmesini bekleyen onlarca kitabımda da görülebilir. BU kitaplar size "yönetmen" olmayı isteyen genç bir kızı anlatırlar, ve sonra lafı uzatmadan maddelersek eğer "senarist", " "fotoğraf sanatçısı", "reklamcı", "gazeteci", "televizyoncu", "yazar", "sosyolog", "antropolog", "psikolog", "filolog", "astrolog", "log" oğlu "log"....


ŞÜkür ki son 15 senede bunlardan bir kaçını olmuşum. Elbette olabildiklerimin arasında bir tanesi bile "log" ile bitmiyor. Çünkü ayıptır söylemesi poponuza bir de log takmak için 4 sene oturup bir okul bitirmek gerekiyor -astrologlar hariç.
Netice?
Şu an öğretmenim. Neyseki küçük insanları ve öğretmeyi sevmem nedeniyle hayalimde olmayan bir iş yapıyor olmak beni ezmiyor. Fakat bu durum bana sıklıkla "nerdeeeeen nereye ?" dedirtiyor.

Bilmem irdelemeye ihtiyacımız var mı? Herkesin işi gücü var, uzun okumalar yapacak adam ara ki bulasın. Özetle bu duruma her ne kadar seyretmesem de eş dost sagolsun seyretmeden anladığım bir film ile örnek vermek istiyorum. Benimki bir nevi "Issız Adam" sendromu.
Hayat kısa, o halde zevk alınacak bir sürü iş kolu var. Yumul....

Sonuç olarak elimde olan tam bana göre olan mıdır? Bilmem, bunu öğrencilerime sormak lazım.
Peki maymun iştahlılıkta sınır var mıdır? Profesyonel anlamda olmasa da amatör anlamda sınır yoktur, tüm internet elimin altındadır ve arşivde illustratorluk, vektörsanatı, vs vs bir yıgın döküman huzurunuzdaki maymunun iştahını kabartmaktadır....

2.2.09

Derin konu...



Oturduğum yerden kitapcı geziyorum. Böylesi bir turda belki mürekkepin ve kağıdın birleşimine has o muhteşem kokudan yoksunum ama eteğimden çekiştiren bir çocuk ile peşimden yarı kuşkulu ifade ile dolaşan görevli geriliminden de uzağım.
Bu bir sanal kitapçı. Bu kitapçı sizin gibi bir kararsızın tüm sorularını hiç bıkıp usanmadan cevaplıyor. "Acaba fazla mı rahatsızlık verdim," hissine kapılmadan kendinizi bir Alan de Botton kitaplarının olduğu (sanal) rafa atıyorsunuz, bir "ölmeden önce okunması şartlar" listesinin klasikleri arasına dalıyorsunuz. Sonra ünlü yazarlar size neyi önermiş kitapçı nerden bilecek, oysa sanal kitapçı gerçek bir müneccim. Merak ettiklerinizi tamamen önünüze seriyor. Merak ettikleriniz arasında size eş dost çevresinde "tüm eserlerini okudum," diyerek böbürlenme imkanı sağlayacak olan bir yazarın son eserinin ne olduğu, o eseri satın alanların başkaca hangi kitapları almış olduğu, herhangi bir eserin başka yayınevlerince yayınlanmış verisyonlarının bulunup bulunmadığı, varsa hangisinin daha uygun fiyatlı olduğu gibi maddeler olabilir. Özgürsünüz.
Üstelik bir kitabı almak istediğinizde öncelikle arkasını çevirip fiyatını inceliyorsunuz diye kınayan gözlerle incelendiğinize dair bir paranoyaya da sahip olmayacaksınız. Sahi ya, bir kitapçıda beni en çok sıkan şey budur. Raftan bir kitap çekip arkasına bakmak mübahtır da, özel bir istek yaparak karışık raflar arasından getirttiğiniz kitabın arkasına bakmak her nedense biraaz ayıp gelir bana.
Belli ki kitapçıya o kitabın hayali ile gelmişssiniz. Biri size önermiş ve içinizdeki okuma ateşini körüklemiş. Yazan ya da içerik kapağın arkasındaki mendebur etikete basılmış rakamların niceliğine göre feda edilebilir olmamalı. Bu çok alçaltıcı.
Bu gibi durumlarda (eğer korktuğum başıma gelmiş ve kitabın ederi kitabın içeriğine baskın gelmişse) çok büyük bir utançla kitabı yerine geri koyarım. Ben değil sistem utansın derim sonra kendime.
Söylemesi ayıp 2 üniversite bitirdim. Yabancı diller falan, daha fazla konuşmayayım ego şişmesi yaşıyorum sanacaksınız. ÜZerine bir de şahsen internette bir çok sayfada adım "yazar" sıfatıyla birarada anılıyor. Fakat gel gör ki kitap almak zaman zaman beni aşıyor. Bu durumda asgari ücretle 4 kişilik aile geçindirmeye çalışan emektarları düşünmeden edemiyorum. Pazar tamam, tarlaların ürünlerini herkes yiyor da kültür ürünlerini tüketmek her baba yiğidin harcı değil gibi. Sanal kütüphane mevzuu derin, ama kısa yazma kararım var. O halde arkası yarın diyelim.

19.1.09

Yoshitomo Nara Çiziminin Düşündürdükleri

Gözleri kocaman, ağzı ufacık bir kız çocuğusun sen. İçine yeni girdiğin koca dünyayı önce gözlemen gerek elbette. Ondandır göz bebeklerinin büyüklüğü. Yeterince gördüğüne inandığında ağzın da büyüyecek nasılsa. Ve yolun sonuna doğru, artık anlatmanın gereksizliğine karar vereceksin, dudakların tekrar ufalacak. Tüm bu uzun ince yoldan gözlerin de nasibini alacak. Görmeye değer bir şey kalmadığına inandıklarında küçülüp önlerine perde indirecek. Kimileri buna katarak derken kimileri bunların hayatın son perdesi olduğunu bilecek.