29.6.06

.......... Her yıl’ın 25 Haziran günü bana bir şeyler oluyor.

Mutlaka ama mutlaka elimde bir dal mürver, kendimi Halikarnas Balıkçısını, Akdeniz medeniyetlerini ve eğer yeniden doğmak diye bir şey varsa mutlaka ama mutlaka bu medeniyetlerden birinde yaşamış olduğumu düşünür buluyorum.

Duruyorum. Kendime soruyorum.
—Bu gün ayın kaçı?

Cevap her sene ama her sene aynı…

25 Haziran…

Bunun bir de kanıtı var…


Hayat denen nehri şu denize değil de bu denize doğru yönlendirecek koca kaya parçası, Üniversite Sınavı, daha yeni düşmüş önüme, ben tercih yapma arifesindeyim… En başa Radyo –Televizyonu yazmışım gönlüm arkeoloji fakültesindeyken… Bana yazma dememişler yaz da dememişler ama demişler ki “Sen zannediyor musun ki öyle kazılara falan katılacaksın… En iyi ihtimalle gider bir müzeye müdür olursun.” 17 yaşında bir çocuk için ne kadar da kasvetli bir tablo. Yine de tüm bunlar engel olamamış kitapçı raflarında Halikarnas Balıkçısına uzanmama…
Harçlığımın kaçta kaçını götürdüğünü şu an tahmin bile edemediğim 1100 TL’yi, basmışım, almışım “Altıncı Kıta Akdeniz”i…

İç kapağına da sarı saman kâğıtta dağılarak havası bozulan bir pilot kalemle adımı, ikinci adımı ve babacığımın soyadını yazmışım.
Altında da tarih:
25 Haziran 87

Hatay’da, Annemlerin evinin dibinde, İzmir’i bilen bilir, bilmem kaç on yıllık kira sözleşmesi bitmeden önce Amerikan Konsolosluğu Misafirhanesi vardı.. Bir bahçe ki bakmaya doyamazsın….Ancak yılda birkaç “garden party” için bile olsa sürekli yaşanır halde, sürekli göz bebeği bir bina ve bir devasa bahçe.

Bu bahçede ne güller ne ağaçlar var oldu, hepsini çok sevdim hepsini çok seyrettim ancak bir tanesi vardı ki bize en yakın duran; balkonumuzun dibinde elini uzatsan yapraklarına dokunduğun, dallarına konan kumruların aşkını ve aile yaşantısını yakından takip edebildiğin bir Mürver. Tüm yıl sıradan, ama Haziran gelsin bir hele, öyle coşar öyle coşar ki bu ağaç âşık olursunuz…

Üstelik kokusu da bir değişiktir. Sanki ıhlamurun ahbabıdır ama balonlar gibi kokar aslında.. Evet, balon kokusu. Özlem kokusu…Bir de neden bilmem Akdeniz medeniyetleri kokusu.
Bir okul gezisinde kulaklarımda şimdi bile inceden öten rüzgar uğultusu eşliğinde gezdiğim Bergama antik kenti kokusu, ya da sarp mı sarp bir kayalığın yerle ve gökle buluştuğu yerde sonsuzlaşmış Priene kokusu.. Oradan baktın mı gördüğün engin Söke ovası kokusu…

Balkon komşum mürver ağacı ile olan ilişkimiz kısa film cümleleri ile özetlenirse şöyle bir şey çıkar ortaya: Aradan seneler geçer. Tüm güller, hepsinden birer tane olsa da çoğul söyleyeceğim karabiberler, dutlar ve palmiyeler, mandalina ağaçları, sarmaşık dalları ve en son mürverler yabancı uyruklu eski sahiplerini aratacak bir şekilde yeni müteahhit firmaya boyunlarını verdiler. Şimdi yerlerinde yeller esse iyi, arabalar park etmiş duruyor. Geçmiş hayatlar romantizmini bırak, çocukluğumun ağaçlarının yerlerinde tekerlekler, balatalar, aküler, kaportalar, diferansiyeller, pistonlar, bujiler, emniyet kemerleri, koltuklar, araba parfümleri….

Oysa bir mürverin geçmiş hayatlar kokan, çocukluk kokan, balonlar kokan mini pıtrak pıtrak sarı çiçeklerinin yerini tutabilir mi tüm bunlar?

Sonra zaman hızla ileriye sarıyor. Daha da ileriye. Artık İzmir’de bile değilim. Bir yabancı kentte evladımla dolaşmaktayım. Uzanıp bir taze mürver dalı koparıyorum. Kokluyorum… Nerede olursan ol, hangi yılda veya yüzyılda, nasıl da aynı kokuyor bu güzel…

Bel çantama sıkıştırıyorum çiçeğimi, bir diğer köşede pembe kapaklı bir biberon, elimde fotoğraf makinesi, kareye giren bir de pembe şapkalı bir afacan kız çocuğu, benim çocuğum….

Bugün günlerden ne diye düşünüyorum….
Elbette 25 Haziran…
 Posted by Picasa

27.6.06

.....Maslow’un ihtiyaç piramidi diye bir teori var duymuşsunuzdur.

BU piramidin en altında fizyolojik ihtiyaçlar yer alır.. Yeme, içme (tabiî ki bahsedilen likit, H2O), ve bedensel her türlü talebimiz işte…

Söz konusu piramit, her basamaklı piramitte olduğu gibi adım adım arşınlanır. Bir sonraki aşama için illaki önceki basamak geçilmiş olmalı…

Bir yandan Maslow’a hak vererek en birincil ihtiyacımı gideriyor mükellef bir bezelye-pilav ekürisini içselleştiriyorum. Bir yandan da yazmak istediğim ne kadar çok şey var diye düşünmeden edemiyorum.
“Yazarak var olma” diye nitelendirebileceğimiz böylesi bir talep, olsa olsa listenin 5. ve son maddesi kapsamına girebilir.

İsterseniz bir de siz bakın:

1-Fiziksel gereksinimler (yiyecek, su, barınma...)
2-Güvenlik gereksinimi (emniyet, korunma, sağlık...)
3-Sosyal gereksinimler (bir topluluğa ait olma hissi, sevgi...)
4-Saygı görme gereksinimi (toplumda sayılma, sosyal statü)
5-Kişisel ilgileri/fikirleri/idealleri ortaya koyma gereksinimi (kendini geliştirme, kişisel yaşamı zenginleştirme, kişisel hedefleri gerçekleştirme)

Biraz daha düşününce bu yazma ve anlatma tutkumun en temel ihtiyaçlarıma ne kadar da yakın olduğunu görüyorum. Öyle ya bu bir saygı görme gereksinimi de olabilir (iş hayatından çekilmiş gibi görünüyoruz ama hala üretiyoruz ispatlamacası) ki bu madde 4…

Ayrıca madde 3 de durumuma hitap ediyor. Yaptığım şeyin bir sosyal gereksinimden kaynaklandığı açık; Bir topluluğa ait olma hissi, sevgi arayışı vs.
“Anneler” diye bir grup var şu dünya üzerinde… Sanırım onların arasına sızmaya çalışıyorum. Ancak bu anneler grubunun içinde bir de alt fraksiyonlar var: En genel anlamda ikiye ayrılıyorlar.

A) Adanmış ve otobanda yağ gibi kayan gıcır anneler (bakınız şu yazım)

Ve

B)Yine adanmış ama yokuş çıkamayan kamyon modunda yıpranmış anneler…(bakınız tüm yazılarım)

Şüphesiz ben ikinci gruba aidim… Üstelik utanmadan tek çocukla…

Bu durum umarım sevgisizlik olarak algılanmıyordur. Dünya üzerine gelmiş/geçmiş milyarlarca ana arasında birkaç tuhaf istisna hariç tüm anaların paylaştığı tek bir ortak nokta var olsa gerek: Evladını her şeyden çok sevmek…

Neden bilmem bugün bunları anlatma ihtiyacı duydum… VE sizinle olan güzel temasımın Maslow’un listesindeki sondan 3 madde ile alakalı olduğunu söylemek istedim, bir de benzer’in benzer ile dost olduğunu bildiğimi… (doğru bilmiş miyim?)
 Posted by Picasa

24.6.06

......... İnsanlar neden ikinci çocuğu yaparlar?

Aklımda dolanıp duran soru bu son zamanlarda…Naçizane bir iki cevap buldum..

Birincil neden insanın hayat denen yolculukta canından çok sevdiğine artık yoldaşlık yapamayacağı zamanların da geleceğinin bilincinde olması olsa gerek.…

Sizi bilmem ama en azından benim birincil sebebim bu olurdu…

Ben gideceğim, babası gidecek… Geriye kim kalacak? Kızım yalnız kalmasın…

İkincil sebep ise gelecek zamanlara ait bir kaygıdan başlangıç bulmuyor, şimdiki zaman ile ilgili….

Çocuklar bilmeden de olsa insanın bam teline basmayı iyi beceriyorlar onu tecrübe ediyorum şu aralar…Çok değil geçen hafta öğrendi öpmeyi ama elindeki mama katalogunu süsleyen bebek resimlerine verdiği öpücükler bize bahşettiklerinden fazla…

Elinde katalog dudağında öpücükler oturuyor..Ben onu uzaktan seyrediyorum. Sonra birden aklına düşüyorum. Bu sevginin vereceği hazzı benimle de paylaşmak istiyor. “Buccccuuu,” diyor ve yerinden fırlıyor, gelip bebekleri bana da öptürüyor. Etme be gül kızım…

Nehir şimdilik kardeş niyetine evin dört ayaklısı ile idare etmek zorunda… Öpücüklerden Mırnık da nasibini bol bol alıyor… Ancak Mırnık da geleceğe dönük uzun zamanlar sözü veremiyor kızıma… Zaten verse ne olacak?

Şimdiye kadar ki sebepler hep yalnızlıkla ilgili: Yalnız kalmasın, ne çocuklukta ne gelecekte, diye özetleyebiliriz bunları.

İşin bir de çocuğun kişiliğine katkıda bulunmayı amaçlama yönü var:
Tek olmasın,- paylaşmayı öğrensin, kendisini dünyanın merkezi sanmasın. Prenses (ya da prens) doğup hayatın iltimassızlığı karşısında kurbağaya dönmesin türü…

Bunun ne demek olduğunu anlayan anlamıştır… Hem de yaşayarak… Sanırım hepimiz evrenin de evimiz kadar “biz merkezli” olacağını zannettik çocukluğunuzda… Gerçi her şey bakış açısına bağlı…

Hatırlayın, ne demişti kendisine dünyanın merkezi neresi diye soran bir köylüye Nasreddin Hoca?
---Aha tam işte burası…

Hepinizin bildiği gibi köylü de Ç
---Olur mu hiç öyle şey canım,
Demişti…

E bu lafın arkasına edilebilecek en güzel söz yine Hoca’dan
—İnanmıyorsan ölç…


Ben ölçtüm biçtim, tarttım Hoca’nın haklı olduğuna karar verdim.
Evet, merkez burası. Çünkü ahanda tam işte burada ben ya da söz konusu hayat seninkiyse sen durmaktayım/ durmaktasın…VE/veya herkes kendi hayatının başrol oyuncusudur. Budur Hoca’nın demek istediği… Ancak bazı filmler aksiyon filmi, bazıları kimilerinin deyimiyle “aman beeee, ne çok felsefe yapmışlar – vır vır vır habire konuştular, e tabi yok ki adamlarda Hollywood teknolojisi,” filmi….

Teknoloji benzetmesini “imkan” diye nitelendirirsek işte kimilerinin hayatı imkanlarla dolu…. Onlar sıra dışı hayatlar yaşıyorlar….Kimileri ise imkansızlıktan olsa gerek oturdukları yerde bol bol felsefe yapıyorlar. Bakınız “Anlatanne”…..
Vır vır da vır vır.


NEyseki vır vırlamayı çok seven Fransız filmlerinin bazıları gerçekten izlemeye, gözlemeye, dinlemeye ve her şey bittikten sonra yatağında kendi düşüncelerinle baş başa kaldığında tekrar düşünmeye değer….
Eğer bir aksiyon filmi olamıyorsam bir Fransız filmi olmak istiyorum. İçinde Julliet Binoche olan mümkünse :)) Ve Binoche’u ben olan …..

Ben kızımın hayatının nasıl bir film’e dönüşeceğini bilmiyorum. Ayrıca aslında belki de onun için bir aksiyon düşünüyor olduğumu da sanmıyorum…. VE en iyisinin de aksiyon filmleri olduğunu da…..

Kendi hayatının senaryosunu yazarken filmin her şeyden bahsetmesini nasıl sağlar bilmiyorum… Ama eğer birden fazla evladım olursa her birinin senaryoların a yapacağım katkının biraz daha bölünüp azalacağını biliyorum (imkanlar dahilinde)…..

Ve susup oturuyorum…

Not: Neden ikinci çocuğu yaparlar soruma daha verecek birkaç cevabım daha vardı….Ama boş verdim gitti…….. Posted by Picasa

22.6.06

"Doğum kontrolü için en etkili yol çocuklarımla bir gün geçirmektir," demiş Jill Bensley…

Bu lafın altına imza atıyorum... Ha Jill, ha Binnur ne fark eder, kavram bir: hiç durmadan muzurluk peşinde koşan çocuk veya çocukların “annesi olmak”…

Açıkçası sağda solda anneliği otobanda yağ gibi kayan gıcır bir araba misali tanımlayan insanlara rastladıkça bir fena oluyorum…Durup düşünüyorum,

“Acaba benim evlat olması gerektiği gibi de ben mi olmam gerektiği gibi değilim?”

Öyle ya ne demişti kuaför:

“Rahatına düşkünsen ne diye evlendin?”

Hayatta en korktuğum şeylerden birisi de büyük konuşmaktır, çünkü Allah başıma verir ürpertisini yaşarım koca koca laflar ederken.. Ancak İzmir’e son gidişimde annemin beni ilk kez götürdüğü bu usta’nın evlatlarından birini ablasının yanına Amerika’ya temelli verdiğini öğrendiğimde şok oldum…Büyük konuşmuyorum, insanları hangi koşullar neler yapmaya sürükler veya sürüklemiş bilemeyiz…
Ancak bildiğim bir şey var ki, ben onu bu yüzden eleştirmedim….

Ancak o, daha sık yolculuğa çıkmama nedenimin Nehir’in yolda zapt edilemez olması yorumuma işte az önceki unutulmaz cevabı verdi:
“Rahatına düşkünsen ne diye evlendin?”

Ulen ne dedim ben şimdi… Sana mı düşmüş bu yorumu yapmak… Üstelik evlenmek demek kölelik mi demek? Ben evliliği daha hoş algılamak istiyorum, böylece evlatlarıma da böyle anlatabileyim bu kurumu (bu arada ben “evlatlarımı” mı dedim- geçiniz, inanmayınız)

Kuaför meselesini geçelim.

“Otobanda yağ gibi kayan” annelik kavramına dönelim…

Benim için öyle görünüyor ki otoban yok, yağ gibi kayamaz bu durumda araba, ayrıca kendimi hiçte öyle gıcır gıcır hissetmiyorum.
Olmuşum 36…

Neden hep annem ile babamın zamanında dediklerini benim de zamanım gelince anlıyorum?
Bir zamanlar, derlerdi ki:
“Çocuk mocuk sabır işi.. Bir yaştan sonra bebek ile uğraşmak çok zor…”

Acaba diyorum mesele bu mu?

Minik bir bebek için çok mu kartım? Babamın biz ağabeyimle yemek masasında kıkır kıkır ona buna güldüğümüzde ve türlü çabalarla evin ürettiği toplam ses desibelini zorladığımızda bize dediği gibi:
“Yeter kafam kaldırmıyor!”

Acaba derdim kafamın kaldırmaması mı?

Sonra kendimi sanık sandalyesinden kaldırmayı deniyorum… Hem sanık hem savcı sensen eğer tüm kıvırtma yollarını kapatacak kadar bilgiye sahipsindir…

Bu sandalyeden kalktığım iyi oldu… BU savcı beni sıkmıştı. Şu günlerde her şeyin sıktığı gibi…

Sonra düşünüyorum…

Parklarda başka başka çocuklar da görüyorum ben, ve genelde çoğu benim kızımla yaşıt….

Hiçbiri anasını benim gibi maymun etmiyor çevresinde… Onlar yavaş yavaş yürüyorlar. Onlar yavaş yavaş oturuyorlar. Onlar anneleri onları roket hızıyla sallanan çocuklarının salıncaklarının erişim alanından çektiğinde itiraz etmiyorlar. Onlar analarına huzur veriyorlar. Onların anaları sanki durağanlıktan sıkılmış, onların anaları genelde benden kilolu, onların anaları daha sabırlı, onların anaları bana hafiften acıyarak bakıyorlar….

Çünkü ben yukarıya yerleştirildiğini varsaydığım bir kameranın kayıtlarını hızlı çekimde seyredermişim gibi baktığımda kendimi deli gibi oradan oraya koştururken görüyorum.. VE onların bana neden acıdığını anlıyorum….

Toplamda 7 yılımı 4-16 yaş arası miniklere verdim… Derdim ki hep: 10 kızdan biri yaramazdır. 10 erkekten biri usludur….

Al sana o 10 kızdan biri….

Debelen bakalım….

Tabi avuntular da var hayatta….
Parkta yıpranan tek anne ben değilimişim…Şu başta alnından öpmüş kadar olduğum kadın var ya, ne demiş biliyor musunuz?

“Bir eğlence parkında (hani şu Disneyland türü) eğlenmeyen bir kişi varsa o da annedir…”

Yehuuu yalnız değilim…
Eğlenmeyin arkadaşlar, dayanamıyorum. Suçlu hissediyorum kendimi, yalnız hissetmek istemiyorum :)


Not:Yine de kızımın o anlarda yüzünde açan güllere öpücükler konduruyorum :) Posted by Picasa

18.6.06

Kızı yatırdım ve kendime güzel bir ziyafet çektim. Ziyafetin detaylarına girmeyeyim, pek ihtimal vermiyorum ama belki bu sayfanın okuyucuları arasında hamile bayanlar da vardır, canları çekmesin (öyle ya, daha doğmamış bebeğini özleyen bir annenin, 2 yaş fırtınası ile boğuşmaktan dili dışarı çıkmış, “ay işimi gücümü bıraktım, eski ben nerde?” diye vızıldanıp duran bir anneye pek de “empati” kurarak bakacağını ve ona “sempati” duyacağını sanmıyorum…)

Normalde hele tek başımaysam, kalkıp kendime ziyafet çekmek aklımın ucundan geçmez. Ayaküstü atıştırılmış bir iki kırık lokma işte.. Bir sürü şeyin yanı sıra olmamız gerekenler arasında bir de “zayıflık” durumunu göz önüne alırsak bu gariban alışkanlık fena bir şey sayılmaz aslında…

Ayaküstü yenmiş yemeklerin yaramadığına inanıyorum. Ama değil mi ki yaydık popocuğumuzu, bir de keyfine vararak yedik yemeciğimizi, eh o zaman hak ettik 3 aylık hamile rolü kesen göbeciğimizi…

Arada sırada yüz verdiğim bir felsefe var “yaşam dediğin sadece şu andır” olarak özetlenen.. Bu ziyafetin nedenini de bu olarak görelim.

Ancak dün kirpiklerim az kalsın kirpik kıvırma aletine takılı ama ben başka yerde kalmak üzereyken ki an yaşam idiyse eğer, yaşam pek bir ürpertici bir şey.

Önceki gün anlattığım Nehir’in kirli sepeti maceralarının devamı var. 2 yaş hala bitmedi, Nehir’in o sepeti ve o sepetin ona sunacağı imkanları bir hazine olarak görme yaklaşımı da tabi…

Ayrıca Nehir dün bir şey daha öğrendi: Benim bu sepet konusunda sınırlarımın ne kadar geniş olduğunu, arada kendi işimi yapmak adına onun o sepetin üzerine çıkmasına izin vereceğimi…

Tüm gün kendimi aynada bile görmekten hoşlanmayacak salaşlıkla dolaşıyorum evin içinde şu günlerde.
Adamım gelmeden süsleneyim de kendim kendimi görmekten hoşnut değilsem de bari birileri beni görmekten hoşnut olsun diyorum, hala, neyse ki.
Yani hepten unu eleyip eleği asmak da var, e o da pek hoş olmaz bu yaşta..

Doğallık güzel şey olabilir, ama inanın bana allanmış dudaklar ve yanaklar, rimel sürmeseniz de (dışarıdan bir ucubeye benzeyen ama işlevsel olarak çok yararlı) kirpik kıvırma aleti ile edalı bakışlar kazandırılmış gözlerle çok daha güzel oluyorsunuz.

Güzel olunca, güzel hissediyor, güzel hissedince de başkalarının da kendini iyi hissetmesini sağlıyorsunuz. Formül çok basit yani.

Ancak Nehir arada dudacıklarını ve yanacıklarını bana uzatıp allığın fırçasından hafif bir dokunuş almanın ötesinde hala doğal olmayı tercih ediyor.
Mesela elindeki kalemi prize sokmaya çalışmak onun için çok doğal bir davranış. Fakat ben sol gözümün üst kapak kripiklerini o anda nasıl kıvıraç denen ucubeye teslim etmedim bilmiyorum. Etseydim doğal ötesi olacaktım, şanslıyım…

O kısmı atlattık…

Saçlarıma şöyle bir hava kazandırayım dedim, en azından o esnada prizi de kapamış olurum bir şekilde…
Fakat Nehir doğallıkta sınır tanımıyor. Onun için önünden geçen ve çalışmakta olan fön makinesin kablosunu ısırmak çok doğal, e tabi benim için “ay ay ay , ay Nehir napıyorsuuuun?” diye bağırmakta…

Tabi tüm doğallıklar tehlike barındırmıyor. Mesela doğallar listesine bugün iki şey daha eklendi…
Soğan çekmecesini çek, her bir soğanı teker teker yere fırlat ve bir yandan da “attttti, attiiiii” diye bağır. Diğeri de kağıtta yer kalmadığında annenin kollarında çizim yapmaya devam et
Doğallar listesine katılan son iki maddeye can kurban, yeter ki önceki iki şeyi liste demirbaşı yapmasın.

Bu tür minik şokların sinirlerimi keman yayı gibi gerip gerip bırakak akor ettiğini düşünürsek eğer, elbet bu akorun arkasından bir ziyafet çok güzel gider (müzik ziyafeti de olur- ama ben gerçek ziyafetten bahsetmiştim)…
Tüm annelere afiyyyyetttt olsun… Posted by Picasa

16.6.06

..........Evlendiğim ilk yılların izlerini- kokusunu- ruhunu taşıyan birkaç şey hala mevcudiyetini korumakta: Resimler ve sözde sadece yemek tariflerine adanmış bir ajanda…

“Sözde” çünkü içinde bir ben yokum ve aslında en çok da ben varım galiba….

Madonna tahminen ulviyeti keşfettiği yılların başlarında bir filmde rol almış ve ben haspel kader o filmi seyretmişim, mişim diyorum çünkü neredeyse seyrettiğimi bile zar zor hatırlıyorum.

Filmden geriye yalnız bir sahne kalmış aklımda:
Yerde, kimilerine göre çarpılıp da o hale gelmiş bir postür, ya da yoga terminolojisi ile konuşalım, asana ile duran ve bu durumdan ruhunu bilmem ama somut bedeni son derece rahatsız gibi gözükürken (ki az sonra söyleyeceği ve aklımda kalacak tek replikten de belli) güzel-sarı kadın diyor ki:

“Acı yoktur, acı bir illuzyondur…”

Bir arkadaşım bana yazılarımda zikrettiğim, kitap sözlerini bir yerlere not edip etmediğimi sordu…

Çoğu zaman etmem dedim. Ve dedim ki: Bir kitabı okuruz, genelde ondan geriye bir cümle kalır aklımızda ve o cümle de bizi etkilediği için aklımızda kalmıştır. Onu not etmeye gerek yoktur ki zaten….

Yani bir cümlecik için okumuş oluruz o koca kitabı. Bu durumda Matrix 1’i seyretmediyseniz hala, seyretmenize gerek yok.
Size 2 saatinizi hediye ediyorum.
Anahtar cümle: Welcome to the real world…( Siz bana bakmayın. Görmeydiyseniz, ki imkansız sanırım, görün ve kendi cümlenizi kendiniz cımbızlayın...)

Ama yine de hala ve hala bazı kitap cümlelerinin sonraya kalacak kadar kuvvetli olmadığını ama unutulmayı hak etmeyecek kadar da kuvvetli olduğunu hisseder , arada oraya buraya kimi notlar alırım.
Başka türlü şu güzel cümleyi nasıl hatırlardım ben:

“İngilizce’de kişilik anlamındaki “personality” kelimesi Latince’de maske anlamında kullanılan “persona” kelimesinden gelir. Kişiliğimiz, gerçek olduğuna inanmalarını ümit ederek insanlara gösterdiğimiz maskedir.”*

İyi ama, benim anlatacaklarım bunlar değildi. Beyin labirentlerinde kaybolmak o kadar kolay ki…Ve acının bir ilüzyon olması gibi hatıraların da bir gün iluzyona dönüşmesi…

En miniklere bilgisayar nedir anlatırken, takılacaklarını zannettiğim 2 terim vardı,
küçük bir oyunla açıklardım …

"Hardware nedir? bilgisayarınızın elinizle tutabildiğiniz parçaları.."
"Tutun bakalım, hangi parçalarını tutabiliyorsunuz?"
Mouse, klavye, monitor vs vs sayarlar…
"Peki bilgisayar oyunlarını tutabilir misiniz? Windows’u tutabilir misiniz? "
“Hayııııııır”
İşte o da software’dir…

(bu oyunu oynamayı özlemişim)

En başa dönelim….

Hayatın da hardwareleri ve softwareleri var Binnur'a kalırsa…

İşte birkaç hardware’im:
Resimlerimiz ve şunu bunu, ve arada birkaç yemek tarifini not düştüğüm, gözde sayfalara da birkaç yağ damlası ekleştirmiş olduğum ajandam mesela…

Bunlar olmasa, hayatımın software kısmı bir gün bir ilüzyona dönüşebilir. Ve bir ilüzyon sen ona inanırsan vardır...
İnsanın geçmişine olan inancını yitirmesine hafıza kaybı mı derler acaba?

Bir ajandanın bu akşama eklediklerinden biri bu: muamma..
Bir diğeri ise daha hayata dair bir şey, bir mama…

Yarın veya öbür gün ajandamdan çıkan çoban payı tarifini denemeyi düşünüyorum…Bu gibi şeyler bana hayatın bir iluzyon olmadığını düşündürüyor çünkü...Daha iyi hissediyorum...


Resim not:
Antalya'da, yine evlendiğimiz ilk yıllarda çekti bu resmi Ertunç. Dünyanın hardware'leri olduğu için, ve bu şekilde bana şiirsel gözüktükleri için koydum sayfama bu çakılların resmini...

* Kitap alıntısı not:
% 100 Düşünce gücü sayfa 85

Posted by Picasa
...Elimde bir kitap var.
Adı: Çocuğunuzu Tanıyın
2 yaşında…

Ne zamandır kitapla ilgili gerçekleştirdiğim eylem onu okumaktan çok gelip geçerken kapağına bakmak ve şunu düşünmek:

“Görüyor musun bak sadece 2 yaş için kitap çıkarmışlar.
2 yaş.
2 yaş.
Demek bu yaş zor bir yaş…
Ama benimki daha 2 yaşında değil ki,
Ama hemşire arkadaşım dedi ki 1. yaş gününü kutladıktan sonra her çocuk 2 yaşında sayılır artık.
Demek o zor zamanlardayız.
2 yaş
2 yaş…”

Ortalıklarda bir yerde duran bu kitabın kapağına her baktığımda 3 aşağı 5 yukarı bunları düşünüyorum işte ben…

Gerçi yarısına kadar da geldim kitabın ve aslında 19 aylık olmasına rağmen Nehir gerçekten de 2 yaşında sayılacağını , (2 yaş krizlerini bir nevi inatçılık dönemi hastalığı olarak adlandırırsak) dile getirilen “semptomlardan” anladım…

Bu tür kitaplar genelde aynı yazarın elinden çıkma gibidirler ama yine de arada cımbızlık birkaç cümle barındırırlar…

Bir tanesini ele alayım:

“Sürekli olarak cezalandırılan çocuk ise hatalı olduğu zaman yakalanmamak için çaba göstermesini öğrenir.”

Banyo lavabosunun yanında Nehir’e oldukça davetkar görünen bir kirli sepetimiz var…

Minik velet boyu ancak o kadarına yettiğinde kapağı açıp kirlileri dağıtarak, daha iyisini yapabileceğini keşfettiğinde de üzerine çıkıp ayna önündeki parfümler, diş fırçaları ve after shave’leri banyonun ve lavabonun çeşitli yerlerine serpeleyerek (hatta öncesinde kimilerini bitmemiş oral dönemi yüzünden ağzına sokup şöyle bir test ederek) eğlenmeyi bir borç bilir oldu.

Hummalı bir koşturmacamız var… Yeni diş fırçaları al koy,

Fırça bardağını al çamaşır makinesinin üzerine koy,
Makine çalıştığında (ki bebekli evde her gün en az bir kere mutlaka) bardak titreşimden düşmesin diye al yine ayna önüne koy
Baktın Nehir yine tepelerde, daha sonra “e vovvoo vvo eeevoo” şeklinde taklit edileceğini bilerek bağrın ve Nehir’i al hafiften silkeleyerek koridora çıkar.
Baktın 5 dakika sonra Nehir yine banyoda, yine “evoovooo ve ee evoovv” türü bağrın ve bu sefer kirli sepetinin yerini değiştir.
Fizyolojik ihtiyaçların adına banyoya girdiğinde sepet manisi ile karşılaş sepeti eski yerine al.

Dışarı çık, biraz zaman geçsin, her zaman kulak verdiğin o çocuk sesinin eksikliğini hisset, bakiiim bakiyim neredeymiş bu, ne işler karıştırıyormuş diye git bak.
E tabi yine evveooo vee
BU sefer banyo kapısını kapat.
Ancak başka türlü bir evovovve ile karşılaş: Mİyaaaaaaaw.
Evet ya, Mırnık’ın kedi kumu da orada…
Tekrar kapıyı aç,
Tetikte bekle.
Arada göz ucu ile banyo ışığının yanıp yanmadığına bak, çünkü benim akıllı ışığı yakıp da giriyor…


E iyi de banyonun ışığı yanmıyor, ses de çıkmıyor, bu kız nerede şimdi peki?
Tabiî ki yine orada… BU sefer ışık yakmadan girmeyi akıl etmiş…

Geriye dönüyorum ve az önceki lafı tekrar dile getiriyorum- yaşadım ve öğrendim çünkü:
“Sürekli olarak cezalandırılan çocuk ise hatalı olduğu zaman yakalanmamak için çaba göstermesini öğrenir.”

Evet evet, Nehir 2 yaşında (sayılır)..Baksana tarif edilen anne benim ve taktik de Nehir’e uyuyor.

Tüm bunları yaşarken geçenlerde bir yerde (ama bu kez bu kitapta değil) Franklin P. JOnes diye bir adamın dedikleri geliyor aklıma…

“Çocuklarınızdan çok şey öğrenirsiniz, mesela ne kadar sabırlı olduğunuzu…”

Gerçekten büyük söz..
Belki de adam sırf bu sözü söyledi diye meşhur oldu….

Ha bu arada... Az biraz araştırdım. Çocuğunuz 1,2,3 derken derken 9 ‘a kadar giden “yaşında” serisi varmış meğer.

BU benim içime su mu serpti diye sorarsanız eğer.. Ay hayır aksine.. Bu demektir ki her yaş için söylenecek bir tuhaf şey var…Ay demek 2 ile bitmiyor iş. Ben daha ne diyim?



Not: Dürüst olmak gerekirse bu parfüm rafı bana ait değil. İnternetten buldum bu resmi. Zaten akıl sahibi her anne, bu kadar parfümü varsa bile bunları karıştırıcılığın doruklarını deneyimleyen bir bebeğin ulaşabileceği bir yere koymaz. (resim wikipedia'dan) Posted by Picasa

14.6.06

......Kampüste her ne kadar bizden 1 km kadar ötede konuşlanmış da olsalar öğrencilerinin ne kadar aktivitekar olduklarını fark etmemenin imkansız olduğu bir fakülte vardı: Tıp….

Göreceli olarak onlara nazaran bizler yan gelip yatarken, onlar kadavra deşer, Latince adlar ezberler, insan bedeni denen muammanın sinir sistemi, iskelet yapısı, kasıydı- kusuydu derken deli çıkmaz bir de üzerine birbirine benzer semptomlar gösteren yüzlerce hastalık arasından hastalık saptamayı öğrenirlerdi….Bir yandan da gitar çalarlar ve veya dağcılık klüpleri ile dağlara tırmanırlar ve veya aralarından Ferhat Göçerler çıkarırlar bi de üstelik mezun olup doktor çıkarlardı….

Anlayacağınız doktorlara saygım büyük…

Hep düşünmüşümdür, bu kadar meşgulken nasıl hayatlarını renklendirmek için vakit bulurlar diye…

Sonra bir gün karar verdim: Çünkü hayatlarını renklendirmeye herkesten çok ihtiyaçları var onların…

Kafaları o kadar karışık ki dağıtmaya ihtiyaçları var…

Başka başka şeylere bakmaya ve hayatı ıskalamadıklarını düşünmeye ihtiyaçları var….

Yoksa başka türlü bir adam cerrah sıfatı ile gündüz adam keser (tabikki iyileştirmek için) ve gece sahneye çıkar mükemmel bir tenor ses terbiyesi ile şarkı söyler, gözlerinizi dolu dolu yapar ? (Bakınız Ferhat Göçer.)


Ben bir doktor degilim…Ben insanları iyileştirmiyorum, onları hayata geri kazandırmıyorum ama yine de çok önemli bir şey yapıyorum: Bir insanı hayata getirdim ve onu hayata kazandırmaya çalışıyorum….

İşte bu yüzden ben de çok meşgulüm… Gerçek söylüyorum. Çok işim var çoook…

Anne olanlara bir annenin ne kadar meşgul olduğunu anlatmaya gerek yok zaten, NAsreddin Hoca’nın dediği gibi de bilenler bilmeyenlere anlatsın..


Meşguliyet konusunda hem fikir olduysak eğer ek renklendirmeler konusuna geçelim….

Durdum baktım, aman Allahım hayatımda ne çok lüzüumlu lüzumsuz renk var…

Okunmak için sıraya dizilmiş, kucak dolusu paralar dökülmüş kitapları geçelim, herkes az çok okur.

Tığı yumağın bağrına batmış beklemekte bir yeşil atkı…
20 yıl vaktim var diyerek pare pare ve zaman zaman , en son 6-7ay evvel elime alıp o zaman bu zamandır dokunmadığım “kızıma” patchwork yatak örtüsü…(bunu önemseyin lütfen, bu gerçek bir sabır sınavı. Bitince kendi ellerimi öpecem,,)
Babacım mimozaları sever, her mevsim görsün diyerek başladığım kurdele işi mimoza pano…

İnternet dünyasında benim de imzam olsun diye soyunduğum sayfa tasarımı öğrenme işi..

Yarım kaldı, olmadı, yakışmadı diye İtalyancaya tekrar geri dönmem (uzaktan eğitim ile bu sefer. 2 sınavını verdim bile. 2. kağıda Bravo yazmış hocasıııı)

Ekmeksel coşmalarım…

Belki bana iş verirler diye çevirmenlik bürolarının kapılarını aşındırmalarım…..

Anlat annesel yazınmalarım- yakınmalarım….


İyi ama Nehir gün içinde 2 saat uyuyor….Yine NAsreddin Hoca’ya dönmek istiyorum.

Kedi buradaysa ciğer nerde, ciğer buradaysa kedi nerde?

Cevabı biliyorum…(Ciğeri NAsreddin Hoca’nın karısı yedi)

Kimsenin hakkını yemedim şu hayatta. Benim tek korkum her şeye böyle deli gibi saldırıp hiç bir şeye tam sahip olamama ve

"tek kurşun atımlık" hayatımızda kendi hakkımı yemek boşu boşuna….
Posted by Picasa

13.6.06

Kedi: Nuh’un Gemisinin Zoraki Konuğu

Spiritüalistlerin derinden inandığı “Evrensel Yasalar” arasında bir tanesi var ki bana hep kedileri hatırlatmıştır.

Bu yasa sanki insandan çok kedilere yakışır ya da onlar bizden daha iyi icracıdırlar demek de yerinde olabilir:

Şimdiki An Yasası der ki: Sadece bu “sonsuz an” vardır. Başka her şey zihnin dia gösterisinin bir parçasıdır. Planlar sadece zamanda mevcutturlar ve zaman da sadece zihinde mevcuttur.

Kendimizi kaptırdığımız ve bizden bağımsız bir olgu olarak gördüğümüz zamanın, zaman denen muammanın aslında sadece zihnimizin bir oyunu olduğunu bir anlık bile olsa düşünmek ne kadar da rahatlatıcı. Ama yine de geçen bir şeyler var ve bunu saatler-günler-haftalar-aylar olarak ifade etmeyi tercih etmesek de, “Zaman göreceli bir kavram” desek de bedenimizde yaşanan erozyon tüm felsefelerin üzerinde bir gerçekçilikle zamanın ne olduğunu öğretiyor bize….

Öğrendiklerimiz yanımıza kar kalıyor olsun, peki ya yaşamadıklarımız, yaşamaktan kaçındıklarımız? Onlar da elbet bir gün zamanın bizim için kuracağı “Nedamet Mahkemesi”nde canımıza okuyacaklar....Tüm bu zihin jimnastiği ya da zihin işkencesi egzersizlerinin neresine düşer peki kediler... Cevap basit: Hiçbir yerine....

Onlar durudur su gibi, baktınız mı gördüğünüzdür aslında var olan... Neyse o’dur onlar. NE planlardan haberleri vardır, ne zamandan ne zihinden. Hele hele zaman denen kavramın aslında zihnin bir oyunu olduğuna, yokluğun yokluğu demagojisinin ne anlama geldiğine patilerinin ucu kadar bile değer vermezler...

Yaşar giderler işte öylece. Nedamet mahkemesi mi? O da ne? “Hadi miyaw oradan....”

Tüm bu duruluğa rağmen gizemlidir kediler....Yüzlerindeki ifadesizlik sizi bir çeşit köleliğe zorlar. Bilemezsiniz ne düşündüklerini, fıkra anlatarak kahkahalara boğduğunuz bir grup insan arasında kedi, gülmeyen, yüzünde bir mimik bile oynamamış, bu girişim ile de kazanılamamış güzel bir kadın gibidir. Zafer için artık ne şaklabanlık kaldı geriye kim bilir.... Kedi bilir oysa... Kedi sevildiğini bilmek ister. Daima.. Gözbebeğiniz olduğunu bilmek ister. Civarda başka “leydi” olmamalı olsa da sizin için önemi olmamalı. Siz onun her hareketini seyretmelisiniz hayranlıkla. O doğanın ona sunduğu tüm imkanlarla önünüzde umursamaz tavırlarla salınırken ve “Hiç bir şey umurumda değil şu anda güzel bir uyku çekmekten başka, sen bile!” der gibi koltuğuna yerleşirken siz yalnız ve hala onu seyretmelisiniz gözlerinizde hayranlıkla. O elbet gelecektir kucağınıza, ama kendi seçtiği zamanda....


Sevilen bir kedi, sevildiğinin bilinci ile git gide güzelleşir, zaten estetik olan hareketleri git gide dansa, hoşnut kaldığında inceden tutturduğu mırıltısı ise bir çeşit sonata döner. “Var oluşun dayanılmaz hafifliği” yürüyüşüne böylesine imza atmış, kusursuzluğuna bu kadar inanmış bir başka canlı daha var mıdır acaba insana dost.

Benzer benzerle dost olur derler. Kedi dostları nankör kelimesini dağarcıklarından çoktan çıkarmış bir grup, dikkat!. Onlar bu kelime yerine “karakterli, hakkını çiğnetmeyen,” demeyi tercih ederler. Çünkü kedilere edilmiş her türlü hakaret onların kendilerine de söylenmiş sayılır. Kediseverler Ernest Menault’un dediği gibi kedinin kalpsiz olamayacak kadar derin bir ruhu olduğuna inanır. Köpekler de iyidir ama koşulsuz-şartsız sevgi mi? O da ne demek?

Tüm bu özelliklerinden dostluğunun da kıymeti bilinir kedinin.... Onun bahşedermişçesine kucağınıza gelişi, badem gözlerini gözlerinize renk renk dikişi, sarsılmaz gibi görünen içsel dengesi benzersiz bir hayranlık yaratır bir kez uydusu olan da....

İşte bu nedenle mistizmin seçtiği sembollerden biridir kedi... Yıldızlara bakarak yolunu bulan, kendisini ait hissettiği yere Fizan’da olsa dönen kedi, insanlara da bu konuda ders verir gibidir aslında... Dinlence halindeyken yüzlerinin aldığı bilgece görünüm ve bedenlerinin kıpırtısızlığı kedileri Zen ustalarının öğrencilerine meditasyonun nasıl yapıldığını anlatırken referans olarak göstermelerine neden olmuştur hep..

Kedi bir efsaneye göre de Nuh’un gemisine, dolayısıyla hayvanlar alemine ihtiyaç nedeniyle sonradan dahil olmuş bir hayvandır. Anlatılan o ki, Nuh peygamber çiftler halinde gemiye aldığı tüm hayvanlara çoğalmamalarını emretmiş ama bir fareler emre itaat edememişler. Geminin bozulan dengesi için kaygılanan Nuh Tanrı’ya yalvarmış ve kendisine bildirilen çare aslanın burnunu sıvazlaması olmuş. Nuh peygamber denileni yapar yapmaz aslanın burnundan “hık” demiş kedi düşmüş...
Aslan’ın maskotu kedi inancı için güzel bir hikaye....

Kedinin Müslümanlıkta da yeri özeldir. Hz. Muhammed’in kedisinin adının Müezza olduğunu bilen çok azdır belki ama peygamberin sırf hırka eteği üzerinde uyuya kalan kedisi uyanmasın diye kalkacağı vakit eteğin o kısmını kestiği ile ilgili hikayeyi bilen çoktur.

Eski Mısır uygarlığı içindeyse kedi kendine layık görülebilecek en yüksek noktaya yerleştirilmiş durumdaydı, Tanrıydı... Kedi öldürene biçilen ceza idamdı.

İşin manevi yönünden ayrıca bir de bilimsel yanı var… İnsanlarda 100 bine yakin gen bulunduğu tahmin ediliyor. Bugün için bunlardan sadece 7 bini bilinebiliyor.

Kedilerin bilinen gen sayısı ise sadece 400. İşin ilginç yani şu.

Kedilerin bilinen 400 geninin hemen hepsi, insanlarda bulunan genlere çok benziyor (başka hiçbir hayvanda olmadığı kadar). Neredeyse aynısı. Ayrıca kedi hastalıklarının hemen tamamı, insan hastalıklarının aynısı.

Acaba insanları kedilere bu kadar bağlayan duyguların temelinde bu gen ve kader benzerliğinin etkisi var mı?

İnsanoğlunun binlerce yıldır hayranlıkla gözlemlediği kedinin tüm sırrı belki de evrensel yasalara uyumundan kaynaklanır. Ve yeni keşfedilen özelliklerinden...

Bilimin duru ve efsanelerin sade tarzından Borges’in “labirentvari” üslubuna geçelim şimdi:

BIR KEDIYE
Aynalar olamaz bu kadar sessiz,
ne de gelen şafak daha gizemli;
sen, ayıığında, o panter şekli,
sadece uzaktan izlediğimiz.
Seni boşa arıyoruz, çözülmez
işleyişiyle kutsal bir fermanın;
Senin yalnızlığın ve sırrın Ganj'ın
ve günbatımının ardı, erilmez.
Elimin uzanıp dokunmasına
izin veriyor sırtın. Razısın sen,
unutuşa çevirip sonsuzlukken,
bir insan elinden sevgi almaya.
Baska bir zamandasın, krallığında -
düş gibi kapalı ayrı bir dünya.


Not: Bu yazımı aslında dergi için yazmıştım....
(Bugün Nehir'den değil, Mırnık'dan bahsettim böylece...) Posted by Picasa

12.6.06

"Hastalık yoktur hasta vardır" demişti doktorun biri...

Hangi koşulda bu lafın muhatabı olduğumu bilemediğiniz için ne demek istendiğini de anlamamış olabilirsiniz.

O yüzden ben ne anladığımı ifade edeyim:
Herhangi bir hastalık herkeste aynı seyretmez. Adı aynı olabilir bünyenin verdiği reaksiyonlar farklı olabilir, toparlanma süreci ve nekahat de farklı olabilir, olabilir de olabilir...

Düşünüyorum da çocuk ve uyku kavramı doktorun dediği cümle ile farklı kapılardan aynı odaya açılıyor sanki...

Standart bir uyutma yöntemi yoktur, her çocuğun uyuma hikâyesi farklıdır. Mıdır? Bence "ıdır"...

VE ayrıca bir çocuğun her gün "şu kadar kolay uyur," " şu kadar zor uyur," "şu şekilde daha iyi uyur, şu şekilde mi? Aslaaaaa, " diye bir durumu bile yoktur. Bir çocuk her gün farklı bir kolaylıkta veya zorlukta uyuyarak annesinin hayatın monotonlaştığını düşünmesine engel olmayı isteyebilir, ve amacına da erebilir.

İnternet ortamında hemzaman konuştuğum bir iki insanım var... Çocuklular, yaşımız bunu gerektirdiği için belki de...Her neyse, bazen diyorlar: BEn bir benimkini uyutayım geleyim...

Kafamda kocaman bir soru işareti beliriyor:
Nasıl uyutuyor acaba?

Üzerinde çok durduğum konuları kimi zaman dile dökmeyi akıl edemem, sonradan buna ben de şaşırarak. İşte bu yüzden muhtemelen, senelerce anneme püreye bayıldığımı, tabağıma normal porsiyon değil de okkalısından koysa kendimi daha iyi hissedeceğimi söylemedim (dememekle iyi etmiş olabilirim, yağ hücreleri bir genişledi mi bir daha kolay kolay küçülmüyormuş)

Konu dağıldı..

İşte nasıl uyutuyorsun diye sormayı akıl edemiyorum ben arkadaşlarıma.

Kafamda bir gizem sisi, kendi kendime diyorum "Acaba yanına mı uzanıyor öylece, ya da hala emzirerek mi uyutuyor, ya da ayağında mı sallıyor, ya da karyolasını mı sallıyor, belki yatırıp ufaklığı "hadi bakalım uyu artık," diyor ve kapıyı çekip çıkıyor....Öncesinde pijama giydirme ritüeli ile çocuğu şartlıyor mu, yoksa çocuk zaten pijamayla mı dolaşıyor evde? vs. vs. vs...

Az önce müptelası olduğu sütünü "içselleştirdikten" sonra Nehir, yatağına uzandı ve başladı bir arbede... Bir oraya , bir buraya, atıp duruyor küçük bedenini, arada kalkıp bana bakıyor orada mıyım?

Oradayım evet. Yatakta uzanmış nerdeyse ölü taklidi yapıyorum. Kalkıp gitmek istiyorum, ama daha dur eziyet bitmedi. Kafamda yazacaklarım beliriyor, daha doğrusu koşullardan ilham almış bir beynin iç monologları, sabırsızım, kalkayım da yazayım. Yooook. Koşturmacalı bir günün arkasından yatağa uzanmışsın ve şu anki asli görevin yatmak, daha ne istiyorsun diyorum kendime.. Ama hiç bir şey, dinlenmek bile, mecburi olduğunda zevk vermiyor....

Nehir’in kıpırtıları bitmekte olan bir müzik gibi azalmaya başlıyor.. HAH tamam uyur artık diyorum. Derken bizimki miyavlamaya başlıyor. Ardı arkasaına miyav miyav miyav
miyauuuv, miyav , miyav...

Acaba diyorum, acaba, Mırnık benden daha mı çok konuşuyor bununla, konuşmaktan önce miyavlamayı söktü haspam.

Ama her şeye rağmen o narin sesi miyavlarken dinlemek, o anda orada olmak bir ayrıcalık...Biraz daha bekleyip kafasındaki kedilerin dağılmasını ya da uykuya dalmasını, bir hırsız gibi odadan çıkıyorum....Kolyemde birbirine çarpan iki uç olduğuna, üzerimde bacaklar birbirine sürtünce ses çıkaran yegane giysi kot olduğuna hayıflana hayıflana...


Şimdi söyleyin bakalım: Sizinki nasıl uyuyor? Posted by Picasa

10.6.06

.......Elbette ki ikinci gruba giriyorum: Çalışmayı bırakmış anne…

VE yazıyı okurken nasıl da görmüş-geçirmiş nineler gibi başımı sallıyorum….

“Geçmiş kuşaklara oranla günümüz annelerinin işi çok daha zor…” diyor,

(Bunun tersini düşündüğüm anlar da yok değil tabi… Çok değil 30 yıl eveli annelerinin elleri kaynamakta olan suda kakalı bez yıkarken az haşlanmamış…Al- sar-at bezler, otomatik bulaşık ve çamaşır makineleri hak getire… Şimdi gibi bir değil en az iki çocuğun normal sayıldığı zamanlar onlar. 2. yi yapmayana tembel gözü ile bakıyorlar…Öyle bebekler için hazır giyim de bugünkü gibi değil, karnı burnunda, bir önce doğmuş bebesinin tulumlarını kendi elceğizi ile diken kadınlar bizim gibi “ ay sezeryan mi olsaaaaam?” deme lüksüne de pek sahip gözükmüyorlar. Özel hastanelerden özel hastane beğen de ne demek? Hastanede doğuruyorsun ya buna şükret halindeler bizim bir üst versiyonlar …)

Ama yine de kaldığım cümleye geri dönüyorum:

“Geçmiş kuşaklara oranla günümüz annelerinin işi çok daha zor…” diyor,

Çünküüüüüüüü

“Bugünün annelerinin çoğu okul yılları boyunca ailelerinden okumaları ve güzel işlere sahip olmaları gerektiğini duyarak büyüdüler….”

“Hayır” diyen ?

Yok mu? (Ben de öyle tahmin etmiştim..)

…..

Araları atlıyorum, yukarda yazıyor zaten…

Son cümle hani dedirtir ya bazı okuduklarınız“ Ben bunu hep düşünmüştüm zaten,” o türden:

"Sonuçta iyi eğitimli ama evkadını ve anne olan bir çok kadın çıktı ortaya…"

(buradaki “ama” vurgulamasına biraz bozulmakla beraber itiraf ediyorum ki o işte sonradan pıtrak pıtrak çıkan şeyler var ya, işte onlardan biri de benim..)

Annem bana hep dermiş ki,
“kızım ne kadar okusan da diploman mutfak duvarında asılı duracak,”….Bunu bana her uygun vakitte hatırlattığında ben hatırlarmış gibi yapar kafa sallarım…
Ama hatırlamam hiç…

Sanırım ben bu lafın üstünde pek durmamışım. Hani derler ya, kulak arkasına atmışım….

YA da sanmışım ki, benim ki orada durmayacak (durmuyor zaten,- ay kim böyle bir görmemişlik yapar?- Mecazi anlamda şüphesiz)

Annem beni sofra kurmaya çağırdığında, ben odamda kitaplarımın arasına gömülmüşken, babam dermiş ki, “bırak, ben kurarım, o ders çalışsın…”

Ben sanmışım ki hayat da babam gibi ayrıcalıklar tanıyacak bana….

Oysa hayat bazen sevmiyor babacan davranmayı…YA da korumacı bir baba olmak istemiyor…Deneye yaşaya öğrensin diyor…

YA da hayat biliyor benim için şu an en iyisi ne, ben bilmiyorum…

Baksanıza birinci kutuya..İkinci kutudan daha parlak bir tablo çizdiği söylenemez. O halde geçen gün Televizyonda çok çok ödülü değil de yalnızca çok ödülü kazanan yarışmacıya Halit Ergenç'in dediği gibi:

"Sizin olan her zaman en iyidir...."
(benim ki İkinci kutu :))


NOt: Kutucuklardaki yazıları psikolog Seçil Çelik'ten aldım.Posted by Picasa

8.6.06

...... Nehir içimde 2- 4 -8 -16 ve devamı halinde hücrelere bölünmeye başladığı günlerde 51 ya da 52 kiloydum…

Süper günler…Henüz hamileliğinin farkında olmayan yürüyen bir “tığ”ım…. 38, hatta kalıbına göre 36 beden pantolonların içine bile sığıyorum. Bu noktaya gelmem 1 yılımı almış, öncesinde 62 kiloluk bir semirgenim….İnsanlar bana bu işin sırrını soruyor ben de “gönderin adamınızı askere, akşam yemeklerini de onunla beraber,” diyorum.

Tabi bu kadar basit değil. Hergün yürüyor ve koşuyorum. Sabahları bir şeftali doğranmış bir kase yoğurt yetiyor bana. Yemekhanede kepçeleri yarım doldurtur olmuşum artık, bir simit almışsam sabahtan, “bu simit nasıl olsa benim, bunu ister 5 dakkada yerim, ister tüm güne dağıtırım,” diyorum kendime…

VE yağa öcü gibi bakar olmuşum….Fark etmişim ki yemeğe daha az yağ koysam da yemek yine leziz olabiliyor. Marketlerde kek-çikolata reyonuna uğramayı çoktan bırakmış, Yasemin Bradley’in kapağında çilek resmi olan kitabından öğrendiğim transit yağlar kavramından dolayı pastanelerden falan açma almaz olmuşum….

Bak işte yine 25 yaşında gibiyim. Birkaç basit kural var uyman gereken ve gerisi geliyor.

Şimdi basit bir denklem ile hamilelik öncesi kilo vermenin iyi bir iş olduğunu kanıtlayacağım:

1 yılda 10 kilo ver+ 9ay da 15 kilo al= 67 kilo
1 yılda kilo verme+ 9ayda 15 kilo al= 77 kilo.

Kimilerine kilo yakışır, tombiş yanaklarından öpesiniz gelir. Bana yakışmıyor kabul etmeli. Bu yüzden kimse bana “yeme bozukluğu” tanısı ile yaklaşmasın (zaten ben bir ekmekçiyim ve böyle bir sorunum varsa da örtmek için bu iyi bir yol …:)

“Katlayıp geri koyabilecek misin doğumdan sonra bir bak kızına,” demişti bir arkadaşım…..Baktım geri koymam imkansız. Zaten karnıma da dikiş atıp kapamışlar, iş işten geçmiş. Artık kilolu olmam için bir sebebim de kalmadı….Zayıflamalı….

Önünde engeller var ancak…
Öncelikle lohusasın, sonralıkla emziren bir kadın.. Nasıl olur da yemezsin. YE….

Neyse ki bir çok arkadaşımın eş dostunun dayattığı gibi kimse önüme kilolarca tatlı koymadı. Nedeni belki de benim “tatlı süt yapmıyormuş, bana su verin, bulgur verin, ritmix verin (alkolsüz malt içeceği diye pazarlanan. İsterseniz bira da içebilirsiniz ama alkolü kana ve süte geçiyor), dereotu verin, yeşillik verin,” demem olabilir.

İznim bitti geri döndüm.
Bana beni sevindireceğine üzecek laflar geliyor:

Aa anne gibi olmuşsun..
(Eyvah o zaman.)

Aradan birkaç ay geçti. Okulda benden sonra bebek beklemeye başlayan arkadaşlar birer birer doğurup, izinlerini tamamlayıp geri dönmeye başladılar…

Hayretle gördüm ki:
--Aaaa anne gibi olmuşlar…

BU nasıl bir şeydir? Sadece kilo ile alakalı değil ama. İfadeleri değişmiş, duruşları değişmiş, birçok şey değişmiş anlatması zor.
Bende mi böyle oldum yani?

Ben yine de kilo ile ilgili olduğunu varsaymak istedim…
Önüme aşamalar koydular yine…

Doğumdan önce dediler ki doğumla beraber 5-10 kilo gider ben ortalamasını aldım :)) 7 kilo kadar gitti…
Dediler ki, sezeryandan solayı vücut ödem yapar, en az bir yıl bekle…
Allah Allah, tecrübe ne kadar önemli bir şeymiş, gerçekten de 1yıl sonra, tamı tamına ama, 57lere düştüm. Karnım daha bir makul seviyeye indi. Üstelik 3 kilodan fazla bir sönme yaşadım. Ödem buymuş demek.

Şimdilerde bir başka derdim var.

Omuzlarım ve kollarım… Gün içinde ne çok indirip kaldırıyorum ben bu 11 kiloyu, ah Allahım kas yaptım ben…

Buna da geçecek diyorlar….
Bekliyorum…
Daha sonra ne olacak?

Artık yaşım kemale erdiği için mi kilolar gitmeyecek…
Bitti mi yani gençlik, fidanlık günleri? Bittiyse haber verin ne olur boşuna didinmeyim….

Şu yeryüzünde işgal ettiğim alan ha biraz daha geniş, ha biraz daha az ne fark eder diyim de rahat rahat mis kokusu burnuma tüten, az önce pişmiş kabaklı ekmeğimi yiyeyim…

Resim not: Picasso Posted by Picasa

7.6.06

......Hayat bir gündür o gün de bugün,
demiş biri…

Bu durumda hayatımın bana verdiği şekil evin hanımından çok hizmetlisi gibi gözükmek olarak özetlenebilir …(bereket + muhtemel ki yarın hayat başka olacak…)

Sabahtan beri bir telaş, hayatımdaki dağınıklıkları toplamaya, lüzümsuzlukları atmaya çalışıyorum.

Kitaplar arasındayım ve kitaplık rafları arasına sıkışmış incik-boncuk-yün- tığ- deniz kabuğu ki o göründüğü gibi değil - kulağını dayadığında içinde bir okyanus olduğunu göstererek sana haddini bildirir, kaşı kalın eski vesikalıklar, atmaya kıyılamamış konser programları, telefonlu talimatlarla çiçekçi tarafından yazılmış “seni seviyorum” notları, artık yüzüne bakılmayan ama yine de atılamayan eski fotoğraf makinesi ve onun zoomları filtreleri, doğmadan önce ve doğduktan sonra niyetiyle kızıma yazılmış notlar içeren defterler ve daha neler neler arasında…

Gençken, yüzüm hep öyle def gibi kalacak zannettiğim, kısaca tuzumun kuru olduğu zamanlarda, “yaşlanmaktan korkuyor musun?” diye sordular bana…

Yaşlanmayı önce çirkinleşmek olarak algılamış olmalıyım ki, yüzüme düşecek her çizgi beni ben yapan çizgidir onları niye sevmeyeyim ki demiştim…

Şimdilik hala tuzum çok da ıslanmış sayılmaz, ancak iki kaşımın arasında bir derin yar var ki ne güzel de anlatır beni ben yapan cevabı verilmemiş hayata dönük sorularımı…

Kütüphanelerimin rafları arasında onlarca, yüzlerce beni ben yapan nesne, sabahtan beri uğraşmaktayım beni ben yapanları elemeye.

Unutuşun çöplüğüne birkaç tane daha anı nesnesi yollamaktayım….

Hatırlamak için nesnelere ihtiyacımız var çoğu zaman ne yazık ki.

“Bilgi bombardımanı” diye popüler bir deyiş vardı, yerini “bilgi kirliliği” lafına bıraktı…

Diyorlar ki, tüm kitle iletişim araçlarından gelen binlerce lüzumlu-lüzumsuz mesaj beynimizin kapasitesini (en azından kullanabildiğimiz kapasitesini) doldurmakla meşgulken beynimize tek seçenek bırakıyormuşuz: çok eskilerde kalan, artık sıklıkla düşünmediğimiz şeyleri, anıları, bilgileri yenilere yer açmak için silmek… Kısaca ve acımasızca söylemek gerekirse “delete etmek”…

Bir bilginin silinip gitmemesini istiyorsanız onu daha sık aklınıza getirmek zorundasınız… bu durum da unutmak istemediğiniz olay ile ilgili nesneler en yakın dostlarınız….

Şimdi bir seçim yapma zamanı:

Odamız botoxlu bir yüz ifadesi kadar detaysız ve kırışıksız ama geçmişsiz mi olsun?
Yoksa bırakalım anılı-kimlikli benlikli ama dağınık mı kalsın…..


Resim not: Van Gogh'un kendi çizimi ile kendi odası... Posted by Picasa

5.6.06

......Hayatta en çok neye ihtiyacınız varsa işte onu başkalarına verin, der bir gün eskiyecek yeni çağların felsefesi…

Sevgiye mi ihtiyacınız var, bol bol sevgi dağıtın çevrenize..
Morale mi ihtiyacınız var? Bir moral meleği olun gitsin,
Paraya mı ihtiyacınız var, elinizdekini avucunuzdakini dağıtın, sonra gelsin paralar…

Son madde biraz ikircikli, kabul etmeli. Olmayanı çoğaltmak adına dağıtmak ne kadar iyi niyetli olursa olsun fizik kanunlarına aykırı elbet.

Ama ben yine de hayatı dibi olmayan bir kavanoza benzetirim. Bu benzetme biraz olumsuzluk taşıyor, bunu sizin için şimdilik değiştireceğim. İki ucu da açık bardak olsun. Ancak içindekiler yere düşmüyor.

Diyelim kıyafetlerinizden bazılarını birkaç da ihtiyaç sahibin sevindiririm, bende zaten durup duruyorlar, ne zamandır giymiyorum diyerek çıkardınız hayatınızdan, aradan bir kac hafta geçer ya da geçmez, olur olmaz yerlerden size hediye kıyafetler gelir. Üstelik sizin niyetiniz ister çıkarınız doğrultusunda olsun, ister ortada niyet diye bir şey olmasın.

Bardak da açılan boşluk hemen doluverir… Üstten gider, alttan gelir, alttan gider üstten gelir… Buna “arzuladığın şeyler için boşluk yaratmak” denir.

Ancak felsefenin de ekonomi biliminin kurallarına uyma zorunluluğu var tabi.
Bir müessese kurulduğu ilk yıl kar yapmaz… Ayrıca kurulması için de yeterli bir sermayeye ihtiyaç vardır…BU durumda eldeki avuçtaki üç kuruşu sırf “boşluk yaratmak” adına sağa sola dağıtan istek sahibinin geri dönüş için bekleyecek sabrı yoktur. Faturalar dizi dizi, ödemeler boy boydur.

Aynen mortgage olayı gibi….Şu ödediğimiz kiradan 500 fazla ödeyecek halim olsa mortgage kredisi ödeyebiliyor olurdum, onu ödeyemiyorsam mortgage’in cazibesi nerede?

Demek istediğim, sunulmuş kolaylıklar görecelidir….Bazen aşamadığın incecik bir çizgi vardır önünde. Ha gayret dersin, gitmez işte yürümez araba…Yahu 2 milim kaldı… Yok işte geçilmez o 2 milim….

Oturursun pencerenin önüne bulutsuz bir gece, bakarsın yukarlara….Düşünürsün yıldız dediğin nedir? Belki siyah kumaştaki mini mini delikler, arkadan güneşin ışığını sızdıran…
Ya O örtünün kalkmasını beklersin sıkıntıyla, ya da

---Ne çok yıldız var, ve ne çok hayat oralarda bir yerde… Şu mavi misket üzerinde soluduk mu ciğerimizi yakmayan bir hava olması ne büyük mucize

dersin….

2 ucu açık bardağının da aslında ağzına kadar dolu olduğunu fark edersin....


(ve sen istesen de istemesen de bir devr-i daim olacağını o bardağın zamanla tüm arzuladıklarınla dolup dolup taşacağını /ve ne yazık ki zaman zaman da boşalacağını bilirsin..)

2.6.06

......Haziran Sorunsalı ......

Anlıyorum arkadaşlar, zaman zor bir kavram ve bu yüzden hepimizin bununla bir zoru var…Ancak neden hepiniz zamanın hızla geçmekte olduğu fikrine Haziran ayında kapılıyorsunuz bunu anlamıyorum!!..

Dün gece ki muhabbet:

Ert—Vay be Haziran olmuş
Bin—Bunu ilk söylediğim zamanı hatırlıyorum, 1992’nin Haziran’ıydı. Bırak 5 ay geçmeyi aradan 16 yıl geçmiş.
Ert—Ben bunu daha evel söylemiştim diyorsun yani !!
Ert+Bin—hah hoh hah hoh hoh

Aynı hayatı paylaşan insanlar bazı konuları aslında muhtemelen daha önce de konuşmuşlardır ve tabiî ki unutmuş da…Böylece bilinçaltında aynı noktalara takılabilirler nedenlerini hatırlamasalar da.. Bu durumda Haziran’ın “Yahu daha dün yılbaşı’ydı,” demek için itici güç olmasına – en azından bizim evde şaşırmam…

Ancak, tam bir "surf" halet-i ruhiye’sinde (Ruhiye dedim, yazı neşeli, buraya denk gelmez. Ama sevgili anneannem ile ilgili bir notu en alta düşmek istiyorum) amaçsız bir şekilde oradan oraya atlıyordum internet ummanının yeni dünya taraflarında kiiiii , 2 ayrı sayfada aynı şeyle karşılaştım.

Biri diyor ki:
Pekala, kim yılı hızlandırdı ve Haziran yapıverdi birden?

Diğeri de şöyle:
En sık kullandığım laflardan biri “İnanamıyorum (ay girin) olmuş bile. Zaman neden bu kadar hızlı geçer? (Tabiî ki Haziran’ı kastediyor çünkü postu 31 Mayıs’ta yazmış.)

Üstelik bu ikincisi henüz 25 yaşında…Zamanın ne çabuk geçtiğini esas 30’undan sonra gör diye yorum yazmak isterdim ama zaten bu yaşta 3 çocuk annesi ve Eylül’den beri bu çocuklara tek başına bakan bir kadın olduğunu gördüm- sustum.

Foto not: (resim not) Dali'nin şüphesiz ki...


Not: Sevgili Rüyannemiz (Ruhiye anne-anneanne) ben 92 yılında, "yahu ne çabuk Haziran geldi," dedikten yaklaşık bir hafta sonra, benim şehirde olmadığım bir anda terk etti bu dünyayı.
Yası 10 yıldan fazla sürdü: 2003’te yine bir Haziran günü Salih dedemiz Ruhiye’sine kavuştu, evlerini tam olarak kapattık. Kapatırken çok ağladık. Ama artık yas bitti. Ne gariptir ki anneannemin olmadığı evin önünden her gün geçmekmiş beni en çok sarsan.....

Dedemiz gitmeden önce anneannemizi gördü (müş) rüyasında, ;çok genç, güzel ve mutluymuş o halinde. "Bir de yanında biri daha vardı,onu tanıyamadım," demişti. Ama biz rüyayı gören olmadığımızhalde o birini tanımıştık. Dedem'den birkaç gün önce ölen ve öldüğünü ona söylemediğimiz erkek kardeşiydi muhtemelen.

En güzeli de ikisinin ölümlerinin arası uzun olduğu için, bir diğerini rahatsız etmeden her ikisini de aynı mezara koymuş olmaları oldu...
Böyle güzel kavuşma işte "ölüm" onlar için. 14 yaşında vardığı sürmeli ama yeşil gözlü yakışıklı dedeciğim ile beraber uyuyor benim güzel anneannem...

Hepsine huzur diliyorum… Posted by Picasa
......Kadınlar evlendikten sonra “Hurç” diye bir kavramla tanışırlar.
“Yaz ve Kış” evlenmeden önce de vardı(r) ama angaryaları evlendikten sonra gelir.

2. bin yıla girdik, aradan 8 ay geçti evlendim. O gün bugündür hamileliğim hariç hurçlarımla baş başayım.

Onlardan nefret ediyor ama onlarsız olamıyorum. Mevsim bitişlerinden en çok hurçlarla “tek yol mecburi içli dışlılık” sonucundan dolayı ödüm patlıyor.

Boşalt, katla, ayır, yerleştir, doldur fermuar çek, olmadı çekeme yardım iste, fermuar patlat, suni eğreti çözümler bul, tık- dik falan derken işin en zor kısmına, “hüyelayı” tepeye kaldırma safhasına gel. Bu iş genelde evdeki erkeğindir tabi. Ama bazen bunun için keyif beklemeye sabrınız olmaz.

İşte geçen gün böyle bir sabırsız gündü benim için.
Kendi yazlık-kışlık sorunsalımızı önceki günlerde halletmiştim, sıra kızınkilerde...

Kızın kıyafetleri ufak, zahmeti de az olur dedim. Eh öyle de sayılır… Yine de belimi yamultmadan dolabın üzerine “adı tuhaf” yükü yerleştirmeye çalışırken ummadığım yerde bir acı hissettim.

Biri ayak bileğimi ısırıyor… Hayatta kaçamadığınız acılar vardır :) İşte bunlardan birini raporluyorum şimdi. Eliniz-omzunuz-başınız-göğsünüz arasında bir yerlerde hurç canavarı, evladınız ayak bileğinizi ısırıyor. Katlanacaksınız. “No tepki”
Şaka bir yana, Tanrı’dan bir dileğim var: onların bize yaşatacağı en büyük acı bu olsun…

Isırma konusuna dönelim. Hafif sıyrıklarla atlatmaya çalıştığımız bir dönem geçiriyoruz…
Nehir tamamen eğlence amaçlı olsa da baktık dişlerini bilemeye başlamış, gülmemeye, kızmamaya, tepki vermemeye çalışıyoruz.

*Gülersen bunun bir eğlence aracı olduğunu düşünecek, sık sık başvuracak.
**Kızarsan, dikkatini çekme aracı olduğunu düşünecek sık sık başvuracak.

E ne yapılacak o zaman?
Hiiiiç.
Orada yokmuşsun gibi davranılacak.

Yahu nasıl olur, oradayım ve ısırılıyorum…

Yazıya ilk başladığım yere dönmek istiyorum:
*Kadınlar evlendikten sonra “Hurç” diye bir kavramla tanışırlar.

**BU angaryadan, anneleri – teyzeleri yakınlarında oturuyorsa yalnızca hamilelik döneminde kurtulurlar.

***Sonra hayatlarına bir evlat girer.
Ayak bileklerine yapışmış bir çift minik çene, bakalım saat izi çıkmış mı çıkmamış mı, Kadınlar “hurç” yerleştirmeyi öğrenirler…
Posted by Picasa