30.7.07

bir güzel dosta...

Art arda – uç uca eklesek hergun birbirimize yazdıgımız kelimeleri, metrelerce urgan olurlar.
Bizse o urganı rapunzelin kuleden sarkıttığı saçı gibi hayata sarkıtmaya çalışıyoruz.
Zira tutunanlardan olmak istiyoruz.

Acı geliyor her şey bize.
Ağzımızda bir pas tadı.
O diyor huzursuzum ben, kesip kafamı mı atmalı???
Diyorum ki ona “aynı dil üzerindeki tatlıya duyarlı, ekşiye duyarlı noktacıklar gibi işte,
Acıya duyarlı noktacıklarımız daha çok bizim”

Kaldıramıyoruz biz hayatı.

Ama çok sevdiğimiz için onu yaşamayı….

Ağır geliyor faturalar.
Ağır geliyor duyarsızlar.
Ağır geliyor komplex kumkumaları
Ağır geliyor edindikleri nesnelerle can yakmaya çalışan çürük ruhlular…
Ağır geliyor empati kuramayanlar
Ve çocuklara eziyet eden sapıklar
Ve katiller
Ve hayvandan öte hayvanlar


Velhasıl yaşayıp gidiyoruz işte.
Konuştukça rahatlayarak.
Sonunda karar vererek yaşıyor olmanın yine de muhteşem olduğuna.
Yaşayıp gidiyoruz dipsiz kara boşluktaki mavi nokta üzerinde noktalar olarak

Mıknatıslama... Yani mıknatısla... e iyi de ben mıknatıslıyorum yarıyor başkasına....


Sanal surf tahtama bindim
Sanal bilgi denizinde dolanmaktayım – günlerden bir gün.
Karşıma bir film çıktı.
Ay edinsem de seyretsem dedim.
2 gün geçti
Kapım çaldı.
Antalya’dan kalkıp gelmiş görümcem: elinde de ruhumun ilacı…
İşte o film.
Bir arkadaşı demiş ki ona:
-dostum seyret illaki bunu ama…
Çünkü evrenin sırrı burada

Ve göndermiş cd’yi İzmir’den Antalya’ya..
Ben diledim evren organize etti.
İki senede bir anca İzmit2e gelebilen sevgili görümcem bana onu elleri ile getirdi.
Bense oturmaktayım Marmara’nın dizinin dibinde bildiğiniz gibi.
Evren üşengeç çıkmadı.
ANADOLU’DA benim için Koca bir üçgen yaptı.

Oturduk beraberce seyrettik.
“Bunlar aslında bildiğimiz şeyler,” dedik.
Ve çekim yasasının benim için Anadolu’da çizdiği koca üçgeni örnek verdik.

Fakat heyhat bu iş bu kadar basit mi?
Seneler senesi “mıknatıslama” diyerek inandığım ve herkese anlattığım şeyi
Gördüm ki artık itmekte elimin tersi
Çünkü kitabıydı-filmiydi
Adamlar para basıyor
Biz bakıyor.

Görünen o ki secret en çok onlara yarıyor…

29.7.07

Bir cümle.....

Gazetelerin milenyum bitiyor başlıkları atmasına 11-12 sene varken daha, bir film seyrettim İzmir’in şimdi hangisi olduğunu hatırlayamadığım bir sinema salonunda.

Film sıradan bir dolandırıcı çetesi üzerineydi. İşte öylesine başlamış, öylesine gitmekteydi. Ancak dakikalar ilerledikçe nüfus cüzdanı pembe olan herkese olacağı gibi dikkatimi daha çok çeker olmaya başladı. Zira sıkıcı girizgâh bitmiş başarılı psikiyatr ile dolandırıcı çetesinin başı aşk yaşamaya başlamıştı.

Sonra bir arbede.

Kadın birini öldürdü. Aslında daha da doğrusu kadın birini öldürdüğünü sandı.

Bilmediği bir şey vardı: Elbette ki karga ile konuşanın burnu şu veya bu anda, ama illa “tezek”e batardı.
Dolandırıcı çetesinin başı, kendine aşık ettiği kadınının kendisini katil sanıp bir buhrandan bir başka buhrana savrulmasından ne tür bir çıkar sağlayacaktı, şu an hafıza(m) dışı.

Çünkü hafızam belli ki filmden beni daha çok etkileyen şeyleri not aldı:

….
Kadın bitmek bilmeyen perişanlığının doruk noktası bir anda titreyen elleri ile diploma çerçevesini parçaladı, kanayan elleri ile elbette ki diplomasını yırttı attı. Sonrasında, son bir delilikten kurtulma çabası ile soluğu değer verdiği bir hocasının yanında aldı. Karşısında suçluluk duyguları içinde kıvranan ama başına ne geldiğini anlatmayan eski öğrencisini bulan yaşlı ve güngörmüş kadının ağzından birkaç cümle çıktı.

Ama bir cümlesi bana, ona, şuna --velhasıl karanlık sinema salonunu dolduran herkese yetti de arttı…

- Ne yapmış olursan ol önce sen kendini affet…



Not 1: Filmin gerisini anlatmamı istiyor olabilir misiniz? Sonu süprizli demiştim, belki seyredersiniz.
Not 3: Arada sırada kimi yazılarımı buraya bağlayacağım. BU bir referans noktasıdır.

22.7.07

Bir garip tatil.....

Hayat her yaz olduğu gibi “Zamanı geldi. Haydi azat- buzat,” dedi bize…

Pılıyı pırtıyı topladık, karadan-denizden-havadan giden (helikopter, aircraft ve çek çek hariç) olası her türlü aracı/a doluşup doluşup boşalttığımız bir yarım günün sonunda İzmir’in yavrusu Çeşme’deydik artık.

Çeşme artık gurbete demir atmış konuklarına ne diyeceği konusunda kararsızdı. Onlara ne “ben İzmir’im,” diyebildi, ne de “ben İzmir değilim.”

Türkçenin akrabalık başlığı altında türettiği her türlü isim ile [ki dahilinde vardır yenge, teyze, dayı , dede, kuzen, anneanne , babaanne, yiğen, enişte- menişte] çevrelendik günlerce.

Dünyanın tüm denizlerini gezmişçesine dünyanın en güzel kumunun ve plajının tam içinde bulunduklarımız olduğu konusunda yıllık konuşmalarımızı yaptık. Çok sofralar kurduk, çok sofralar kaldırdık. Hava sıcaktı ve orada olmak için bize göre en ideal zamandı.

Her sene olduğu gibi hiç tarzımız olmayan şarkıların söylendiği ve oluk oluk paraların akıtıldığı kulüplere bu gece olmasa da yarın gece “ kızı uyutup” gidebileceğimizi sandık ama kendimizi aldattık.

Karpuz yedik bostan bostan, kavun kestik eh işte arada bir fıstıktan…

Biz tabaklara yumulurken yemeden de yaşanabileceğine inanan veletlere tehditler savurduk bol keseden. Tehdidin bir halta yaramadığını öğrenemedik tekrardan. Ve uzmanların “çocuklarınızı zorlamayın, açlık sizin başaramadığınızı başarır,” lafının, yalan olduğunu ispat ettik bir yandan.

Her şey aynıydı velhasıl.

Bir tek yangın vardı farklı olan.
Gecenin ikisinde, mehtabın doğduğu saatlerde, binlerce kaplumbağayı, sincabı, karıncayı, cırcırıydı, uğuruydu onca çeşit böceği, tilkiyi, sansarı, fındık faresini yakıp da gelmiş olan alevlerin tehdidi ile kendimizi koyun öbür tarafındaki akrabaların yanına zor attık.

Terastan seyrettik alevleri. Hiçbirimiz doğmamışken henüz, tüm İzmir’i yakan yangını sanki yaşamışız gibi hatırladık. Nefret ettik.
Çünkü bilerek yakıldığı belliydi. Apayrı yerlerde onlarca ateş birden nasıl başlayabilirdi?
Birkaç gün sonra köylü pazarında bamya bulmak bir dertti. Tüm bamya tarlaları yandı dedi pazarcının biri.
Alın terleri gitmişti.

Hiçbir şey yapılamazdı elbet. Kim kimi yangının içine gönderirdi ki. Ama Aya Yorgi koyundan yükselip gece boyu göğe karışan müzik ve eğlence sesleri pek bir rahatsız ediciydi.

Gözümün önüne birkaç hafta önce seyrettiğim bir belgesel geldi.
Yedikleri eriklerin çekirdeklerini seneler sonra ağaç olarak geri almak için gömen ayılar üzerineydi….

Tam da karşı kıyıları cayır cayır yanarken eğlenenler hadi neyseydi de yakanlara ne demeliydi?
Ayı mı?
Aslaaaaa…

6.7.07

Ne demişti Fındık Faresi

Biraz eskilere gidelim.
Sene 1988.
HAdi sinemaya gidelim dedim mi herkesler bir yana dagılıyor. Yok yok beni sevmediklerinden değil, her kafadan bir ses çıkıyor ya, aslında dağılan benim; onlar dağılıyormuş gibi geliyor.
Sonra kafam bozuluyor. Yok o filme gitmeyelim, yok bu filme gidelim ama bugün gitmeyelim türü "sıtk" sıyırıcı şeylerden yakamı sıyırıyorum ve sinemaya tek başına da gidilebileceğini keşfediyorum.
O kadar gencim ve o kadar henüz " anne değilim " ki savaş filmleri vız geliyor bana.
Ölüyorlamış - kalıyorlarmış ne gam.
Film etkileyiciymiş, gidilir işte.
Müfreze'ye gidiyorum.
bir kere,
bir kere daha ,
bir kere daha,
bir kere daha.
HAtırladığım sayı 4. Belki daha fazla olmuştur.

NE buldum ben o filmde.
Sanırım 68 ruhunu.
Emperyalist zırvalıklar yüzünden 19'unda ruhu yaralanan insanların dramını,heder olmuş hayatları ve bir de Charlie Sheen'i.

Sanırım fena halde tipimdi o benim. Sonraları ona çok benzettiğim bir eş bulmam bunun bir açıklaması olabilir sanırım. Ama eşim Sheen'den de öte bir şey. o bir nimet. ama bu bir başka günün konusu. boşverin.

MÜthiş müzikleri vardı filmin bir de...

her an ölebiliriz geriliminden sıyrılmak için askerlerin hep beraber kafayı çektikleri bir gece vardır filmde mesela. Çakır keyif halleri ile o dönemlerin popüler bir şarkısına eşlik ederler.

"So take a good look at my face
You see my smile looks out of place
As you get closer it's easy to trace
The tracks of my tears"

Gülen yüzlerine yakından bakınca gözyaşlarının izleri görebileceği(mizi) söylerler.

O kadar gençtim ki o sahnede içtiklerinin uyuşturucu olduğunu anlamamışım. Sadece film cok etkileyiciydi onu anlayabiliyordum.

Sonra bir başka yerde , bir başka şarkı vardı.
Jefferson Airplane söylüyor (şu an bu yazıyı yazarken ben yaklaşık 6. keredir )söyletiyorum onlara.

Bu şarkı da sonradan ögrendim ki uyuşturucu kültürüne bir gönderme yapıyor, hem de Alis Harikalar diyarı üzerinden. Beyin donduran - düşünceleri kilitleyen bu maddeye tüm ruhumla karşıyım.

Madde bagımlılıgından bağımsız bir 68 dönemi ve bir zaman tüneliniz varsa beni nereye ışınlayacağınızı biliyorsunuz.

Şimdilik benim için sadece bu enfes parçayı bir kaç kere dinleyebilirsiniz. Şarkının yükselişi beni öldürüyor.

Ben zaten şarkının sonuna inanıyorum
ne diyor Grace?

Remember what the dormouse said:
"FEED your head"
"FEED your head"

*Hatırla Ne demişti fındık faresi?
Kafanı besle
Kafanı besle.....

4.7.07

"Harbi Barbi" curumun kadar yer yakarsın

Çocukların potansiyel müşteri olduğunun ayırdında olan yabancı isimli bir oyuncakçı bulunmakta şehrimizde (ve dahi şehrinizde).

“Ayırdında olmak konusuna açıklık getir,” diyorsunuz.
Getireyim.
Oyuncaklara dokunmak yasak değil, dokunmayı geçiniz, oynamak bile yasak değil onlarla. Hatta oynarken oyuncakların ırzına geçen veletler bile gördüm orada ama görevlilerin gıkı çıkmıyordu.

Bu durumda bana göre havalı bir ağız oynatması ile AUUTLET SENTIR - Outlet Center- kızıma göre ATLET’de geçirilen herhangi bir akşamüstünün olmazsa olmazı elbette bu açık hava alışveriş merkezinin yegane oyuncakçısını ziyaret etmek oluyor.

Vitrin boyunca cama yapıştırılmış gülen zürafalar, okuma yazma bilmeyen bebekleri bile hangi dükkana girmeleri gerektiği konusunda uyarıyorlar. Ve zamanın bir noktasında yavrulamış ve zamanın şu anki noktasında Outlet’de bulunma tercihleri yüzünden sekizde sekiz haksız durumda olan tüm insanlar söz konusu dükkâna doğru akın akın “akıyorlar”.
E elbette bizde.

Tüketim toplumunun gezip eğlenme kavramımızdaki efendim “ören yerlere gidilir, piknik yerlerine gidilir, deniz kıyısına gidilir, çay bahçesinde çay içilir,” türü fikirleri çoktan tüketip yerine olası boş zamanlarda hipermarketlere gidilir, açık hava alış veriş merkezlerine gidilir para harcanıp kredi kart ekstresi zıbarıncaya kadar şişirilir türü düşünceleri yerleştirdiği bir zamanda yaşamak şöyle bir şey:
Cumartesi oluyor, aile içi muhabbet: “Hadi AUUUTLET’e gidelim!”
Gidiyoruz.
Bir nevi haftalık ibadet.
Hani Katoliklerin Pazar ayinleri gibi.

Fakat kızımın da tamamlaması gereken haftalık işleri var. İstikamet belli. Hani girişte iki saat anlattığım, kapısında camında gülen zürafa resimleri asılı yer: Çocukların potansiyel müşteri olduğunun ayırdında olan yabancı isimli oyuncakçı…

Buraya kadar olan kısmı netleştirdik.
Sırada “KUTSAL” Barbie kültü var; AMA önce annelik üzerine küçük bir notum:
.

Harika bir yaz boz tahtasıdır annelik. Kİmse fark etmeden sen itiraf edeceksin ki sana “hani şöyle şöyle yapmam diyordun, ne olduuuuu?” denmesin.

İtiraf ediyorum: Eski yazılarımdan birinde şiddetle karşı çıktığım Barbie kültürünün (ya da kültünün) tam göbeğine düştük kızımla ben. Yuvarlanmakta olduğumuzu bile hissetmeden üstelik. Ama bu bir başka günün konusu, dikkat dağıtmayayım.

Nerde kalmıştık, Zürafalı oyuncakçının kapısında.

İçeri giriyoruz. Mevsimine göre ihtiyaçlar (yazsa şişirme havuzlar- çocuk şezlongları gibi) kaçması mümkün olamayacak şekilde tam girişte beklemedeler. Ardından yabani dünyanın cinsine (!) hitap eden üçgen-dövüşken ve eli silah tutan (bana göre iğrenç) oyuncaklar. Yetmedi, dinazorlar, bakmak bile istemeyeceğim gerçeği andıran yılanlar, örümcekler- lafın kısası erkek çocuk oyuncakları.
Sonra Barbie dünyası.
Tanrım pembenin bu kadar güzel tonlarını en son nerde görmüştüm, hatırlamıyorum bile. Barbie veteriner, Barbie gelin, Barbie dans ederken, olmadı Barbie pointe kalkmış bale yaparken, Barbie modacı, Barbie sırtında Kelebek kanatları –bu bir film kaynaklı, peri bu peri- Allahım BArbie melek gibi, Barbie aklınıza gelebilecek her iyiliğin, her güzelliğin takipçisi ve hatta icracısı. Sen neymissin be BArbie, ağzım açık kaldı türünde hem de….

Şansımız varsa – ya da BArbie’nin etkisi damarlarımıza daha tam zerk olmamışken- Küçük bebek reyonuna doğru koşturan evlat peşinde, sol kolda kalan Barbie’nin inanılmaz dünyasını es geçiyoruz.
Bana sorarsanız bebek bölümü göreceli olarak daha eğlenceli zaten. Çünkü orada ne icra ediliyorsa çocuk tarafından icra ediliyor. Müzik aletleri var mesela, mini orglar, gitarlar, perküsyon setleri falan. Çocuk alıyor eline aleti, başlıyor tımbırdatmaya, ama iyi ama kötü çocuk yapıyor ne yapıyorsa.
Barbie’de ise durum farklı. Ne yapıyorsa Barbie yapıyor (buna kızımın Barbie’nin filmlerinde aşık olduğu eskinin Ken’i, şimdinin adı her Barbie filminde değişik, ama tipi aynı olan jön çocuğunu kapmak da dahil), çocuğunuza da sarışın çöp kadın Barbie’ye baka kalmak kalıyor.

Eskiden Barbie reyonuna sıra gelmeden, “tamam artık gidiyoruz, bak kızarmış patates de yiyecez, türü hileler işe yarıyordu. Artık yaramıyor da.

Üstelik Barbielerden tek uzak tutulması gerekenin kızım olmadığını anlamak da çok acı. Yok canıııııım, eşim değil Barbie’lere yan bakan :) benim ben…

Söz konusu pembeli morlu- ötrişli tütülü reyonda kendimi şöyle bir yukarıdan seyrettim geçen gün. Baktım ki Barbie almak ve hatta OLMAK istiyorum…Aman Allahım o ne erişilmez güzellik, o ne letafet. O ne sıfır beden körükleyicisi öyle, o ne anatomik olarak ayakta durması imkansız vücut (bunu ben söylemiyorum- otoriteler söylüyor). Elbette sağlığımı kaybetmek istemem, Allah korusun. Ama henüz evlenmeden önceki günlerimi, eşimin iki eli ile belimi tamı tamına kavradığı günleri düşünüyorum da “Ah be diyorum, sadece saçlarımın rengi farklıydı şu melundan…” (lütfen biraz abartmama izin verin. Tüm yaşlanmış kadınların hakkı değil midir “beni gençken görecektin, ah ben ne güzel kadındım,” abarmasını yapmak…)


Sonra
raflarda boy gösteren, her biri birbirinden güzel onlarca çeşit Barbie arasından bir tanesi gözüme tanıdık geliyor. Bu çok değil 1-2 ay evel eller üzerinde taşıyarak evimize götürdüğümüz balerin Barbie.
Fakat söz konusu modelin rafta duran kopyası ile evde bir yerlere savrulmuş müsveddesi arasında kocaman bir fark var. E dedik ya o “müsvedde” olmuş artık.

Eve götürdüğümüz Barbie, artık doğal olarak bir eve sahip, ya da bir diğer deyişle “EVLİ”.
Gözümün önüne geliyor da, başının iki yanında iki koca bukle halinde hoş bir şekilde sarkması gereken saçlarının modelinden, üzerindeki pırıltılı elbiseden eser yok şimdi “ev”li Barbie’de.

Tabiî ki o bir yaşayan organizma olmadığı için gerçek hayatla arasına aşılması olanak dışı bir çizgi koyuyor. “Evlenme” durumları bizim evdeki savruk Barbie’yi şişmanlatamamış.

Söz konusu Barbie aklımdaki çağrışımlar zincirinin bir başka halkasını daha çekiştiriyor.
Henüz “alamayız kızım, paramız yetmez, çok pahallı o,” demeyi akıl etmediğimiz günlerde oyuncakçıya her gidişimiz, kasa önünde elde ucuzundan bir Barbie bekleme ile noktalanırdı. Tabi pahallısını değil de ucuzunu evlada beğendirmenin de ayrı bir hinlik ve ustalık gerektirdiğini söylemek gerek.

Ucuzundan dediğim türler hangileri mi? Onlar dünya denen mavi bilyenin üzerinde deneyimlediğimiz zaman dilimine en yakın zamanda keşfedilen kıtada, yani Amerika’da kendilerine vücut bulup da ruh bulamayan Barbie’lerden değiller. Onlar çekik gözlü insanların kurduğu plastik enjeksiyon makinalarından dünyaya pırtlatılmış ruhsuz güzeller.
Uzun lafın kısası Çinli onlar.

Fakat işte Barbie’nin harbisi sürüm denen olayı keşfetmiş olmalı ki zaman zaman bizim gibi orta halli kız ana babalarına hitap edecek Barbieler üretiyor. Hani balerin Barbiemiz var ya, işte o da o çeşitten bir “harbi Barbie”.

Sonuçta plastikten bir bebek diyip geçmeyin, yolu yarılamış koca insanlara bile 5liklerin, hatta 2,5 lukların dünyasında bile marka diye bir kavram olduğunu öğretecek güce sahipler.

Komşu kızı ile beraber karşıma geçmiş bana diyor ki kızım “bu gerçek Barbie,”
Harbi barbie yani…

Çok meşhur bir fast foodcuda oturmuş 5 dakika sonra biz size getiririz dedikleri özel pişirim tavuklu burgerimi beklerken sağıma soluma bakınıyorum.

Barbie sıfır bedeni körüklüyor, sonra gelsin anoreksiya nevrozalar, gelsin bulumialar mı demiştim bir zamanlar. Unutun gitsin.
Kalça genişliği doğum yapıp 35’i aşmış bir kadın olan beni bile ikiye katlayacak genç kızlarla dolu şu anda çevrem.
“Sahte” ya da “harbi” barbie, ateş olsa ne yazar, curumu kadar yer yakar. Ve hatta hayatın abur cuburdan öte bir şeyler olabileceğini de öğretir kızlara… Ah bir de “evlenince” ununu eleyip eleğini asmasa…