27.1.07

Eskiyen ayları kırpıp kırpıp yıldız yaparlar demişti ya Hoca NAsreddin , son günlerde televizyon seyredirken içimde bu lafı değiştirip takla attırma isteği var hep.

Şöyle diyor içimdeki ses: Eskiyen yıldızları kırpıp kırpıp sim yaparlar ve pıtrak pıtrak açan dizilerin orasına burasına serpiştirirler…

Üzerine “bir aşk hikayesi çizilmiş” bir kağıt parçası düşünün…
Bakan kişi gözlerini narinlikte sınır tanımayan (genç) dişiden ve (hadi biraz beyaz dizi raconuna uygun konuşalım) köşeli surat, uzun boy, geniş omuzlar ve keskin bakışlarda bitimsiz bir şansa sahip (genç) erkekten alamıyor…Dünya bu gençlik ve güzellik abidelerinin çevresinde dönmekte. Ta ki zaman denen ve dişlilerini (ya da belki dişlerini) durmaksızın takırdatarak dönen değirmende sıra söz konusu güzellik abidelerine gelinceye kadar….

İşte o zaman onlar da dişliler arasında ezilip fonu veya konuyu tamamlayan simlere dönüşüp havaya savrulacaklar… Savrulup savrulup Şansları varsa gelecekte bir gün çekilecek başka başka gençliğe övgü aşk hikayelerinde evin hizmetçisi, aşçısı, küçük hanımefendinin şöförü, bahçenin bahçıvanı gibi rollere denk düşen yerlere düşecekler….

Onların görevleri sanki dünyanın en önemli konusu buymuş ve koca dünya bu ikili aşkını yaşasın diye yaratılmış gibilerde sürekli çiftin kavgalarını ve sevdalarını konuşmak, onların gözüne gözüne bakıp beşeri dünyada aşkdan da ve sanki genç ve güzel olmaktan da üstün hiçbirşeyin olamayacağını kanıtlamak olacak.

İstiyorum ki filmler başka şeyler anlatsın artık. İstiyorum ki insanlar biraz da kendilerini yıpranmış yüzlerin, genişlemiş bedenlerin içindeki “yan karakterlerin” yerine koysun. Onlar da önemli olsun…. Ölmeden ve gömülmeden önce çaptan düşme ile ölüme ve gömülüme yavaştan ısındırma hareketlerine girilmesin.
Kimse “benim devrim geçti,”demesin.
Kimse ununu eleyip eleğini asmasın….

Elek hep el altında olsun…
Gençlik ve Aşk denen kendinden çakarlı kimyasal reaksiyon yerini korlara bıraktığında film bitmesin.
Oynak alevlerin değil de korların evi ısıttığı, yemeği pişirdiği bilinsin…

Tüm bu laflar eşim ve çocuğum ve benden esinlenecek bir dizinin bundan gayrı sitcom’dan başka bir şey olamayacağımı bilmemden kaynaklanıyor ve belki de şu anda dinlediğim kanalın “sim” değil “yıldız” sayıldığım zamanların müziğini, 80’lerin müziğini çalmasından …

Kısaca dostlar yaşıyor olmaya değil de yaşlanıyor olmaya itirazım var…..


foto: wikipedia /Pleiades large.jpg Posted by Picasa

24.1.07

İsmail Cem hayata gözlerini yumdu...

Kültür Bakanlığı'na ne kadar da yakışan bir isimdi Cem.

Bu görevi üstlendiği zamanlarda ben bir gazeteciydim...Onunla Efes'te karşılaşıp el sıkışmıştık....

Elinde inanılmaz bir enerji vardı. Artık bu enerji kelimesinden sıkldım, dillere pelesenk oldu ve anlamını yitirdi ama Cem işte ancak bu kelime ile ifade edilebilir. İnanılmaz sıcak ve pozitif bir enerji yumağı...

Ben Cem'i hep çok sevdim.

Tuğla kadar kalın kitapları vardır onun...
İsimleri :
Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi'nden
Gelecek için Denemeler'e uzanır....
ya da geçmişten geleceğe ülkeyi daha iyi günlere taşımayı isteyerek çarpan bir kalbin eserleridir bunlar da denilebilir....

TRT genel müdürlüğü yaptığı zamanlarda yayınlanan hiç bir film en sonunda akan emektarlar listesi bitmeden ekrandan çekilmez...
Çünkü o emeğe saygı duyan bir insandır....

Velhasıl güzel bir insandı Cem.....

Güzel mavi gözlerini kapadığı için çok üzgünüm.... Posted by Picasa

22.1.07

Geçen hafta bir yazı yazdım. Tahmin ettiğim gibi bir doktoru isyan ettirdi… Ama tahminim yanlış yöndeydi. Ben zannetmiştim ki doktor doktoru savunur, hayır aksi oldu… Doktor bana hak verdi meslektaşlarını yerdi….

Aslında ben doktorluk sıfatından da öte üç çocuk anası olma gerçeği daha da ağır basan bu dostun dedikleri yanında benim dediklerimin hafif kaldığını fark ettim. Öyle ya ben sadece neden çocuk doktorları detay gibi görünen ama kalça çıkığı ültrasonografisi, verem aşısı tutmuş mu kontrol testi, damardan alınsa da ağızdan da verilmesi gereken çocuk felci aşısı türü aslında hayati şeyleri bildirmeyi unuturlar ve bizler bunları kadın kadına sohbetlerden öğreniriz diye sormuştum.

Dost, bir ana olmanın verdiği empati ile okumuş yazımı, ve elbette aynı zamanda bir doktor olmanın verdiği bir çeşit suçluluk duygusu ile…
Kimseyi üzmek istemem… Ve doktorlara da müteşşekirim aslında… Bunu hepimizin yaşam şansını ve yaşam süresini arttırdıkları için ve bizi eften püften hastalıklardan dolayı toprak altına gitmekten korudukları için söylüyorum…. Çok sevdiğim 17. yüzyıl yazarı Jane Austen bugünün doktorlarına emanet edilmiş olsaydı 40 lı yaşlarının başlarında ölmeyecekti mesela…

Her neyse…

Konuya dönelim: Açıklama gereği duyduğum bir iki detay daha var… Örneğin ben tüm bu unutkanlıklarına rağmen kızımın doktorlarının kibar ve iyi niyetli olduğunu düşünüyorum. Ama önceki yazıma üzüntü ile cevap veren doktor arkadaşımın kimi meslektaşlarına yönelik saptamalarını kendi doktorlarımızı tenzih ederek onaylıyorum. Fakat bu lafları kelime kelime kendim diyemiyorum.
Ben tartışmalardan nefret eden, bir konu hararetli bir biçimde çeşitli platformlarda tartışılırken uzaktan bakan, konu ile ilgili düşüncesini sırf birileri ile kavga edip içindeki canavarı ortaya çıkarmaya mecbur kalmamak adına konu soğuduğunda ve artık herkes başka bir konu ile ilgilenmeye başladığında söyleyen tipik bir terazi burcu bir kadınım…Genel olarak barışçılım kısaca, çok kışkırtılmadığım ya da çok hassas bir noktama dokunulmadığı takdirde tabi….

Bunu önceki yazımda başka bir şekilde ifade ettim hatta:

Hayat böyledir… Aşamadığınız duvarlara muzip bir oğlan çocuğu olup “işemek” istersiniz. Ve kıkırdamak bir dostla ortak bir sorunun suratına suratına doğru…NE demişti okuldaki bir profesör(ünüz) bir şey her yerde ise aslında hiçbir yerdedir.Demek hepimiz aynı dertten muzdaripiz (kredi kartıymış, parasal sıkıntılarmış), o halde yok böyle bir sorun. “Bu hayatın ta kendisi,” der geçeriz.Ama es geçemediğimiz şeyler vardır…Gülüp geçemediğimiz ya da…Onlara evlat denir.Onlarla ilgili şeyler gülünesi değildir.
--
Yine de ben kimseye savaş açmış değilim. Sadece insanın robot olmadığının ve işte tam da bu yüzden zaman zaman robotlardan (ki bunlara özetle bilgisayarlarımız diyelim) destek alması gerektiğini anlatmak istedim. Bugünkü yazım bunu açmak için. Ama önce dün gelen cevabı yayınlamak istiyorum:

“Bir doktor, ama daha önemlisi anne olan bir doktor olarak böyle meslektaşlarımdan ben de-çevremdeki insanlar adına-muzdaripim. Maalesef özel sektörde çalışan çoğu meslektaşımın piyasa hekimi olması beni hem çok üzüyor, hem de korkutuyor açıkçası. Hastayı çizgi filmlerdeki gibi yolunacak kaz ya da en büyüğünden bir banknot gibi görmelerinden nefret ediyorum. Birisi böyle bir doktordan bahsettiğinde onların artık köseleye döndüğü için kızarması mümkün olmayan yüzleri yerine benimki kızarıyor, neredeyse onlar adına özür dilerken buluyorum kendimi.Elinizdeki bir makine değil, bir can. Yıkıldığında, bozulduğunda onarılması belki de imkânsız bir varlık... Yedeği yok, telafisi yok. Ama muhatabı o kadar ilgisiz ki hatasını fark etmez bile ya da umurunda değildir. Yaşayan hiçbir canlının hak etmeyeceği ihmale maruz kalmak hoş bir duygu değil. O yüzden benim vicdanım rahat. Şu an hekimlik yapmıyorum ama yaptığım dönemde hiçbir hastamın benden bu yönde bir şikâyeti olmamıştır(Ayrılalı 5,5 yıl olduğu halde hâlâ hem iş arkadaşlarımdan, hem de hastalarımdan 'Geri dön!' çağrıları almak çok güzel).Umuyorum bizim ülkemizde de belki vicdanen, belki kanunen zorlamalarla iyi şeyler olacak, olmalı. Biz bunu hak ediyoruz.”

Sevgili doktor dost,
Sonuçta insanın olduğu her meslek dalı (ki bunu insanın olduğu her yer diye de değiştirebiliriz) çürümelere acıktır. Neyse ki eşten dosttan duyduğumda kaşlarımı havaya kaldırtan unutulmuş birkaç “detay” dışında benim doktorlarımla aram iyi. (Bilmem bunu affetmeye meyilli bir insan olmama mı borçluyuz… )

Ancak daha evvel de dediğim gibi çoğu mutlaka kia iyi niyetli olan doktorlara göre detay kalan ve unutulan kimi şeyler Allah korusun hayat altüst eden etkilere neden olabilir.
Benim (düzenden) istediğim, bu tür şeylerin hatırlatılması adına bir bilgisayar programı belki de.

Çünkü kızım 2 yaşına geldiğinde yeni doğum yapan arkadaşımdan bebeklere kalça ültrasonografisi gerekliliğini duymaktansa bunu kızımın 20 (bazen daha bile az) dakikalık muayenesine avuç avuç para döktüğüm doktorumdan duymayı tercih ederim.

Arkadaşım beni şu şekilde teselli ediyor: “Seninki geçti canııııım, artık kızın yürüyor!”
E peki ya yürüyemeseydi
Veya bir de bakmışız topallayarak yürüyor…
NE diyeceklerdi bana?
“AAA, unutmuşuz...." mu?

Şu her şeyi hatırlatan bilgisayar programına takıldım ben….Çünkü ülkemizde doğum oranı o kadar yüksek ki ve belki de bunu karşılayacak çocuk doktoru oranı o kadar düşük….
Bu durumda özel hastaneye bile gitsen sırada bekleyen onlarca hasta oluyor... Hepimiz insanız.. Arkada bekleyenlerin stresi ile karşındaki hastaya kibar ve ilgili davranmayı başarabilsen bile bazı detayları atlayabiliyorsun.

Benim düşüncem şu.
Çocuk doktorları arttırılsın (özel hastanelerde hele kolaylıkla olabilecek bir şey bu... Böylece bir doktorun kazancı biraz azalabilir ama yine de bu çoğumuzun gelirinden yüksek bir gelir olacaktır ve doktorlar kimilerine göre minik kimilerine göre devasa sayılabilecek detayları unutmayacaktır)

Doktor sayısı arttırılamıyor mu?
O halde bilgisayar sayısı arttırılsın.
Haddiiiii yapmayın. Bir insan yetiştirip doktor yapmak elbette gerekli ortamlara birer PC koymaktan daha zor… Ya da bir diğer deyişe bir pc edinmek göreceli olarak daha kolay.

Ancak PC var Pc var. Hani kafa var boş, kafa var taş der gibi..
İçinde bebeğin doğum tarihini girmeniz ile beraber gereken tüm ince detayları zamanında otomatik olarak bildirecek bir program yüklü olan PC’den bahsediyorum. Yok değilse şunu hatırlamamak elde değil.
Bir kuaför… Müşteri çekmek için her ne işe yarıyorsa “biz bilgisayarlı kuaförüz”ün bağıra çağıra söylenmiş hali olarak monitörü vitrine, pardon sokağa doğru çevirmişti bir zamanlar. Ne komik…

Ne diyorduk?
Gittiğim her doktorda göreceğime emin olduğum iki şey var.

Biri doktor kelimesini duyar duymaz suratlarındaki ifade düşen, buz gibi olan çocukların dikkatini dağıtmak adına renk renk oyuncaklar.
Diğeri: bilgisayar….

Demin dediğimi tekrarlamak istiyorum, ama bir atasözü yardımı ile.
3 çeşit insan varmış
Boş kafa- taş kafa ve hoş kafa…

Gelin bu değerli deyişi bilgisayarlara uygulayalım…

Dr'a gittigimde kızımın kilo ve boy durumunun vektörel eğride şu noktada olduğunu gösteren ve bana boş gururlanmalar getiren bilgisayar çıktıları istemiyorum ben.

“Aaa demek kızım uzun boylu olacak, öhöm öhüm” –aman ne mühim. Ben kısayım da ne oldu?

Ya da

“AA demek kızımım kilosu iyi. Onu iyi beslemişim!” (bunun için gururlanmayacak anne tanımıyorum. Bunu geçelim.. Ayrıca çocuk hasta falan olduğunda zayıflayacağından kilo durumuna gururlanmak haklı bir durumdur…)

Geçelim.

Tüm bunlar bana kanalizasyon işleri ile ilgilenmeyen belediyeleri hatırlatıyor.

İyi inşa edilmediği takdirde pis suyu içme suyu şebekesine sızdırarak bir şehri hastalıktan kırıp geçirecek kanalizasyonlardan bahsediyorum. Ve elbette işte o belediyelerin sırf görünür ve oy getirir düşüncesi ile parklar ve bahçelerle haddinden fazla uğraşmasını da tabi….

Lütfen unutmayın, hafızamızın bize ihanet ettigi yerde devreye girecek olan basit bir pc programı tüm bu lakırdılarımı kesmeye yeterli…

VE sadece benim değil, bir meslekdaşınızın, bir başka doktorun da şöyle dediğini:
Elinizdeki bir makine değil, bir can. Yıkıldığında, bozulduğunda onarılması belki de imkânsız bir varlık... Yedeği yok, telafisi yok. Ama muhatabı o kadar ilgisiz ki hatasını fark etmez bile ya da umurunda değildir. Yaşayan hiçbir canlının hak etmeyeceği ihmale maruz kalmak hoş bir duygu değil.... Posted by Picasa

19.1.07

Guguk kuşu da doğurur… Yumurtlamak bir çeşit doğurma eylemi ise eğer… Ama tüm türdeşlerinin aksine bir o ana sayılmaz, doğurduğun “çocuğa” bakarak esas ana olunuyorsa eğer.

Tembeldir guguk kuşu. Yumurtası için “ana gibi bir ana” bir başka kuşun yuvasını arar, ve elbet bulur ve elbet kendi yumurtasını o yuvaya bırakır ve elbet geri dönmemecesine uçar gider….

Hikaye bundan sonra daha da acımasızlaşır. Guguk kuşu yuvanın esas sahibi diğer yumurtaların kuşlarından daha çabuk olgunlaşır, kabuğunu kırar başını dışarı uzatır. Artık tek bir hedefi vardır, ilk fırsatta diğer yumurtaları tek tek yere, yuvadan metrelerce aşağıya yuvarlamak…Neden belli, kendisinden boyca küçük ana kuş kime yetişecek, rakipleri öldürmeli ve fedakar ana ağzında gelen kurtları, solucanları tek başına yemeli…

Belgesel biter.
Günler geçer.
Kapı çalar, “kim o?” dersiniz…”Postacıııııı” diye bir ünleme merdivenleri dolanır, sesin sahibinin yerine bizzat kendisi kapınıza ulaşır.

“Postacının kendisi gelse kapıya ne fark eder ki?” diye düşünürsünüz.. “Gelen belli.” Gün sektirmeyen faturalar, sıra sıra, dizi dizi, o ayki durumunuza veya harcamanıza göre kimi zaman zebani, kimi zaman yer cücesi boyutunda ama illaki faturalar işte…

Zarflarını “para tanrısı”nın yalayıp kapattığı bu “mektupumsular” size guguk kuşlarını hatırlatır.
Bu yuva onların değildir esasen.

İçine bin bir duygu boşaltılmış ve ya yavuklu, ya ana – baba- kardeş, ya da kardeş kadar yakın bir dost tarafından kapatılmış zarfların son durağı olması gereken kutu sanki işgal edilmiş gibidir para talep eden zarflarca…

Olsun varsın, olumlu düşüncenin gücü diye tutturan yazarlardan biri ne demişti? “Öpüp okşayarak ödeyin faturalarınızı, böylece gün geçtikçe daha kolay ödenecekler!”

Peki, bunu önerdiğin bir başka arkadaşın ne demişti? Gelen her fatura ile esas kendisinin öpüp okşandığını hissettiğini!

Hayat böyledir… Aşamadığınız duvarlara muzip bir oğlan çocuğu olup işemek istersiniz. Ve kıkırdamak bir dostla ortak bir sorunun suratına suratına doğru…

NE demişti okuldaki bir profesör(ünüz) bir şey her yerde ise aslında hiçbir yerdedir.

Demek hepimiz aynı dertten muzdaripiz, o halde yok böyle bir sorun. “Bu hayatın ta kendisi,” der geçeriz.

Ama es geçemediğimiz şeyler vardır…
Gülüp geçemediğimiz ya da…

Onlara evlat denir.

Onlarla ilgili şeyler gülünesi değildir.

Bilirsiniz dünyaya gelen her can düzenli kontrollerden geçmeli, belirli bir aşı takvimine tabi tutulmalıdır. Atlamaktan korkarsınız, aşıları eksik bırakmaktan. Ama bir teselliniz vardır.
Henüz hamile bile kalmadan önce, düzenli olarak devletin kapınıza gönderdiği, “(karnında) bebek var mı?” diye soran sağlık ocağı çalışanları içinize su serper.
Dersiniz ki “gerçekten 20. yüzyılda yaşıyorum.” Ve “her şey kontrol altında!”

Devletin uzattığı el ile çoğu zaman yetinmez anneler ve bir de özel doktora giderler.

İlk zamanlarda belli başlı – rutin kontroller ve burnunuzun dibine dayanmış size göre karman çorman bir aşı tablosu… Sorun değil. Unutması zor bir günden bahsediyoruz, her ay evladın doğum gününde doktora git, ne aşısı olunacaksa, ne kontrolü yapılacaksa yapılsın gitsin.

İlk bir yıl neredeyse her ay bir aşı vardır. Ve ilk bir yıl kimi aylarda aşı olsun olmasın doktora gitmek adettir. Cebindeki aybaşına kadar kalan son kuruşların da olsa doktora gidersin ve kendine huzur satın alırsın…

Ama bir yaş devrilince doktoruna şöyle der bulursun kendini :

“Bir daha ne zaman gelmeliyim? 3- ay sonra? Beş ay sonra?”

Der ki doktor 15. ay ve 18. ayda. Hesap edersin: Hmm Şubat ve Mayıs… Ya aklına kazırsın, ya da cep telefonunun hatırlatma komutuna…

Ancak doktorlar hep çok meşguldür… Dünyadaki tek evlat kendilerinin ki zanneden tüm anaların sorularına ama “gerçekten”, ama “zorunlu” içten bakışlarla kulak ve cevap verirler. Denmesi gerekenleri der, akıllarında bekleme odasındaki yığın, çaktırmadan saate bakış atarlar ve güler yüzle süslenmiş bir iki veda kelimesinin ardından rüzgar gibi muayene odasını terk ederler….

Onlar öyle meşguldürler ki sırt dinleme, kalça çıkığı var mı kontrol etme gibi nedenlerle analarına soydurdukları hastalarının giydirilmesini bile bekleyemezler… Bir anlamda güzel bir uygulamadır bu. Muayenehanenin bir başka odasına rüzgar hızıyla girmek maksadıyla sizi terk eden doktorunuz size geniş zamanlarda çocuk giydirme şansı tanıyor da olmaktadır bu sayede.

Bir odada bir çocuk giydirilirken diğer odada bir başka çocuk soydurulmuştur bile….

Şehir değiştirmenin gereklerinden bir de doktor değiştirmek şüphesiz. Kızımın 3 doktoru oldu şimdiye dek.

Bunlardan biri özel bir apartman dairesinde, diğeri bir poliklinikte, diğeri özel bir hastane de konuşlanmış ama hepsi de çocuk konusunda uzmanlaşmış doktorlar…
odadan odaya koşarken elini yıkayanı da vardı yıkamayanı da… Ancak hiçbirinde odalar havalandırılmıyordu ve dahi bekleme salonları da…
Durup düşünürdüm…”Buraya getirmek mi getirmemek mi! İşte bütün mesele bu…”

Evlat sadece zamanı gelmiş bir aşı için kucağınızda, az önce salonu terk eden bronşitli çocuğun soluduğu havayı solumakta… Ya kabakulak, ya kızamık, ya suçiçeği (bulaşıcı hastalıkların çoğu kuluçka döneminde bulaşsa da)?


Dur deli kafa dur. NE okumuştun doğumdan evvel, “bağışıklık sistemi gelişmesi adına çocukların hasta da olması gerekir!” Düşün ve rahatla.

Bunları geçelim aslında…Çünkü bir anaokulu sınıfı da çoğu zaman hastalarla dolu bir bekleme odası kadar tehlikeli olabiliyor… Allaha emanetler diyip geçilebilir…

Ama top ancak voleybolda sahipsiz kalıp yere düşmelidir. Çocuk sağlığı konusunda değil…

İşte bu yüzden kadın kadına bir araya gelip çocuklardan bahsetmek iyidir.

Doktorunuzun size söylemediği şeyler öğrenilir ve tatbik ettirilir…

Ne mi öğrenirsiniz mesela? Bir bebeğin sadece üç beş bacak hareketi yaptırılıp kalça çıkığı olup olmadığının sağlıklı öğrenilemediğini. Bunun net bir şekilde öğrenilmesi için aslında tüm bebeklerin kalça ültrasonografisine gönderilmesi gerektiğini.

Yapılan verem aşısı ile işin bitmediğini, aşının bir de tutup tutmadığını öğrenmek diye bir yöntem olduğunu (tutmadıysa aşının mutlaka tekrar ettirilmesi gerektiğini)

Çocuk felcine karşı yalnızca aşı yapmanın yetmediğini, bir de oral (ağızdan) doz alınması gerektiğini...
İlk madde hariç bunların sağlık ocaklarında ücretsiz gerçekleştirildiğini…

Çocuk antibiyotik alıyorsa demir damlasının kesilmesi gerektiğini.

Vesaire….

--

Kapı çalar… Kim o dersiniz…

Ay be ay,
Sektirilmeden gönderilen faturalar gelmiştir bilirsiniz…

Ah dersiniz… Bu özen evlatlarımız için olsa, kontroller- aşılar eksik kalmasa… Kendinizce uyanıklığınızın yetişmediği zamanlarda postacı kapıyı bir de çocuklarınız için çalsa…


Foto not: www.science-frontiers.com/sf119/sf119p04.htm Posted by Picasa