20.4.11

6 milyar sabun köpüğünden biri!

Sabun köpükleri uzun ömürlü değildir, bilirsiniz. Bir üfürük ile bir nazlı salınım arasında geçen ömürleri üç beş saniyedir. Ancak köpüğün kendisine bu süre bile (kimbilir) belki uzun gelir.

Çünkü o plastik balonlardan bihaberdir. Haberdar olsa ne yazar! Kişi, gerçekliği kendi üzerinden algılar, ve sabun köpüğünün algılayabildiği zaman hep topu 3-5 saniyeden ibarettir, ona sonsuzluktan bahsetmek ise nafile.

Bir şair-yazar, Murathan Mungan, der ki,

“Hiçliğe inanmak istiyorum,hiçliğin varlığına.

Benim için cennet o. Artık hiçbir şeyin olmaması. Hikayesizlik.”

Ve bir çoklarının tersine ne sevdiklerini ister öte dünyada yanında, ne sevmediklerini… Ve hatta onca severek kullandığı kalemini bile (zahir)…

Hiçliği davet eder kendi adına kendine, hayattan bitap bir şekilde.

--

Bana ise nevrotik diyorlar;

Ne varoluşu- ne de yok oluşu çözülmüşler haneme bir türlü koyamadığım için.

İşte ben azılı bir nevrotik olduğum için hayatlarımızı sabun köpüklerine benzetmekteyim.

Üflendim, şimdi uçmaktayım.

Bir gün, yakınlarımda benimle beraber hayalsi ve az biraz delimsi uçuşlarını sürdüren diğer baloncukların duyabileceği ancak duyabileceği mini minnacık bir ses ile patlayıp zerrelerimi öz’e geri vereceğim.

Ötesi var mı?

Ötesi yok mu?

Bilmemekteyim.

Ancak sabun köpüklerinin güneş vurduğunda çeperlerine yansıttığı ebruli renklerin sarhoşu olduklarını bilmekteyim.

Bir ihtimal o nazlı, o sersem, o mest olmuş da huşu bulmuş uçuşlarını bu hayallere borçludur balonlar, hayat rüzgarlarına değil.

Ve her baloncuğun renklerle ettiği dans kendine hastır..

Ne olursa olsun, şimdi, kendi baloncuğumun iç çeperlerinde seyrettiğim çılgın renk dansları beni oyalamaktadır.

Ötesi var mı?

Ötesi yok mu?

Ruh gözümün irisine yansıyan metafiziksel renkler ve vardığım sonuçlar sadece benden gayrı olanlara değil, bana bile muammadır.

19.4.11

Geçmişin hortlakları...


Geçmişe baktığımda, acaba yiyemeden düşürüp karıncalara yem edecek miyim korkusundan arınmış koca koca çikolata paketleri görürüm…

Her bir anı- her bir hatıra, kendi başına bir paket çikolatadır benim için.

Başı olan, sonu olan, tüm belirsizliklerden arınmış tüm şeylerin bana verdiği engin huzur gibi tatlı çikolatalardır bunlar.

Tıpkı başından sonuna okuduğunuz bir kitap gibidirler.
Sona vasıl olabildiğiniz her şey gibi, tamamen sizin.
Kaderi, belirsizliklerin kara şövalyesinin demir pençelerinin elinde olmayan, başını da sonunu da bildiğiniz, belki de bu yüzden dost bellediğiniz filmler gibi...

Yine de,
geçmiş denen “eminlikler” tünelinden size doğru yürüyen her silüetin yüzü ışıklı değildir. Ve ışığa yaklaştıkça aydınlanan yüzünde sevimsiz bir hortlağın ifadesinin oluştuğunu görürsünüz denhşetle.

Oysa ne güzel başlar hayal!

Bir Pazar günüdür, geçmişin ülkesinde, o gün.

Tüm sülale hep beraber, kimse ölmemiş, ne güzel.

Ve piknik sepetleri çıkarılmakta bagajdan.

Güneş ve oksijen içinizdeki yakıtı boşalttığında daha bir enfesleşecek tayınlar…

Yerlere serilen battaniyeler, soyulmakta olan salatalıkların eşsiz kokuları, denizden gelen iyot, çam ağaçlarından gelen reçine kokusu.

Ve evet, huzursuz bir kız çocuğu…
Deli gibi koşuyor, kendine has tek ayağını çekerek, zıplar gibi bir havada.

Ne oldu kızım, diye soruyorlar…

Ya düşerse, diyorum.

Ne düşerse, diyorlar…

Bir piknikte dallardaki kozalakları gösteriyorum, bir başka piknikte ise dağları….

Ya düşerlerse,
Üzerimize düşerlerse….

-

Olan- varolan- olduğu gibi olan- olması gereken kozalaklar, ağaçlar, dağlar sonradan fark ediyorum, aslında hayatın ta kendisini temsil ediyorlar….

Ve şimdi hala, hem de belirsizliklerin kara şövalyesinin demir avcunda, gelecek bilinmez, şimdi ızdıraplı. Üzerime düştükleri zannı ile dağları tutmaya çalışıyorum, ve kozalakları, ve ağaçları.

Gücüm tükeniyor.

18.4.11

Hınzır Martı!


Bahar geldi, tüm canlılar bir tuhaflaştı!

Her ne kadar varoluş başlangıcı denizleri bir türlü terk edememiş, o yüzden de bizlere nazaran görece primitif kalan balık ve türevlerini gözlemleyemesem de onların da doğadaki pıtraklanmadan nasiplerini alıyor olduklarını düşünüyorum. En azından hayal ediyorum.

Denizlerden beriye, tuzlu suların (şimdilik) erişemediği yerlere baktığım da gördüğüm şey ise özetle telaş.

Tüm kış kalp atışını sıfıra indirmiş bir yogi gibi can yitimi yaşamış diklemesine odun parçaları şimdi ne olduysa birden bire ağaç olmaya karar verdiler mesela. Bakıyorum da tümünün dalları bir ergen suratı misali kabarmış, uçlar patladı patlayacak. Erkenci erik ağaçlarını saymıyorum, onlar fast foodcuların mens. yaşını 9-10 yaşlara çektiği şimdinin vakitsiz gençkızları gibiler zaten.

Karıncaların ise eli kulağında.
Birkaç haftaya kalmaz ev kadınları büfe çekmecelerinin kabartılı çıkıntılarını silmek, baharatlıkları boşaltıp boşaltıp yıkayıp kurulayıp tekrar doldurmak, aynalara sıçrayan diş macunu lekelerini temizlemek, yere fırlatılmış çorapları –tiksinmeden- toplayıp kirli sepetine atmak, zaten kaynatılacak olan mercimeği pişirim öncesinde 5 -10 su yıkamak gibi absürd işler listesine bir de faraş ve kürek eşliğinde karınca (kolonileri) boşaltımı yapmayı ekleyecekler. Sorunun bir kısmını ise onlar a çocukluklarından beri kakaonun hamura yedirilmesi gibi özenle yedirilen kültürel kodlara bağlayacaklar. Elbette karınca öldürmek hoş bir şey değildir! (yine de makro çekim bir karınca fotoğrafı fikirleri değiştirebilir! Sanırım hamam böceği bile karıncanın yanında iç güveysinden hallice bir fotojenikliğe sahiptir.)

Kediler ise şu aralar nüfus yoğunluklarını karıncalarınki ile eşitleyebilecekleri gibi bir zanna kapılmış durumdalar.
Kapımızın önünde salya sümük, aksırık- tıksırık tüm kış sefilleri oynamış olmaları bile hayata olan inançlarını bir nebze olsun kırmış değil. İçlerinde barındırdıklarını sandığım, dünyaya getirecekleri bebeklerin kendilerinden daha iyi şartlarda yaşayacaklarına dair umutların son derece safça olduğunu düşünsem de bu duyguyu yine de bir anlık bir unutuşa borçlu olduklarını düşünüyorum.
Çünkü hafızasız olan sadece insanlar değildir, kediler de unutur.

Kış biter gibi olup kara bulutların çekilir giib yaptığı erken ilkbahar günlerinde ben tüm bu kedilerin az biraz ısınmış toprağa huşu içinde yayıldıklarını ve yüzlerini ibadetengiz bir anlam doygunluğu içinde güneşe döndüklerini gördüm. O günler öyle güzel günlerdi ki, kediler tümvaroluşa dair karamsar fikirleriyle beraber Jean Paul Sartre’ı da, Nietzche’yi de unuttular. Sandılar ki kediye bundan böyle her gün bayram!

Ama olmadı.

Havalar, içlerindeki canlarla iki yandan pörtlemiş karınlarını zor taşıyan kedilerin üzerine üzerine karardı ve hatta sağanak yağışlar boşalttı.
Birbirinin çevresinde kurumlanarak dönen güvercin ve kumruları ise hiç anlatmıyorum. Çünkü muhtemelen yükseklerde hava daha soğuk ve onların poposu donmuyorsa başka hangi hayvanın poposu donuyordur bilmiyorum.

Yine de bahar üzerine bu kısa- anlamsız- ve öylesine yazımı karıncalar, kediler, ağaçlar, güvercinler ve kumrular bir tarafa bir hınzır martıya adıyorum;
Bugün deniz kenarında gördüğüm oyuncu bir martıya!

Türdeşleri balık peşinde buzz gibi suya dalışlar yaparken kıyıda kümelenmiş ve kafayı üremekle bozmuş güvercinler güruhuna sırf muzurluk olsun diye musallat olan martıya.

Çünkü oyun oynamak güzeldir. Çünkü eğer hayat bir oyun değilse (ya da öyle algılanmıyorsa) pek bir kasvetli, pek bir ilelebet kış değil de nedir?

7.4.11

Boş yoğurt kapları, ön bellekler ve iki kaş arasındaki hüzün yarıkları üzerine!


Bilgisayar terminolojisinde cache diye bir kavram vardır.


"Kısa kes!"ciler için açılmı "ön bellek",


"Uzun tut!" cular için açılımı: En son yaptığınız işlemleri değerlendirerek bir sonraki yapacağınız işlemi %90 tahmin edip bu bilgileri tutan ve ona göre davranan bir nevi ram'dir,


olabilir.


Özetle, örneğin internette girdiğiniz bir sayfanın resimleri cache'de depolanır (çünkü o, kıtlık yaşamış büyüklerimiz gibi bitmiş yoğurt plastiklerini bile atamayan bir zihniyettedir!). Düstur "bir gün lazım olabilir!" türü birşeydir...


Ve hakkaten de, saklanan neyse, bir gün gerçekten de ona ihtiyaç duyarsınız!

Örneğin,

kendinizi, evde yaşasalar aristokrasinin dört ayaklı şanlı birer temsilcisi olması kesin ama heyhat sokakta yaşadıkları için per perişan (fakat yine de mağrur elbet!) kediler için boş bir yogurt kabı ararken yakalayacağınız günler elbette çok uzak değildir.


Daha dün gece, yaşama amacı sadece ve sadece insanların dişinin kovuğuna gitmek olarak algılanmış bir tavuk, muhtemelen 8-10 taksitle alınmış markalı bir düdüklüde türünün görüp görebileceği son eziyete maruz kalmış ve kısa ömründen geriye size iri bir erkek elinin iki avcuna sığacak kadar fani ama yenilebilir bir beden ve bir de bayatlamaya yüz tutmuş (ve artık insanoğlunun kendine layık göremediği) ekmeklerle birleştirildiğinde sevaplar hanesine artı olarak kaydedilecek (umarım!) bollukta bir protein suyu bırakarak biraz eşelenme ve biraz (bi ihtimal) eşleşmeden ibaret hayatını terk ederek gitmiştir. Böylesi uzun bir denklemin sonu elbette boş bir yoğurt kasesine dayanır.


Ölüp bu dünyadaki yuvasını evlatlarının didik didik boşaltma eylemine terk eden dedenizin mutfak dolaplarında bulduklarınız gibi (ki bu boşaltmanın amacı tamamen ve tamamen bir hayattan daha ne alabilirim türü iğrenç bir istek değil sadece o hayatı sıfıra indirgemekten başka bir çarenin olmadığı çaresizliktir!) tüketilip özenle yıkanmış yoğurt kapları ararsınız naçar, dolaplarınızda.


Anlarsınız ki boş bir yoğurt kabı birden çok anlam içerecek kadar doludur aslında; hem yaşarken zor zamanlardan geçtikleri aşikar ölülerinize bir ağıt, hem de mekanı sokaklar olan dört ayaklı dostlarınıza birer umut kapısıdırlar...


Tekrar kullanılabilirlik fikri bu işin özüdür.


Bilgilerin ekranlardan tercihe bağlı şekillerde aktığı şu çağda kimileri ona cache der.


Sık tekrarlanan eylemler "cache"e başvularak zamani ve maddi karlara dönüştürülebilirler.


Bu sayfaya daha evvel de girdin, o halde bu sayfadaki resmi cache'den verelim sana, böylece hem daha çabuk çıksın karşına, hem de kotadan kar et türü bir şeydir işte bahsedilen....


Ve bu tür bir cimrilik insanı kaçınılmaz bir şekilde botoks gerektiren kaş aralarının sahiline vurdurur!


Hatırlarsınız!

Özgürlüğünüz uğruna (hani her gün yoklama yapan arkadaş gruplarına inat) pek takılmadığınız fakültenizde kimi gizeme prim veren insanlar arasında adınız "çatık kaşlı kız"mış...

Anlarsınız,

aynada boy gösteren hüzünlü hayalinizin kökleri okul yıllarına dayanır.

Sinirlenirsiniz,

alnınınız tam ortasında bu otomatik eyleme karşı oluşturulmuş bir cache vardır!


Ve o demektedir ki sen nasılsa çatacaksın, ben önceden çatayım da zamandan ve mimikten tasarruf edelim.


İyi, edelim, edelim de, yüzünüzdeki ifade sizin özetinizdir diyenlere ne diyelim.

Bütün bir ömrü çatık kaşlar cache'inde geçirmek ruhumum tekamül yolculuğuna bir arpa boyu yol ilerlemeyi bile çok görmüştür mü diyelim...


Ve sonra botoksu düşünelim.


Ve bilelim,

ne ruhumuzu, ne de ruhlarınızı kandıramayacağımızı bilelim.

Yine de bir kahvenin hatırı kadar olan ömür boyutunda gülmekten çok hüzünlenmeyi tercih ettiğimizi unutmayı deneyelim!