31.7.11

Öldüren balkonlar




Toplam yaşımdan 4 yıl kadar eksik bir süredir bir sokak var ki, olmuş dünyamız.

Son 6 yıldır sadece onu değil, onu barındıran şehri, o şehri barındıran ili, o ili barındıran bölgeyi bile terk edip “demirkuş” uçuşu ile 1 saat, tekerlekli ve 40 kişili taşıma araçları ile 8 saat çeken mesafelere taşınmam ve taşındığım ilde “bir süre sonra gurbet yuvan oluyor,” lafını benimsemem bile bu sokağın hayatımdaki yerini pek değiştirmemiş.

Kimileri eksilmiş ve kimi bilmediklerim eklenmiş de olsa insanlar genel anlamda tanıdık.
Yazın izin verdiği mahremiyet sınırları içinde, kısaca güneş gözlüklerimin arkasından görebildiğim bu aşina suratlara selam vermenin mi vermemenin mi daha büyük bir samimiyet, hayır hayır daha doğrusu dürüstlük olduğuna karar veremiyorum. Ben bu insanları (artık) çok nadir görüyorum ve onlara onları gördüğüm için çok sevindiğime dair mimikler ve jestler sergilemem dürüstlük ilkeme karşı gelen bir durum. Onlara gösterdiğim içtenlik gerçek olsaydı ne kadar uzaklara gitsem de yine arar, yine sorardım onları. Bundan ötesi facebook arkadaşlığı! Soğuk, gereksiz ve boş!

Ve/ fakat alışkın olduğum balkon müdavimi yaşlı suratların yerini başka yaşlı suratların almış olduğunu görmek içimi eziyor.

Onlara şöyle seslenmek istiyorum:
“BU balkonda oturmayın, bu balkon hayat bitiriyor!”

Ve sonunda öldürüyor!

Biliyorum ki o balkonun ve diğer balkonların kuklalaşmış bedenlerine takılı yüzleri 15–20 yılda bir değişecek, ama o yüzlerde ortak olan tek şey gençlik ferinin silinmişliği olacak.

Ve bir de beklenti içeriyor olmaları.

Hayat, bayramlarda iç ezerek satışları arttırmayı hedefleyen şeker firması reklamlarındaki gibi olmak zorunda mı?

Hep bekliyorlar!
Gülmek için, gülümsemek için, önceleri evlatlarının, sonraları torunlarının gelmesini bekliyorlar.

Gelenler elbette var, ama gelenlerin zamanları şehirlerarası otobüs yolculuklarında verilen ihtiyaç molaları kadar dar!

Sonra herkes “demirleri alıp” kendi hayatına giden otobüste yola devam ediyor.

Balkon kuşları ise az biraz kesintiye uğramış bekleme süreçlerine kaldıkları yerden devam etmekte.

İzmir’in gün batımını kucaklayan körfezini gören ya da görmeyen balkonlarında çenelerini sarkıtıp arada uyuklayarak kah torunu torbayı, kah ölümü beklemeye devam eden yüzlerce hayat yorgunu var…

Oysa ben İzmir’i hayatı temsil eden bir şehir sanırdım, anladım ki yanılmışım, ya da daha da fenası bizzat ben kendim yaşlanmışım, beraberimde dünyam olan, tüm sokaklar, teyzeler, amcalar, analar ve babalar!

8.7.11

alfabeden kaderin senin için seçtikleri...


Elitizm, tabaka her neyse, kendini onun yüksekte konuşlandığını varsaydığın tabakalarına layık görmektir. Elitizm, ayağını sırf konfor ihtiyacı ile değil, dostlarının bir çoğu öyle diye ayağını yerden kesme, onlara ayak uydurma çabasıdır. Elitizm igrenç bir şeydir ama kabul etmeli ki vardır, ve elitizm seni saran zehirli bir sarmaşıktır.

Belki de “stres”gibi hakkı teslim edilmemiş bir olgudur. Ne demişlerdi? Stres insanın ilerlemesini sağlar. Düşünsenize stres olmasa kim takardı harf kalabalığından ibaret kısaltmaları? Ben diyim öss, sen de ösym, o desin lgs, öbürü desin kpps, digeri desin les (ve daha niceleri)

Ve fakat, elitizm dolmuşlardan nefret eder aslında. Bir tuhaf kokan nefesleri içine çekmekten, deodarant nedir bilmeyen, bilse de maddi bedelini ödemeyen insanlarla böylesine kucak kucağa yolculuklardan hiç haz etmez. Ahanda demin, kırmızının yeşil ışığa döndüğü anda, tozu dumana katarak bir anda sırra kadem basan, ve onu tuhaf kokular ve tümüyle kendine yabancı tiplerle hiçbir şartta istenmeyecek kadar iç içe bırakan jipli onun arkadaşı değil midir aslında.

Ve yerde bir klozet yatmaktadır. Çocuk sorar: “Anne bu ne?”

Yarı humanist

, yarı elitist tuhaf bir melez anne cevap verir:

“Evini tamir edecektir, ondan almıstır bu (alaturka) tuvaleti,”

Ve taşımaktadır dolmuşla.

Ve ah ne güzel ki bir zamanlar bir yerlerde okudugu gibi onun, fildişi kulelerde oturup hayattan bi haber değildir bizzat kendisi.

Demek dolmuşla da tuvalet taşınmaktadır. Binenlere tuzak, önüne bak, takılma, yapışma yere…Bu ne ki? Neler gördük biz…

Sigorta diye bir kurum vardır.Yüksek tabakanın tenezzül emteyeceig aylıklar icin çırpınanların yeri.

Oradasın işte. Berbat birgün. Hangi edebi kalem derdi? “Güneşin behri”

Saydır bakalım günleri.

Kaçgün kalmış emekliliğe.

Sen yalılarda doğanlardan değilsin.

Senin tanımlayan sıfatlar arasında şu 8 harfin bir araya gelmesi (bir mucize olmadığı sürece) pek muhtemel değil. Sıfat şu: rantiyeci…

Her bi şey olabildin ama onu olamadın.

Çocugun zaten kirada yaşadığınız evinizi bir gün terk ettiğinizde evi ne yapacağınızı sorar.

Cevap:

Hiçbir şey yapmayacağız.

O zaten bizim değil.

Nasıl bizim değil? İçinde eşyalarımız, anılarımız var ya….

Var, var ama bunlar onu bizim kılmaya yetmediler.

Yazık.

Oysa içinde binlerce sayfa okumuşluğum var benim. Tanpınar’la tanışma onu sevme, Maloouf’u beğenmeme, Pamuk’u şöyle bir tartma, Proust’a tapma…. Ne emek ne emek…

Duvar kağıtları var bir de, evi terk ederken okunmuş kitap kağıtlarından daha çok adamdan sayılacak…

Neydi
?

250 lira salon için

250 lira da kızın odası için cepten harcamıştık.

Edebimizden kiradan düşmedik.

Oysa kabul edin, bu ve diğerleri sayesinde evi adam ettik.

Sonra bir arkadaş geldi bir gün eve. İlk halini bilmemesinden mütevellit, dedi ki, sen pek sahiplenmemişsin bu evi galiba.

Öyle değil işte.

Aksine hiç.taşınmayacak gibi, ama yine de yarın taşınacak gibi sarıp sarmaladık biz bu evi.

Sordular

Ev sizin mi?

Kızarmamaya çalıştık, öyle ya elitizm kiracıları sever mi?

Yokkk, bizim değil

Biz çocuk okutuyoruz.

Ne pahallı işmiş be kardeşim. Üstelik kimileri hiçbir bok bilmedikleri halde sana (sırf kıçından ter damlaya damlaya okuturken sen çocuğunu) şunu deme hakkına başka türlü nasıl sahip olurdu:

“ Sınıf atlamak için okutuyorsunuz kolejlerde çocuğu”

Yanılıyorsun adam!

Yanılıyorsun.

Öyle gözküyor ki ben kızımı sınıf atlatmaya çalışıyorum. Okullara döktüğüm paralar olmasa, ev de benim olurdu, altımızdaki araba da son model.

O yüzden talep edilmemiş ve boyutsuz düşüncelerini kendine sakla.

Ve sonra, kaldığım yerdeyim. Gümlerimi saydırdım. 2 yıldan biraz fazla daha prim ödemeliyim.

Ama sonra emeklilik için yaşımı beklemeliyim.

Bir adam yaklaşır o anda yanıma.

Bir rica.

Nefesimi tutuyorum. Nefesinde senelerin bakımsızlığı kokuyor.

O ise ne yazabiliyor, ne de okuyor.

Benim için şunu doldurur musun? Diyor.

Aile elemanlarından hiçbiri okumamış, öyle diyor. Oysa çocuğu 87’li. Şimdiye bitirebilirdi bir üniversiteyi.

Kimlik numarasını yazarken forma, imceliyorum nufus cüzdanını.

Anne adı: “Perişan”

Evet, öyle.

İnanamıyorum, ama öyle.

Soyad , ise buram buram feodalizm kokuyor.

Güleyim mi ağlayayım mı?

Adam hayır dualarıyla yanımdan ayrılıyor.

İçim buruluyor.

Şanssız mıyım?

Şanslı mıyım?

Elitist miyim

Hümanist miyim.

Bilemiyorum.

İçim buruluyor….

Dolmuş durağına yürüyorum.

Tesadüf bu ya, bizi getiren dolmuş,dönmüş dolaşmış, yine bize denk gelmiş.

Biz kırmızı ışıkta beklerken, birileri yine tozu dumana katıyor.

Hala mürekkep kokan kağıdı okuyorum.

2 yıl 3ay daha prim öde diyor. Öde ki alfabenin senin için oluşturabileceği en iyi kombinasyon, R.a.n.t.i.y.e.c.i olmasa da, e.M. E.k. l. İ. L. İ. k olsun diyor…