12.12.11

Sürekli kanat çırpmak!


Kuşları uçarken değil süzülürken seyretmeyi severim, ve bisikletlileri pedal çevirirken değil de “rölantide” giderken. Sonra arabalar vardır, ya da şoförler mi demeli, yokuşta boşa alırlar, gram benzin harcamadan giderler. Pek tekin bir iş yapmadıkları aşikâr ancak keyif üstü kaymak halinde hani. İşte tüm bunlar güzel şeylerdir. Zaman zaman minimum enerjiyle varolanı devam ettirmek gerekir. Çünkü ruh da kanat çırpmaktan yorulabilir. Bırak biraz süzüleyim diyebilir. Böyle zamanlarda ruhumu kucağıma alırım, bir köşeye çekilir ve ona şarkılar mırıldanırım. Ben insan olduğumu böyle anlarım… 

28.10.11

İnsan egosu ile çalışan makineler...

Seyretmeyen kaldıysa seyredenlere anlattırsın; Matrix unutul(A)maz bir fenomen bir filmdir. (Fenomen ne demekse?)

Anlatmaya kalkarsak iş uzar, zaten bu yazıda aracı olacağı şey konusu değil bir (önemli) detayıdır….

Film denen sahte ama rüyalardan daha gerçek gerçeklikte yani Matrix’de görürüz ki makinelerin ele geçirdiği bir sistem vardır, ve her şeyin olduğu gibi makinelerin de varoluşunu sürdürmek için enerjiye ihtiyacı bulunmaktadır.

Enerji kaynağı ise insandır. Ensesinden ve dahi vucudunun çeşitli yerlerinden sokulmuş boru mu desek, kablo mu desek karman çorman bir şeyler vasıtasıyla insanların enerjisini sömürüp kendi dinamosu yapmaktadır bu makine ve seyrederken filmi, ondan tiksinirsiniz!

Çünkü sistemin kaynağı olan insanlar ne bitkisel hayattadır ne de değildir. Onlar yaşadıklarını sanırlar, gördükleri hayaller vasıtasıyla, ve belki de tam da bu yüzden yaşamaya ve söz konusu sistemin bekasına malzeme olmaya devam ederler. Bir diğer deyişle ruh hala bedendedir ve kimbilir ruh olmasa enerji ibreleri bu kadar tepe noktaları göstermemektedir.

İnsanı insan yapanın ruh olduğuna dair yaygın kanıyı destekleyen bir düşünce!

Henüz aksini kanıtlayan da yok zaten.

Bir köşe yazarı gibi kullanmak istemem kelimeleri, çünkü benim periskobum gündem maddelerini değil (hatta siyaseti bile değil) daha öteleri, daha berileri, varoluşun çılgın renklerini ve dehşetini algılamaya ayarlanmış. Fakat gün gündem günü…. Çünkü bir ucu varoluşa dokunuyor.

Biliyor musunuz? Son günlerde sosyal medya dedikleri şey bana Matrix’i düşündürüyor.

Düne kadar yokken, simdi nasıl olur da evrenin tüm köşelerinde mavi zemin üzerine beyaz ile işlenmiş kücük bir f harfi gorur oldugumuza dair acıklamalar var aklımın karmaşasının içinde…

Adı facebook, twitter ya da friendfeed, ne fark eder?

Beslendiği kaynak insan egosu.

Ne kadar da matrix vari bir durum.

İnsan enerjisi ile beslenen çılgın bir sistem.

Farkında olmadan hala yas tuttuğumu gördüm bugün.

Birkaç gün evvel bir arkadaşıma dediğim gibi: Hala toprak altında kurtarılmayı bekleyen canlar varken onu bunu şunu paylaşamam ben facebookta.

İnsanlar var, yeni yeni pozlar verdiklerini düşünüyorlar ama benim gördüğüm şey hep aynı duruş! Eğer burunlar güzelse özenle verilmiş profilden pozlar bunlar.

Ve bir de faşistler var tabi.

Soylara göre insan sınıflayan, empatiden yoksun zavallı insanlar bunlar.

Irkçı damgası yemek için illa toplama kampları mı inşa etmeniz gerek? Toprak altında hissedilen korkunun dehşetin ne olduğunu anlamaya çalışmamak, çaresizlikleri tanrının sopası olarak görmek, sizden olmayan sizin gibi olmayanları ötekileştirmek fırınsız –sabunsuz ırkçılık değildir de nedir?

Ve işte tüm bu ego kurbanları ile ırkçı deliler artık benim listemde değildir.

Ha bir de sosyal medyayı ticari bir alan olarak gorüp pişirdiği yemeği (saatlerdir enkaz altında aç susuz olanları pek de aklına getirmeden besebelli) paylaşanlar da öyle.

Daha cok temizliğe ihtiyacım var aslında.

Fakat sosyal medya denen şeyin matrixvari bir insan enerjisi ile beslendiğini görmek (sanki bilmiyormuşum gibi) hala beni sarsıyor.

Ki onlar ego denen şeyle besleniyor. O hiç oksijensiz kalmaya tahammülü olmayan, savaş- barış-deprem – yıkım – afet fark etmez illa ki ortalıkta olma derdinde olan şey; ego onun adı.

Ve er ya da geç benim içimde de bastırılmaya dayanamayıp gün yüzüne fışkıracak olan şey tam da bu işte!

Fakat biliyor musunuz? Yine de şu günlerde içimden sizlerle neşeye dair, güzel bir kadın olduğumu ispat edecek tüm yalan resimlere dair hiçbir şey paylaşasım yok, ama hiçbir şey…


6.9.11

Şimdi rahat mısın?

Dünyanın hiçe dönük bir yüzü var!

Bu durum içmiş insanı yoğurur, demler, bir kenara kor, içmemiş insanı ise sadece yorar…

Genelde yorgunum.

Gecelerin bir köründe uyanıp düşünce denizlerinde kaybolanım.

İşin kötüsü gece başlamadan evel sıfır,

Gece bittiğinde yine sıfır sonuç…

Elde var karmaşa!

Hiç niyet etmediği halde sabah ezanını duyanım.

Benden ve bir de niyet edenlerden başka herkes uyuyor…

Yan evde su şıkırtıları.

Birileri sonsuzluğa yüzünü dönüyor.

Ben kendi içinde kaybolanım…

Aslında yazarın dediği gibi:

"Hiç konuşmadan geçmeliyiz, hayatın bir ağırlığı kalsın diye."*

Ve aç kediler miyavlasın, ve aç çocuklar ağlasın diye…

Sen içini rahat ettir,

Sümüklüböcekleri ez ve vicdanın sızlamasın!

Şimdi rahat mısın?

Su şıkırtıları nafile!




Alıntı Cümle : Fadıl Öztürk
Resim: Suman

21.8.11

Epidermik ve topidermik farkındalık- hem de sürekli....

"Düşünce, dar giysilerden nefret eder!" der
Umberto Eco bir makalesinde.

Eco, savını kot pantalonla geçirilmiş günlerini özetleyerek destekler:


"Bu kıyafet bana bir tavır dayatmaktan da öte, dikkatimi tavrıma ve duruşuma çekerek, beni dışa dönük bir hayat yaşamaya zorluyordu. Diğer bir deyişle içselliğimi azaltıyordu. Benim mesleğimdekiler için etrafta dolaşırken kafanın başka yerlerde olması doğal bir şeydir: yazılması gereken makaleler, verilmesi gereken dersler, bütün ve parça arasındaki ilişki, Andreotti hükümeti, dindeki günah ve kefaret sorunsalı, Mars'ta hayat olup olmadığı, Celentano'nun son şarkısı, Epimenides paradoksu gibi. Biz buna "iç yaşam" diyoruz. İşte, yeni kıyafetimle, yeni yaşamım tamamen dışa dönükleşmişti. Ben ve pantolonum arasındaki ilişki ve ben, pantolonum ve içinde yaşadığımız toplum arasındaki ilişki üzerine düşündüm. Yeni bir toplum bilincine ulaşmıştım, diğer bir deyişle epidermik farkındalığa."

Epidermik farkındalık tek başına ise yine hafif atlattınız, bu işin bir de topidermik kısmı var ki değmeyin gitsin.

Demem o ki güzelliğe dair siz uyurken hatları çizilmiş standartlar kasıksal kasıntılardan sorumlu kot pantalonlarının altına bir de 10 puntoluk topukluları eklemişler de haberiniz yok.

Önümde bir genç çift, erkek olanı yürüyor ancak dişisi belli ki yürütülüyor. Kızcağız oğlanın kolunda sekiyor ya da topallıyor, çanta da ağır gelmiş zahir, o da oğlanın kolunda.

Tüm plajlarda olduğu gibi, en dişi- en kadınsı desenli tüm çantalar en kıllı, en erkek omuzlardan sarkıyor.

Bazen düşünüyorum da, bu erkekler bize iyi katlanıyor.
Tüm şıngırtılarımız, tıkırtılarımız ve fışırtılarımız arasında düşünce kapılarından uzak düşen beyinlerimiz de öyle...

31.7.11

Öldüren balkonlar




Toplam yaşımdan 4 yıl kadar eksik bir süredir bir sokak var ki, olmuş dünyamız.

Son 6 yıldır sadece onu değil, onu barındıran şehri, o şehri barındıran ili, o ili barındıran bölgeyi bile terk edip “demirkuş” uçuşu ile 1 saat, tekerlekli ve 40 kişili taşıma araçları ile 8 saat çeken mesafelere taşınmam ve taşındığım ilde “bir süre sonra gurbet yuvan oluyor,” lafını benimsemem bile bu sokağın hayatımdaki yerini pek değiştirmemiş.

Kimileri eksilmiş ve kimi bilmediklerim eklenmiş de olsa insanlar genel anlamda tanıdık.
Yazın izin verdiği mahremiyet sınırları içinde, kısaca güneş gözlüklerimin arkasından görebildiğim bu aşina suratlara selam vermenin mi vermemenin mi daha büyük bir samimiyet, hayır hayır daha doğrusu dürüstlük olduğuna karar veremiyorum. Ben bu insanları (artık) çok nadir görüyorum ve onlara onları gördüğüm için çok sevindiğime dair mimikler ve jestler sergilemem dürüstlük ilkeme karşı gelen bir durum. Onlara gösterdiğim içtenlik gerçek olsaydı ne kadar uzaklara gitsem de yine arar, yine sorardım onları. Bundan ötesi facebook arkadaşlığı! Soğuk, gereksiz ve boş!

Ve/ fakat alışkın olduğum balkon müdavimi yaşlı suratların yerini başka yaşlı suratların almış olduğunu görmek içimi eziyor.

Onlara şöyle seslenmek istiyorum:
“BU balkonda oturmayın, bu balkon hayat bitiriyor!”

Ve sonunda öldürüyor!

Biliyorum ki o balkonun ve diğer balkonların kuklalaşmış bedenlerine takılı yüzleri 15–20 yılda bir değişecek, ama o yüzlerde ortak olan tek şey gençlik ferinin silinmişliği olacak.

Ve bir de beklenti içeriyor olmaları.

Hayat, bayramlarda iç ezerek satışları arttırmayı hedefleyen şeker firması reklamlarındaki gibi olmak zorunda mı?

Hep bekliyorlar!
Gülmek için, gülümsemek için, önceleri evlatlarının, sonraları torunlarının gelmesini bekliyorlar.

Gelenler elbette var, ama gelenlerin zamanları şehirlerarası otobüs yolculuklarında verilen ihtiyaç molaları kadar dar!

Sonra herkes “demirleri alıp” kendi hayatına giden otobüste yola devam ediyor.

Balkon kuşları ise az biraz kesintiye uğramış bekleme süreçlerine kaldıkları yerden devam etmekte.

İzmir’in gün batımını kucaklayan körfezini gören ya da görmeyen balkonlarında çenelerini sarkıtıp arada uyuklayarak kah torunu torbayı, kah ölümü beklemeye devam eden yüzlerce hayat yorgunu var…

Oysa ben İzmir’i hayatı temsil eden bir şehir sanırdım, anladım ki yanılmışım, ya da daha da fenası bizzat ben kendim yaşlanmışım, beraberimde dünyam olan, tüm sokaklar, teyzeler, amcalar, analar ve babalar!

8.7.11

alfabeden kaderin senin için seçtikleri...


Elitizm, tabaka her neyse, kendini onun yüksekte konuşlandığını varsaydığın tabakalarına layık görmektir. Elitizm, ayağını sırf konfor ihtiyacı ile değil, dostlarının bir çoğu öyle diye ayağını yerden kesme, onlara ayak uydurma çabasıdır. Elitizm igrenç bir şeydir ama kabul etmeli ki vardır, ve elitizm seni saran zehirli bir sarmaşıktır.

Belki de “stres”gibi hakkı teslim edilmemiş bir olgudur. Ne demişlerdi? Stres insanın ilerlemesini sağlar. Düşünsenize stres olmasa kim takardı harf kalabalığından ibaret kısaltmaları? Ben diyim öss, sen de ösym, o desin lgs, öbürü desin kpps, digeri desin les (ve daha niceleri)

Ve fakat, elitizm dolmuşlardan nefret eder aslında. Bir tuhaf kokan nefesleri içine çekmekten, deodarant nedir bilmeyen, bilse de maddi bedelini ödemeyen insanlarla böylesine kucak kucağa yolculuklardan hiç haz etmez. Ahanda demin, kırmızının yeşil ışığa döndüğü anda, tozu dumana katarak bir anda sırra kadem basan, ve onu tuhaf kokular ve tümüyle kendine yabancı tiplerle hiçbir şartta istenmeyecek kadar iç içe bırakan jipli onun arkadaşı değil midir aslında.

Ve yerde bir klozet yatmaktadır. Çocuk sorar: “Anne bu ne?”

Yarı humanist

, yarı elitist tuhaf bir melez anne cevap verir:

“Evini tamir edecektir, ondan almıstır bu (alaturka) tuvaleti,”

Ve taşımaktadır dolmuşla.

Ve ah ne güzel ki bir zamanlar bir yerlerde okudugu gibi onun, fildişi kulelerde oturup hayattan bi haber değildir bizzat kendisi.

Demek dolmuşla da tuvalet taşınmaktadır. Binenlere tuzak, önüne bak, takılma, yapışma yere…Bu ne ki? Neler gördük biz…

Sigorta diye bir kurum vardır.Yüksek tabakanın tenezzül emteyeceig aylıklar icin çırpınanların yeri.

Oradasın işte. Berbat birgün. Hangi edebi kalem derdi? “Güneşin behri”

Saydır bakalım günleri.

Kaçgün kalmış emekliliğe.

Sen yalılarda doğanlardan değilsin.

Senin tanımlayan sıfatlar arasında şu 8 harfin bir araya gelmesi (bir mucize olmadığı sürece) pek muhtemel değil. Sıfat şu: rantiyeci…

Her bi şey olabildin ama onu olamadın.

Çocugun zaten kirada yaşadığınız evinizi bir gün terk ettiğinizde evi ne yapacağınızı sorar.

Cevap:

Hiçbir şey yapmayacağız.

O zaten bizim değil.

Nasıl bizim değil? İçinde eşyalarımız, anılarımız var ya….

Var, var ama bunlar onu bizim kılmaya yetmediler.

Yazık.

Oysa içinde binlerce sayfa okumuşluğum var benim. Tanpınar’la tanışma onu sevme, Maloouf’u beğenmeme, Pamuk’u şöyle bir tartma, Proust’a tapma…. Ne emek ne emek…

Duvar kağıtları var bir de, evi terk ederken okunmuş kitap kağıtlarından daha çok adamdan sayılacak…

Neydi
?

250 lira salon için

250 lira da kızın odası için cepten harcamıştık.

Edebimizden kiradan düşmedik.

Oysa kabul edin, bu ve diğerleri sayesinde evi adam ettik.

Sonra bir arkadaş geldi bir gün eve. İlk halini bilmemesinden mütevellit, dedi ki, sen pek sahiplenmemişsin bu evi galiba.

Öyle değil işte.

Aksine hiç.taşınmayacak gibi, ama yine de yarın taşınacak gibi sarıp sarmaladık biz bu evi.

Sordular

Ev sizin mi?

Kızarmamaya çalıştık, öyle ya elitizm kiracıları sever mi?

Yokkk, bizim değil

Biz çocuk okutuyoruz.

Ne pahallı işmiş be kardeşim. Üstelik kimileri hiçbir bok bilmedikleri halde sana (sırf kıçından ter damlaya damlaya okuturken sen çocuğunu) şunu deme hakkına başka türlü nasıl sahip olurdu:

“ Sınıf atlamak için okutuyorsunuz kolejlerde çocuğu”

Yanılıyorsun adam!

Yanılıyorsun.

Öyle gözküyor ki ben kızımı sınıf atlatmaya çalışıyorum. Okullara döktüğüm paralar olmasa, ev de benim olurdu, altımızdaki araba da son model.

O yüzden talep edilmemiş ve boyutsuz düşüncelerini kendine sakla.

Ve sonra, kaldığım yerdeyim. Gümlerimi saydırdım. 2 yıldan biraz fazla daha prim ödemeliyim.

Ama sonra emeklilik için yaşımı beklemeliyim.

Bir adam yaklaşır o anda yanıma.

Bir rica.

Nefesimi tutuyorum. Nefesinde senelerin bakımsızlığı kokuyor.

O ise ne yazabiliyor, ne de okuyor.

Benim için şunu doldurur musun? Diyor.

Aile elemanlarından hiçbiri okumamış, öyle diyor. Oysa çocuğu 87’li. Şimdiye bitirebilirdi bir üniversiteyi.

Kimlik numarasını yazarken forma, imceliyorum nufus cüzdanını.

Anne adı: “Perişan”

Evet, öyle.

İnanamıyorum, ama öyle.

Soyad , ise buram buram feodalizm kokuyor.

Güleyim mi ağlayayım mı?

Adam hayır dualarıyla yanımdan ayrılıyor.

İçim buruluyor.

Şanssız mıyım?

Şanslı mıyım?

Elitist miyim

Hümanist miyim.

Bilemiyorum.

İçim buruluyor….

Dolmuş durağına yürüyorum.

Tesadüf bu ya, bizi getiren dolmuş,dönmüş dolaşmış, yine bize denk gelmiş.

Biz kırmızı ışıkta beklerken, birileri yine tozu dumana katıyor.

Hala mürekkep kokan kağıdı okuyorum.

2 yıl 3ay daha prim öde diyor. Öde ki alfabenin senin için oluşturabileceği en iyi kombinasyon, R.a.n.t.i.y.e.c.i olmasa da, e.M. E.k. l. İ. L. İ. k olsun diyor…

20.4.11

6 milyar sabun köpüğünden biri!

Sabun köpükleri uzun ömürlü değildir, bilirsiniz. Bir üfürük ile bir nazlı salınım arasında geçen ömürleri üç beş saniyedir. Ancak köpüğün kendisine bu süre bile (kimbilir) belki uzun gelir.

Çünkü o plastik balonlardan bihaberdir. Haberdar olsa ne yazar! Kişi, gerçekliği kendi üzerinden algılar, ve sabun köpüğünün algılayabildiği zaman hep topu 3-5 saniyeden ibarettir, ona sonsuzluktan bahsetmek ise nafile.

Bir şair-yazar, Murathan Mungan, der ki,

“Hiçliğe inanmak istiyorum,hiçliğin varlığına.

Benim için cennet o. Artık hiçbir şeyin olmaması. Hikayesizlik.”

Ve bir çoklarının tersine ne sevdiklerini ister öte dünyada yanında, ne sevmediklerini… Ve hatta onca severek kullandığı kalemini bile (zahir)…

Hiçliği davet eder kendi adına kendine, hayattan bitap bir şekilde.

--

Bana ise nevrotik diyorlar;

Ne varoluşu- ne de yok oluşu çözülmüşler haneme bir türlü koyamadığım için.

İşte ben azılı bir nevrotik olduğum için hayatlarımızı sabun köpüklerine benzetmekteyim.

Üflendim, şimdi uçmaktayım.

Bir gün, yakınlarımda benimle beraber hayalsi ve az biraz delimsi uçuşlarını sürdüren diğer baloncukların duyabileceği ancak duyabileceği mini minnacık bir ses ile patlayıp zerrelerimi öz’e geri vereceğim.

Ötesi var mı?

Ötesi yok mu?

Bilmemekteyim.

Ancak sabun köpüklerinin güneş vurduğunda çeperlerine yansıttığı ebruli renklerin sarhoşu olduklarını bilmekteyim.

Bir ihtimal o nazlı, o sersem, o mest olmuş da huşu bulmuş uçuşlarını bu hayallere borçludur balonlar, hayat rüzgarlarına değil.

Ve her baloncuğun renklerle ettiği dans kendine hastır..

Ne olursa olsun, şimdi, kendi baloncuğumun iç çeperlerinde seyrettiğim çılgın renk dansları beni oyalamaktadır.

Ötesi var mı?

Ötesi yok mu?

Ruh gözümün irisine yansıyan metafiziksel renkler ve vardığım sonuçlar sadece benden gayrı olanlara değil, bana bile muammadır.

19.4.11

Geçmişin hortlakları...


Geçmişe baktığımda, acaba yiyemeden düşürüp karıncalara yem edecek miyim korkusundan arınmış koca koca çikolata paketleri görürüm…

Her bir anı- her bir hatıra, kendi başına bir paket çikolatadır benim için.

Başı olan, sonu olan, tüm belirsizliklerden arınmış tüm şeylerin bana verdiği engin huzur gibi tatlı çikolatalardır bunlar.

Tıpkı başından sonuna okuduğunuz bir kitap gibidirler.
Sona vasıl olabildiğiniz her şey gibi, tamamen sizin.
Kaderi, belirsizliklerin kara şövalyesinin demir pençelerinin elinde olmayan, başını da sonunu da bildiğiniz, belki de bu yüzden dost bellediğiniz filmler gibi...

Yine de,
geçmiş denen “eminlikler” tünelinden size doğru yürüyen her silüetin yüzü ışıklı değildir. Ve ışığa yaklaştıkça aydınlanan yüzünde sevimsiz bir hortlağın ifadesinin oluştuğunu görürsünüz denhşetle.

Oysa ne güzel başlar hayal!

Bir Pazar günüdür, geçmişin ülkesinde, o gün.

Tüm sülale hep beraber, kimse ölmemiş, ne güzel.

Ve piknik sepetleri çıkarılmakta bagajdan.

Güneş ve oksijen içinizdeki yakıtı boşalttığında daha bir enfesleşecek tayınlar…

Yerlere serilen battaniyeler, soyulmakta olan salatalıkların eşsiz kokuları, denizden gelen iyot, çam ağaçlarından gelen reçine kokusu.

Ve evet, huzursuz bir kız çocuğu…
Deli gibi koşuyor, kendine has tek ayağını çekerek, zıplar gibi bir havada.

Ne oldu kızım, diye soruyorlar…

Ya düşerse, diyorum.

Ne düşerse, diyorlar…

Bir piknikte dallardaki kozalakları gösteriyorum, bir başka piknikte ise dağları….

Ya düşerlerse,
Üzerimize düşerlerse….

-

Olan- varolan- olduğu gibi olan- olması gereken kozalaklar, ağaçlar, dağlar sonradan fark ediyorum, aslında hayatın ta kendisini temsil ediyorlar….

Ve şimdi hala, hem de belirsizliklerin kara şövalyesinin demir avcunda, gelecek bilinmez, şimdi ızdıraplı. Üzerime düştükleri zannı ile dağları tutmaya çalışıyorum, ve kozalakları, ve ağaçları.

Gücüm tükeniyor.

18.4.11

Hınzır Martı!


Bahar geldi, tüm canlılar bir tuhaflaştı!

Her ne kadar varoluş başlangıcı denizleri bir türlü terk edememiş, o yüzden de bizlere nazaran görece primitif kalan balık ve türevlerini gözlemleyemesem de onların da doğadaki pıtraklanmadan nasiplerini alıyor olduklarını düşünüyorum. En azından hayal ediyorum.

Denizlerden beriye, tuzlu suların (şimdilik) erişemediği yerlere baktığım da gördüğüm şey ise özetle telaş.

Tüm kış kalp atışını sıfıra indirmiş bir yogi gibi can yitimi yaşamış diklemesine odun parçaları şimdi ne olduysa birden bire ağaç olmaya karar verdiler mesela. Bakıyorum da tümünün dalları bir ergen suratı misali kabarmış, uçlar patladı patlayacak. Erkenci erik ağaçlarını saymıyorum, onlar fast foodcuların mens. yaşını 9-10 yaşlara çektiği şimdinin vakitsiz gençkızları gibiler zaten.

Karıncaların ise eli kulağında.
Birkaç haftaya kalmaz ev kadınları büfe çekmecelerinin kabartılı çıkıntılarını silmek, baharatlıkları boşaltıp boşaltıp yıkayıp kurulayıp tekrar doldurmak, aynalara sıçrayan diş macunu lekelerini temizlemek, yere fırlatılmış çorapları –tiksinmeden- toplayıp kirli sepetine atmak, zaten kaynatılacak olan mercimeği pişirim öncesinde 5 -10 su yıkamak gibi absürd işler listesine bir de faraş ve kürek eşliğinde karınca (kolonileri) boşaltımı yapmayı ekleyecekler. Sorunun bir kısmını ise onlar a çocukluklarından beri kakaonun hamura yedirilmesi gibi özenle yedirilen kültürel kodlara bağlayacaklar. Elbette karınca öldürmek hoş bir şey değildir! (yine de makro çekim bir karınca fotoğrafı fikirleri değiştirebilir! Sanırım hamam böceği bile karıncanın yanında iç güveysinden hallice bir fotojenikliğe sahiptir.)

Kediler ise şu aralar nüfus yoğunluklarını karıncalarınki ile eşitleyebilecekleri gibi bir zanna kapılmış durumdalar.
Kapımızın önünde salya sümük, aksırık- tıksırık tüm kış sefilleri oynamış olmaları bile hayata olan inançlarını bir nebze olsun kırmış değil. İçlerinde barındırdıklarını sandığım, dünyaya getirecekleri bebeklerin kendilerinden daha iyi şartlarda yaşayacaklarına dair umutların son derece safça olduğunu düşünsem de bu duyguyu yine de bir anlık bir unutuşa borçlu olduklarını düşünüyorum.
Çünkü hafızasız olan sadece insanlar değildir, kediler de unutur.

Kış biter gibi olup kara bulutların çekilir giib yaptığı erken ilkbahar günlerinde ben tüm bu kedilerin az biraz ısınmış toprağa huşu içinde yayıldıklarını ve yüzlerini ibadetengiz bir anlam doygunluğu içinde güneşe döndüklerini gördüm. O günler öyle güzel günlerdi ki, kediler tümvaroluşa dair karamsar fikirleriyle beraber Jean Paul Sartre’ı da, Nietzche’yi de unuttular. Sandılar ki kediye bundan böyle her gün bayram!

Ama olmadı.

Havalar, içlerindeki canlarla iki yandan pörtlemiş karınlarını zor taşıyan kedilerin üzerine üzerine karardı ve hatta sağanak yağışlar boşalttı.
Birbirinin çevresinde kurumlanarak dönen güvercin ve kumruları ise hiç anlatmıyorum. Çünkü muhtemelen yükseklerde hava daha soğuk ve onların poposu donmuyorsa başka hangi hayvanın poposu donuyordur bilmiyorum.

Yine de bahar üzerine bu kısa- anlamsız- ve öylesine yazımı karıncalar, kediler, ağaçlar, güvercinler ve kumrular bir tarafa bir hınzır martıya adıyorum;
Bugün deniz kenarında gördüğüm oyuncu bir martıya!

Türdeşleri balık peşinde buzz gibi suya dalışlar yaparken kıyıda kümelenmiş ve kafayı üremekle bozmuş güvercinler güruhuna sırf muzurluk olsun diye musallat olan martıya.

Çünkü oyun oynamak güzeldir. Çünkü eğer hayat bir oyun değilse (ya da öyle algılanmıyorsa) pek bir kasvetli, pek bir ilelebet kış değil de nedir?

7.4.11

Boş yoğurt kapları, ön bellekler ve iki kaş arasındaki hüzün yarıkları üzerine!


Bilgisayar terminolojisinde cache diye bir kavram vardır.


"Kısa kes!"ciler için açılmı "ön bellek",


"Uzun tut!" cular için açılımı: En son yaptığınız işlemleri değerlendirerek bir sonraki yapacağınız işlemi %90 tahmin edip bu bilgileri tutan ve ona göre davranan bir nevi ram'dir,


olabilir.


Özetle, örneğin internette girdiğiniz bir sayfanın resimleri cache'de depolanır (çünkü o, kıtlık yaşamış büyüklerimiz gibi bitmiş yoğurt plastiklerini bile atamayan bir zihniyettedir!). Düstur "bir gün lazım olabilir!" türü birşeydir...


Ve hakkaten de, saklanan neyse, bir gün gerçekten de ona ihtiyaç duyarsınız!

Örneğin,

kendinizi, evde yaşasalar aristokrasinin dört ayaklı şanlı birer temsilcisi olması kesin ama heyhat sokakta yaşadıkları için per perişan (fakat yine de mağrur elbet!) kediler için boş bir yogurt kabı ararken yakalayacağınız günler elbette çok uzak değildir.


Daha dün gece, yaşama amacı sadece ve sadece insanların dişinin kovuğuna gitmek olarak algılanmış bir tavuk, muhtemelen 8-10 taksitle alınmış markalı bir düdüklüde türünün görüp görebileceği son eziyete maruz kalmış ve kısa ömründen geriye size iri bir erkek elinin iki avcuna sığacak kadar fani ama yenilebilir bir beden ve bir de bayatlamaya yüz tutmuş (ve artık insanoğlunun kendine layık göremediği) ekmeklerle birleştirildiğinde sevaplar hanesine artı olarak kaydedilecek (umarım!) bollukta bir protein suyu bırakarak biraz eşelenme ve biraz (bi ihtimal) eşleşmeden ibaret hayatını terk ederek gitmiştir. Böylesi uzun bir denklemin sonu elbette boş bir yoğurt kasesine dayanır.


Ölüp bu dünyadaki yuvasını evlatlarının didik didik boşaltma eylemine terk eden dedenizin mutfak dolaplarında bulduklarınız gibi (ki bu boşaltmanın amacı tamamen ve tamamen bir hayattan daha ne alabilirim türü iğrenç bir istek değil sadece o hayatı sıfıra indirgemekten başka bir çarenin olmadığı çaresizliktir!) tüketilip özenle yıkanmış yoğurt kapları ararsınız naçar, dolaplarınızda.


Anlarsınız ki boş bir yoğurt kabı birden çok anlam içerecek kadar doludur aslında; hem yaşarken zor zamanlardan geçtikleri aşikar ölülerinize bir ağıt, hem de mekanı sokaklar olan dört ayaklı dostlarınıza birer umut kapısıdırlar...


Tekrar kullanılabilirlik fikri bu işin özüdür.


Bilgilerin ekranlardan tercihe bağlı şekillerde aktığı şu çağda kimileri ona cache der.


Sık tekrarlanan eylemler "cache"e başvularak zamani ve maddi karlara dönüştürülebilirler.


Bu sayfaya daha evvel de girdin, o halde bu sayfadaki resmi cache'den verelim sana, böylece hem daha çabuk çıksın karşına, hem de kotadan kar et türü bir şeydir işte bahsedilen....


Ve bu tür bir cimrilik insanı kaçınılmaz bir şekilde botoks gerektiren kaş aralarının sahiline vurdurur!


Hatırlarsınız!

Özgürlüğünüz uğruna (hani her gün yoklama yapan arkadaş gruplarına inat) pek takılmadığınız fakültenizde kimi gizeme prim veren insanlar arasında adınız "çatık kaşlı kız"mış...

Anlarsınız,

aynada boy gösteren hüzünlü hayalinizin kökleri okul yıllarına dayanır.

Sinirlenirsiniz,

alnınınız tam ortasında bu otomatik eyleme karşı oluşturulmuş bir cache vardır!


Ve o demektedir ki sen nasılsa çatacaksın, ben önceden çatayım da zamandan ve mimikten tasarruf edelim.


İyi, edelim, edelim de, yüzünüzdeki ifade sizin özetinizdir diyenlere ne diyelim.

Bütün bir ömrü çatık kaşlar cache'inde geçirmek ruhumum tekamül yolculuğuna bir arpa boyu yol ilerlemeyi bile çok görmüştür mü diyelim...


Ve sonra botoksu düşünelim.


Ve bilelim,

ne ruhumuzu, ne de ruhlarınızı kandıramayacağımızı bilelim.

Yine de bir kahvenin hatırı kadar olan ömür boyutunda gülmekten çok hüzünlenmeyi tercih ettiğimizi unutmayı deneyelim!