25.3.08

Bırak bahar işini yapsın…

Biz insanların da kovuğu var; evleri…


BU kovuklar içlerine birlikte “doluşacağınız” insan konusunda doğru seçim yaptıysanız öyle büyük bir çekim gücüne sahipler ki yanlarında demir ile mıknatısın aşkı önemsiz kalır.


“İki insan” ve “koca bir ev” kelimeleri bir cümle içinde geçmekteyse eğer bu cümleye uygun fiil “doluşmak” olmamalı gibi değil mi? Oysaki öyle…


Bedenler, bedenlerin gereksindiği yiyecek içecek- kıyafet- aksesuar vs gibi “detaylar” bedenlerin çevresindeki auralar daha da ötesi ve en geniş yer talep eden kocaman kocaman ruhlarınızla ne kadar çok yer kaplamakta olduğunuzu bir bilseniz.



İşte birbirinin içine geçmiş onlarca halkanın bir başka halkalar silsilesi ile çeşitli kesişim kümeleri, alt kümeler, kapsayan ve kapsanan kümeler oluştura boza sürdürdüğü bir matematik dersi son toplamda hayat.

Belki de bu yüzden çıkışı huzurla bulmak için keskin kenarlar ve dönüşlerden ziyade dairesel ve zarif hareketler hak eden yuvarlak hatlı bir labirent eviniz. VE dahi sadece çıkışı değil, girişi de huzurla bulabilmeniz için gerek tüm bu zarafet.

Böylece akşam olup da kovuğunuzun sizi çekme gücü yoğunlaştığında az sonra “dünyanızın” merkezine doğru ayaklarınız geri geri gitmeden yola koyulacağınıza emin olursunuz. Çünkü didişmek insana berbat hissettirir, bu garantilidir.

Eğer ki evinize giden yolda sağda solda gördüğünüz küçük detaylar (ki kimisi yamuk duran bir kaldırım taşıdır, kimisi bir reklam panosu) bile güzünüze hoş görünüyor ve sizden cömertçe hoşgörü alabiliyorlarsa işte o zaman birlikte bir hayata “doluştuğunuz” insanlar veya seçimlerinizle ilgili içiniz rahat demektir.

Ve bir önceki gün süpürdüğünüz kapı önü döşeme taş yolda, taşlar arasında ertesi gün yine ve yine büyük bir azimle oluşturulmuş karınca yuvaları kumulları görürseniz mesela, ve derseniz ki

Bırak bahar işini yapsın,

o kovuk dairesel ve zarif hareketler hak eden yuvarlak hatlı bir labirenttir, içinde ise bu dünyada birlikte olmaktan, aynı labirentte kesişip – kaybolmaktan haz alan ruhlar dolaşmaktadır...





NOt:Gecikmiş bir sevgililer günü hediyesi...

23.3.08

Sallanır ama Batmaz....


Son zamanlarda aklımda dolanıp duran üç kelime:

“Fluctuat nec mergitur”
Ya da /ve aslında / şu şekilde:
“Sallanır ama batmaz.”

Kanın ve gözyaşının uğruna ve uğrunda sular seller gibi akıtıldığı dünya başkentlerinden birine, Paris’e adanmış bir söz(müş) bu.
Ama Paris benim için koca bir yalan.
Benim hayatımın bundan sonraki “başkenti” kızım.
Uzun kirpiklerinin ucunda dikilip geleceğe baktığım, gamzelerinde kaydırmaç oynayıp, kalkık dudağında oturduğum, oturup da ayaklarımı neşe ile salladığım, boncuk gözlerinden evrenin kara deliklerine daldığım, yorulup da keman kaşlarında yattığım bir başkent bu…

Ve tüm başkentlerin doğmadan önce bekleştiği bir yer olmalı…
--
Kendini bilmez yeniçağcılar var oluşa dair işte böyle romantik yaklaşımlara sahiptirler…
VE hatta seçtik lerine ve seçildiklerine inanırlar; ama kendilerini ilgilendirmeyen insanlarca yalan koltuklar için değil, içlerine doğdukları aileleri ve oluşturacakları aileleri. Hem de çok önce, çoklar çoku önce….

--
İşte bu yüzden bir arkadaşımın minik oğlu bir gün annesine “annem olmam için seni ben seçtim,” dediğinde mutlu oldum. “Nasıl?” sorusuna gelen cevapla mutluluğum arttı ama son noktada şaşkınlığa dönüştü…
Minik oğlan doğmadan önce ona bir sürü kadın resmi gösterildiğini bildiriyor. Bu kadınlardan biri henüz o zamanlarda genç bir üniversite öğrencisi olan ve evlilik veya nişanlılık türü herhangi bir bağı olmayan sonraları annesi olacak kadın; arkadaşım…
Peki neden beni seçtin diye soruyor arkadaşım oğluna… O da diyor ki, en çok senin beni sevebileceğini hissettim.
Peki ya baban, diye soruyor arkadaşım. Babalar seçilmez, onlar sonradan gelirler diyor minik oğlan.

Bu konuşma olduğunda 3-4 yaşlarındaymış Uğur.
Sonradan sonradan reiki’di – yogaydı- yen çağdı çeşitli arayışlara giren annesi o günlerde tüm bu egzantrikliklerden bihaber, dolayısıyla oğlunu etkilemiş olma ihtimali sıfır.

Hamileliğimin ilk günlerinde anlattı işte bu hikayeyi bana arkadaşım. Son cümleyi de karnımı gösterip “işte anla ne kadar özel biri olduğunu,” diyerek tamamladı.

Birinin taa öteki dünya veya dünyalardan gelip de beni seçmiş olması fikri çok hoşuma gitmişti. Sorunlu geçen ilk haftalar daha bir katlanılasıydı artık.
Öyle ya, o biri dünyadaki tüm kadınların sevebileceğinden daha çok seveceğime inanmıştı onu. Böylesi bir inanç nasıl olur da karşılıksız bırakılırdı? Elimden geleni ardıma koymamaya kararlıydım, daha ilk günlerden karnımı sevip okşamaya başladım. Ancak bu durumda az biraz da olsa bir egoizm vardı. Dokunduğum karnımdı. Hamileliği sevdim, yollarda yürürken vitrinlerden yansıyan görüntümü sevdim. Biraz kafam karıştı. İçimde yeşeren hayatı mı, yoksa o hayat aracılığıyla kendimi mi daha çok seviyordum bilemedim. Yine de sayfalar dolusu yazılar yazdım henüz doğmamışıma. Bunlar aşk mektupları gibi tozpembeydi. Odağı belli ve netti. Ama ben bekledim. Birer birer sayarak haftaları bekledim, 9 ay sonra gelecek cevabı…

Dünyaya geçiş yapan bir ruha kapı olmak kolay bir iş değil. Bunun sarsıntısını, ve tekrar “tekilleşmenin” şokunu atlatmam sayılı ama çokça saat aldı. Ancak kızımın doğmadan evel benden almayı umduğu tüm başka kadınlarınkinden çok daha fazla sevgi sonunda geldi kalbimdeki yerini aldı. Böylelikle kalbimin ne kadar da büyük olduğunu görmüş oldum. Ya da büyüklük göreceli bir kavramdı. Eğer kalbimiz yumruğumuz kadardıysa yumruğum da göründüğünden çok daha büyük, belki de evren kadardı… Fakat hastalıklara karşı gücü sıfır noktasındaydı.

Üzerine titremek nedir, hangi sınırda başlar hangi sınırda biter kimse bilmez. Kendince bir şeyler yaparsın. Sadece kendince korur kollarsın. Ama yetmez. Çünkü doğmadan önce bekleştikleri yerler ruhların, son derece temizdir ve hastalıklardan muaf. Bulutların üzerinden ne beklenebilir ki zaten ve dahi dünya bu kadar pis ve kokuşmuşken, alışma sürecinin bu denli zor olmasına aslında hiç ama hiç şaşırılmaz.

Ama ben hala şaşırıyorum işte.
Bir doktor dan bir doktora,
Bir hastaneden bir hastaneye,
Bir gün serum kolunda, bir gün mercekli bir alet kulağında, bir gün kameralı bir çubuk burnunda…
Büyükçe bir ekrana yansıyan görüntüyü seyretmekteyiz babasıyla. Kanallar, yollar aşıyor minik kamera…
Büyük geniz etlerinden, onun sebebiyet verdiği kulak iltihaplarından bahsediyor doktorlar.
Sonra rota virüsü diyorlar fışkırarak kusmalarına ve ishallerine. Ve beklide çilektendir diyorlar ağzının yüzünün kurbağalar gibi şişmesine…
Tüm bunlar aynı zamanda olmuyor tabi.
Ama kreş kapılarında yakalayıp beni, ben size bir şey diyim mi, bir de şu doktoru deneyin dedirtecek kadar kimi insanlara, sık.
Çok hasta oldu bu çocuk deniyor. Niye böyle.. Nazar diyorlar ya da. Ve ya çalışan kadın ve çalışan çocuk dertleri vesaire.
Bense annelik hakkında düşünüyorum şurada burada, ruhum dar son zamanlarda… Sallanıp,sallanıp duruyorum. Yorganların titremelerime yetmediği bir gecenin ortasında kusan evladım için yataktan sapa sağlam fırlıyorum, her yeri temizleyip, gereken ilaçları içirip, yatağıma ve ara verdiğim titrememe geri dönüyorum.:
"Sallanır ama batmaz" diyorum, huzursuz bir uykuya dalıyorum.

19.3.08

Yüz- Poz ve Yaz


Şu aralar peşine düştüğüm yegane dergi “K”.

Peşine düşmek derken, şehir dışında oturduğumuz için “şehre kim inerse bana K alsın,” türü bir tavırdan bahsediyorum.

Fakat hayat arkadaşım bu istekten muaf. Bunun nedeni bir önceki haftanın K dergisi ile bir sonraki K dergisini kapaklarından ayırt edemiyor olması… O nasıl mı oluyor? Basitçe şöyle: Eşim evvel ezel yüz hafızası sıkıntısından muzdarip. Bana anlattığına göre oldukça büyük bir istihdam alanı olan iş yerinde kendisine selam veren bir çok insanı genelde tanımadan selamlıyormuş. Nasıl olsa ve mutlaka tanıyorumdur diyormuş kendine. Ve hatta bu tavrı işyeri sınırları içinde de bırakmıyor sokakta da kendisine verilen tüm selamları “cansiperane” veya planjona atlar gibi karşılıyormuş. Bu elbette güzel bir şey, tabi selam verip (alıp) borçlu çıkmamak kaydıyla…

BU konuyu bir iki cümle ile es geçmek isterdim ama, peşimi bırakmıyor; beni biraz daha anlat diye adeta yalvarıyor bana… Çünkü bu eğlenceli bir mesele…
Yüz hafızası konusunda “engelli” bir adamla yaşamak eğlenceli aslında. Mesela güzel bulduğu artistleri onlar saç modellerini değiştirdiklerinde tanımaması, ve sorulduğunda onların gözlerinin rengini (ve dahi renkli olduğunu) bilememesi güzel bir şey. Böylesi bir kabataslak algı size kendinizi iyi hissettiriyor açıkçası. Çünküüüü, Çünküüüüü sıradan bir ölümlü olarak film yıldızlarının estetik cerrahi, tıp teknolojisi, kozmetoloji ve photoshop olgularından aldığı destekleri alma ihtimalim yok. Peki eşim “son tahlilde kimin gözlerinin rengini hatırlıyor olacak? Elbette benim:”Kahverengi”

Dönelim K dergisine…

Şehre birlikte indiğimiz günlerden birinde, ben mahşer yerini andıran dergici raflarında büyük bir iştahla deşinip hedefime ulaştığımda yüzümdeki zafer ifadesini şaşkınlığa dönüştüren bir cümle çıktı eşimin ağzından:
“Bu dergi sende var. Neden alıyorsun?”

“Nasıl yani?”

“Geçen hafta aldık ya bunu, yenisi çıkmamış işte…”

“Yok yahu, bu yenisi işte.”

“Hadi canım… O halde kapakta niye aynı adamın resmi var?”

“Yok yahu, bu aynı adam değil…”

“olur mu canım pozları bile aynı…”


Mesele anlaşıldı.
Aslında anlaşılmadı.

Küçük bir tereddüt geçiriyorum. Bu kez eşimi abuk subuk konuşturan yüz hafızası ile ilgili zoru olmayabilir. Ben hafızamı kurcalıyorum, hakkaten de geçen haftanın kapak resmi ile bu haftanın kapak resimleri, ve dahi bir çok haftanın kapak resimleri birbirine çok benziyor.

Söylemedim, söyleyeyim.
Gerçi bilenler bilir; K dergisi bir nevi edebiyat dergisi. Her hafta 5-6 yazarın (bazen şairin) hayat hikayelerini anlatıyor. Benim gibi hem biyografilerden, hem güzel anlatımdan hoşlanan hem de yazma eylemine “kısmetse” gerçek bir yazar olarak adanmayı arzulayan bir kişi için bulunmaz nimet anlayacağınız.

Öyküvari bir anlatımla gelmiş geçmiş – ünlü ünsüz (çoğunluk ünlü) bir çok yazarın hayatını size sunan dergi sizin yazarlıkla ilgili ipuçları toplamanıza ve bundan sonra alacağınız kitabın ne olacağını seçmenize bir hayli yardımcı oluyor.

Fakat yazar olmaya çalışan kişilere veya tescilli bir yazar da olsa hala olması gerektiği biçim ile ilgili bilgi toplamakta olan şahıslara bilmeden de sunduğu mesajlar var.

Bu mesajlardan en dikkat çekicisi bana göre şu :

Yazarsan fotoğraf çektirirken vucudunun ve başının alması gereken belli şekiller var (kardeşiiim).

Bu poz genelde doğal ve umursamaz bir postür almanı gerektirse de aslında genelde son derece anti doğal ve çok da umursar (bir tavır sergiliyor)

Bu durumda gözetlenen ve gözetleyen dualitesi gerçekleşiyor. Nasıl mı? Öncelikle dmagoji sevmeyenlere küçük bir uyarıyı borç bilirim: demagoji sevmeyen parantez içini okumasın --- (öyle ya , fotoğraf bir penceredir ve o pencereden bakan gözetleyendir- her ne kadar gözetleme eylemi gözetleme nesnesinin durumdan haberdar olmamasını gerektirse de yazar fotolarında bir istisna var. Çünkü onlar aslında fotoğraflarının çekildiğini bilmiyormuş gibi bir tavır sergiliyorlar. Eh bu durumda fotoğrafa bakan kişi de gözetleyen konumuna düşüyor. )

Parantezi okudunuz ya da okumadınız, özetle sonuç şu: yazar fotoları ben de genellikle gözetleyen suçluluğu yaratır.
Aksi takdirde bir adam fotoğrafının çekildiğini bile bile nasıl olur da elindeki sigarayı bir kenara koymaz (kardeşim)? Hani kendine bir çeki düzen vermez ya da. Ne o öyle saç baş dağınık, genelde objektif harici her yere bakma durumları ve elde mutlaka bir sigara. Es kaza objektife bakılmışsa da ellerden biri mutlaka şakakta ve gözlerde inanılmaz derin bir mana….

En büyük ideallerimden biri olan gerçek bir yazar olmak ( o nasıl bir şey henüz bilmiyorum ya) ile ilgili düşüncelerimi tekrar gözden geçirmem gerektiğine kanaat getirdim ben.

Genel geçer kurallarla yazar olarak anılmam için sanırım sigaraya tekrar başlamam, biri eline fotoğraf makinesi geçirir geçirmez derhal sigara paketime uzanmam. Saçlarımı her daim dağınık bırakmam, hedef harici heryere bakar gibi yapıyor olmam ve o esnada 82. kitabımın konusu ne olsun acaba diye düşünür ifadesi takınmam gerekiyor gibi…

Ancak bu durum bende ideallerim ve aşkım arasında kalmışlık hissi yaratıyor.
Bir şey değil, tabir ve tarif edildiği gibi yazar olmak, eşimin beni diğerlerinden ayırt edemiyor olması anlamına gelecek ki ben buna yokum…



16.3.08

Büyümek....

Çizgi filmlerden çizgi film beğenilmiş.
Oyuncaklardan oyuncak
Velhasıl tüm ganimetler ortaya serilmiş
dünya üzerinde yaşanan 3 yıl içinde toplanan…

Tüm bunlar bir erkek için.
Minik kızımın elbette çok seçim şansı yok.
Küçücük yaşam dairesine dahil olabilen üç beş küçük adam arasında en yakışıklısı değil , en popüleri değil en iyisi değil sadece ve sadece o gün eline ya da evine düşen,
onun için BİRİCİK…

Herkes geriye kahramanı beriye….
Fakat bu dünyanın atasözleri var sarf edilmiş ve
her daim haklı çıkma arzusu içinde…
Kaçan balık büyük olur
Ve çantadaki keklik “lezzetsiz” elbette…
Zaman göreceli bir kavram…
Henüz üç beş yıldır var olan biri için bir saat bile yeterince uzun bir zaman:
Akreple yelkovan tam bir tur atmadan atasözleri zuhur ediyor saklandıkları kuytulardan.

Ve…

Küçük bir erkeğin küçük omuzlarına dünyanın merkezi olma sorumluluğu ağır geliyor,
“BEN GİDİYORUM!” diyor.

Sesi ince, bedeni narin, saçı lüle lüle ve pembeler içindeki taraf isyanda…

“Gitme!” diyor.

Karşı taraf henüz kararsız… Önemsenmek güzel bir duygu aslında. Bir kere daha görmekte fayda var güzelin önünde eğildiğini…Duraklamak yeterli.

Pembeli etkiyi arttırmak maksadıyla cümlelerine dürüstlük katıyor:
“Gitme, gidersen üzülürüm… Çok üzülürüm….”

İşte o zaman erkeğin gözlerinde yeni çekilmiş bir kılıcın keskin ışıltısı parıldıyor.

“Gidiyorum,” diyor…

Elbette gidecek,
Başka türlüsü beklenemezdi…
Artık önüne serilen tüm legolar, tüm çizgi filmler, kekler, çikolatalar ve dahi mahsun bakan gözler tümüyle ama tümüyle değersiz…

Zamanın pişirdiği anne içinden kızıyla konuşuyor:

Bekle kızım biraz,
Büyümen zaman alacak…
Büyüdüğünün kanıtı ise
seçimlerin olacak…

Ve zaman sana annenin düşüncelerini duyabilme gücü kazandıracak....

10.3.08

Zemheri

Zemheri fırtınasına 5 gün kala yılın ilk karı yere düştü. Döne, döne, naz yapa yapa ama velhasıl güle oynaya.
“Yeryüzünün cazibesi,” diye mırıldandı, kim kapılmadı ki, sen kapılmayasın !”

İçerdeki sıcağın dışarıdaki soğuğa direndiği noktada
camda,
buğu vardı.

Az önce (belli ki) ince uçlu parmaklarla buğu gölü aralanmıştı. Bir çift kahverengi göz bahçeye bakmaktaydı…
“Yakından bakmalısın,” demişti anneanne ona. “Kar tanelerinin birbirinden ne kadar da farklı olduğunu görmek istersen biraz daha yaklaşmalısın,
hatta çokça yaklaşmalısın.
Çokça!”

“Kalabalık” bir Salı günü, kafeteryanın sigara kokan, ter kokan, parfüm kokan ve kahve kokan bedenler silsilesi arasında çokça yaklaştı o da ona….

Kafeteryanın banko arkasında deliler gibi koşuşturan, üç kuruşa talim üç beş adamına doğru uzanmış onlarca el var…Şıkırdayan veya hışırdayan paralar taşıyan eller bunlar. Kahve almaya çalışıyorlar, ya da bir başka dolaylı uyaran ya da uyuşturan. Üst üste biniyorlar nerdeyse, korkunç gözüküyorlar...

Fakat onlardan bir tanesi,
sarı saçları omzuna dökülmüş bir oğlan,
biraz ayrık duruyor…

Ne istediğini biliyor, diğerleri gibi bir bardak sıcak kahverengi suyun içinde bir miktar kafein…
Fakat belli ki istekdaşları ile daha başka hiçbir konuda ortak bir noktaya sahip olmak istemiyor. Derin ela gözlerinde herkesin ayırt edemeyeceği bir tonda tiksinti, bedenini biraz, ama ruhunu çokça gerilere çekmiş, güruhtan uzak duruyor.

Kız düşünüyor : “Fırtınanın her nasılsa diğerlerinden ayrı bir noktaya savurduğu bir kar tanesi….”

Sonra bir itişme.
Güruh dalgalanıyor. Ela gözlerde yansıyan ayrık otlarında görüyor kız, o artık dayanamayacak, renkler renklere karışıyor. Yeşilin ela denilen tonuna, sarı karışıyor.
Oğlan sarı saçlarını savurdu ve gitti.
Kız koskoca dünyada tekrar yapayalnız.
Bu A Ş K.


--
“Bahar ona yardım etti,” diyor arkadaşı.
Ağzında kuru bir dal, sırtını sarı çiçekli bir ağaca vermiş.
“Dağ taş bayır gibi, kalbin de yeşermeye hazırdı işte raslaştığınızda. Buna bahar çarpması derler… Ne bir eksik, ne bir fazla.”

“Her şey formüle edilemez oysa,” düşünüyor ama söylemiyor kız bunu arkadaşına. Ne Mart’ın 11’i, ne Ocak’ın 28’i ne de bir sevgiliyi düşünmek için yılın en uygun ve uzun gecesi Haziran’ın 21’i fark etmez… 365 günün her biri ama her biri o renk deryasında, döndükçe beyazlayan ve göz alan renk tayfında kendini kaybetmek için en güzel gün.

Kız düşünüyor :
Bu A Ş K…
--

Yakından
Daha yakından
Tenlerin ömür çemberlerindeki teğet anlarından birinden
Koynundan bakıyor kız ona..


Isınmış ve soğumuşlar. Hareketlenmiş ve durulmuşlar. Nefessiz kalmış ve nefeslenmişler…

Sarı saçlar elmacık kemiklerine, bir çift narin deri ela gözlere örtü olmuş.

Kız düşünüyor
Bu A Ş K…

--

“Göz kapakları ruhu örter mi?” diye düşünüyor oğlan.

Bu kadar yakın ve bu kadar iç içe olmak ona göre değil… Rüzgarın her nasılsa farklı bir yere savurduğu bir kar tanesi gibi hissediyor kendini…

Zamanı geliyor, yakında eriyecek.

Hep yanlış yerde, hep yanlış zamanda…

Oğlan düşünüyor :

Bu Ş E H V E T …

--

Yerçekimine kim karşı gelebildi ki sen gelesin..
Kanatlarını koparan kendinsin…
Bilinen yollarla uçmak haram sana..
O halde başka türlüsünü denemelisin.

--

Zemheri fırtınasına 5 gün kala yılın ilk karı yere düştü.

“Yakından bakmalısın,” denmişti ona, yakından baktı..

Kar tanelerinin hepsi birbirinden farklıydı…

Ancak hepsinin ortak bir yönü vardı.

Zamanları dardı…

Fakat rüzgarın her nasılsa başka bir yere savurduğu kar tanesi hepsinden aceleci davrandı.

Herkesten önce toprağa karıştı…




Not: (Bir kaç parçası hariç) Nirvana'nın tutkulu bir hayranı değilim.
Ancak Cobain'in dünyayı terkediş tarzı herkes gibi benim için de şok ediciydi.
Bir kaç hafta evel ilk paragraflarını bana zorla yazdıran "Zemheri" ise en azından başlangıçta Cobain'le zerre kadar bağı olmayan, kendince özgür bir hikayeydi;Ama yarım bir hikaye.
İki gün evel Youtube'da "Something in the Way'i dinlerken, ya da seyrederken mi demeli, bir adamın boşa giden hayatının derinlerine daldım. Ya da daldığımı sandım.
Sonra,
akşam olmadan hikaye bitti.
Kendiliğinden...