7.6.06

......Hayat bir gündür o gün de bugün,
demiş biri…

Bu durumda hayatımın bana verdiği şekil evin hanımından çok hizmetlisi gibi gözükmek olarak özetlenebilir …(bereket + muhtemel ki yarın hayat başka olacak…)

Sabahtan beri bir telaş, hayatımdaki dağınıklıkları toplamaya, lüzümsuzlukları atmaya çalışıyorum.

Kitaplar arasındayım ve kitaplık rafları arasına sıkışmış incik-boncuk-yün- tığ- deniz kabuğu ki o göründüğü gibi değil - kulağını dayadığında içinde bir okyanus olduğunu göstererek sana haddini bildirir, kaşı kalın eski vesikalıklar, atmaya kıyılamamış konser programları, telefonlu talimatlarla çiçekçi tarafından yazılmış “seni seviyorum” notları, artık yüzüne bakılmayan ama yine de atılamayan eski fotoğraf makinesi ve onun zoomları filtreleri, doğmadan önce ve doğduktan sonra niyetiyle kızıma yazılmış notlar içeren defterler ve daha neler neler arasında…

Gençken, yüzüm hep öyle def gibi kalacak zannettiğim, kısaca tuzumun kuru olduğu zamanlarda, “yaşlanmaktan korkuyor musun?” diye sordular bana…

Yaşlanmayı önce çirkinleşmek olarak algılamış olmalıyım ki, yüzüme düşecek her çizgi beni ben yapan çizgidir onları niye sevmeyeyim ki demiştim…

Şimdilik hala tuzum çok da ıslanmış sayılmaz, ancak iki kaşımın arasında bir derin yar var ki ne güzel de anlatır beni ben yapan cevabı verilmemiş hayata dönük sorularımı…

Kütüphanelerimin rafları arasında onlarca, yüzlerce beni ben yapan nesne, sabahtan beri uğraşmaktayım beni ben yapanları elemeye.

Unutuşun çöplüğüne birkaç tane daha anı nesnesi yollamaktayım….

Hatırlamak için nesnelere ihtiyacımız var çoğu zaman ne yazık ki.

“Bilgi bombardımanı” diye popüler bir deyiş vardı, yerini “bilgi kirliliği” lafına bıraktı…

Diyorlar ki, tüm kitle iletişim araçlarından gelen binlerce lüzumlu-lüzumsuz mesaj beynimizin kapasitesini (en azından kullanabildiğimiz kapasitesini) doldurmakla meşgulken beynimize tek seçenek bırakıyormuşuz: çok eskilerde kalan, artık sıklıkla düşünmediğimiz şeyleri, anıları, bilgileri yenilere yer açmak için silmek… Kısaca ve acımasızca söylemek gerekirse “delete etmek”…

Bir bilginin silinip gitmemesini istiyorsanız onu daha sık aklınıza getirmek zorundasınız… bu durum da unutmak istemediğiniz olay ile ilgili nesneler en yakın dostlarınız….

Şimdi bir seçim yapma zamanı:

Odamız botoxlu bir yüz ifadesi kadar detaysız ve kırışıksız ama geçmişsiz mi olsun?
Yoksa bırakalım anılı-kimlikli benlikli ama dağınık mı kalsın…..


Resim not: Van Gogh'un kendi çizimi ile kendi odası... Posted by Picasa

3 comments:

Annelog Atölye said...

Çok güzel anlatmışsın, neyi ne kadar ne zaman sileceğimiz ve yenilere ne kadar yer açacağımızı beynimiz otomatik ayarlıyor da bazen müdahale etmek gerekiyor galiba.

Zeynep B. said...

yaş ilerledikçe geçmişe daha çok bağlanıyorum. Eski nesnelerden, anılardan vazgeçemiyorum..
bence bırak dağınık kalsın, yaşanmışlığın izi daha çok belli olur...

Anonymous said...

Binnurcum,benim odam dağınık olmalı,çünkü onları ben yaşadım.Kendi ellerimle yaşadıklarımı,acı da olsa delete edemem,kıyamam.İlkokul kimliklerimden,eşimle tanıştığımız sıralarda gittiğimiz ilk tiyatro gösterisinin biletlerine,hatta ikizlerin doğumunda başıma takılan boneye kadar birçok şey odamı dağıtıyor ama aklımı toparlayarak(Alzheimer olmazsam eğer)beni ileriki yaşlara taşıyor.Bu kadar çok şeyi elle tutulur kanıtlar olmaksın hatırlamak ne yazık ki henüz mümkün değil.O yüzden ben heryeri dağıtma taraftarıyım.Sevgiler...