
Çocukların potansiyel müşteri olduğunun ayırdında olan yabancı isimli bir oyuncakçı bulunmakta şehrimizde (ve dahi şehrinizde).
“Ayırdında olmak konusuna açıklık getir,” diyorsunuz.
Getireyim.
Oyuncaklara dokunmak yasak değil, dokunmayı geçiniz, oynamak bile yasak değil onlarla. Hatta oynarken oyuncakların ırzına geçen veletler bile gördüm orada ama görevlilerin gıkı çıkmıyordu.
Bu durumda bana göre havalı bir ağız oynatması ile AUUTLET SENTIR - Outlet Center- kızıma göre ATLET’de geçirilen herhangi bir akşamüstünün olmazsa olmazı elbette bu açık hava alışveriş merkezinin yegane oyuncakçısını ziyaret etmek oluyor.
Vitrin boyunca cama yapıştırılmış gülen zürafalar, okuma yazma bilmeyen bebekleri bile hangi dükkana girmeleri gerektiği konusunda uyarıyorlar. Ve zamanın bir noktasında yavrulamış ve zamanın şu anki noktasında Outlet’de bulunma tercihleri yüzünden sekizde sekiz haksız durumda olan tüm insanlar söz konusu dükkâna doğru akın akın “akıyorlar”.
E elbette bizde.
Tüketim toplumunun gezip eğlenme kavramımızdaki efendim “ören yerlere gidilir, piknik yerlerine gidilir, deniz kıyısına gidilir, çay bahçesinde çay içilir,” türü fikirleri çoktan tüketip yerine olası boş zamanlarda hipermarketlere gidilir, açık hava alış veriş merkezlerine gidilir para harcanıp kredi kart ekstresi zıbarıncaya kadar şişirilir türü düşünceleri yerleştirdiği bir zamanda yaşamak şöyle bir şey:
Cumartesi oluyor, aile içi muhabbet: “Hadi AUUUTLET’e gidelim!”
Gidiyoruz.
Bir nevi haftalık ibadet.
Hani Katoliklerin Pazar ayinleri gibi.
Fakat kızımın da tamamlaması gereken haftalık işleri var. İstikamet belli. Hani girişte iki saat anlattığım, kapısında camında gülen zürafa resimleri asılı yer: Çocukların potansiyel müşteri olduğunun ayırdında olan yabancı isimli oyuncakçı…
Buraya kadar olan kısmı netleştirdik.
Sırada “KUTSAL” Barbie kültü var; AMA önce annelik üzerine küçük bir notum:
.
Harika bir yaz boz tahtasıdır annelik. Kİmse fark etmeden sen itiraf edeceksin ki sana “hani şöyle şöyle yapmam diyordun, ne olduuuuu?” denmesin.
İtiraf ediyorum: Eski yazılarımdan birinde şiddetle karşı çıktığım Barbie kültürünün (ya da kültünün) tam göbeğine düştük kızımla ben. Yuvarlanmakta olduğumuzu bile hissetmeden üstelik. Ama bu bir başka günün konusu, dikkat dağıtmayayım.
Nerde kalmıştık, Zürafalı oyuncakçının kapısında.
İçeri giriyoruz. Mevsimine göre ihtiyaçlar (yazsa şişirme havuzlar- çocuk şezlongları gibi) kaçması mümkün olamayacak şekilde tam girişte beklemedeler. Ardından yabani dünyanın cinsine (!) hitap eden üçgen-dövüşken ve eli silah tutan (bana göre iğrenç) oyuncaklar. Yetmedi, dinazorlar, bakmak bile istemeyeceğim gerçeği andıran yılanlar, örümcekler- lafın kısası erkek çocuk oyuncakları.
Sonra Barbie dünyası.
Tanrım pembenin bu kadar güzel tonlarını en son nerde görmüştüm, hatırlamıyorum bile. Barbie veteriner, Barbie gelin, Barbie dans ederken, olmadı Barbie pointe kalkmış bale yaparken, Barbie modacı, Barbie sırtında Kelebek kanatları –bu bir film kaynaklı, peri bu peri- Allahım BArbie melek gibi, Barbie aklınıza gelebilecek her iyiliğin, her güzelliğin takipçisi ve hatta icracısı. Sen neymissin be BArbie, ağzım açık kaldı türünde hem de….
Şansımız varsa – ya da BArbie’nin etkisi damarlarımıza daha tam zerk olmamışken- Küçük bebek reyonuna doğru koşturan evlat peşinde, sol kolda kalan Barbie’nin inanılmaz dünyasını es geçiyoruz.
Bana sorarsanız bebek bölümü göreceli olarak daha eğlenceli zaten. Çünkü orada ne icra ediliyorsa çocuk tarafından icra ediliyor. Müzik aletleri var mesela, mini orglar, gitarlar, perküsyon setleri falan. Çocuk alıyor eline aleti, başlıyor tımbırdatmaya, ama iyi ama kötü çocuk yapıyor ne yapıyorsa.
Barbie’de ise durum farklı. Ne yapıyorsa Barbie yapıyor (buna kızımın Barbie’nin filmlerinde aşık olduğu eskinin Ken’i, şimdinin adı her Barbie filminde değişik, ama tipi aynı olan jön çocuğunu kapmak da dahil), çocuğunuza da sarışın çöp kadın Barbie’ye baka kalmak kalıyor.
Eskiden Barbie reyonuna sıra gelmeden, “tamam artık gidiyoruz, bak kızarmış patates de yiyecez, türü hileler işe yarıyordu. Artık yaramıyor da.
Üstelik Barbielerden tek uzak tutulması gerekenin kızım olmadığını anlamak da çok acı. Yok canıııııım, eşim değil Barbie’lere yan bakan :) benim ben…
Söz konusu pembeli morlu- ötrişli tütülü reyonda kendimi şöyle bir yukarıdan seyrettim geçen gün. Baktım ki Barbie almak ve hatta OLMAK istiyorum…Aman Allahım o ne erişilmez güzellik, o ne letafet. O ne sıfır beden körükleyicisi öyle, o ne anatomik olarak ayakta durması imkansız vücut (bunu ben söylemiyorum- otoriteler söylüyor). Elbette sağlığımı kaybetmek istemem, Allah korusun. Ama henüz evlenmeden önceki günlerimi, eşimin iki eli ile belimi tamı tamına kavradığı günleri düşünüyorum da “Ah be diyorum, sadece saçlarımın rengi farklıydı şu melundan…” (lütfen biraz abartmama izin verin. Tüm yaşlanmış kadınların hakkı değil midir “beni gençken görecektin, ah ben ne güzel kadındım,” abarmasını yapmak…)
Sonra
raflarda boy gösteren, her biri birbirinden güzel onlarca çeşit Barbie arasından bir tanesi gözüme tanıdık geliyor. Bu çok değil 1-2 ay evel eller üzerinde taşıyarak evimize götürdüğümüz balerin Barbie.
Fakat söz konusu modelin rafta duran kopyası ile evde bir yerlere savrulmuş müsveddesi arasında kocaman bir fark var. E dedik ya o “müsvedde” olmuş artık.
Eve götürdüğümüz Barbie, artık doğal olarak bir eve sahip, ya da bir diğer deyişle “EVLİ”.
Gözümün önüne geliyor da, başının iki yanında iki koca bukle halinde hoş bir şekilde sarkması gereken saçlarının modelinden, üzerindeki pırıltılı elbiseden eser yok şimdi “ev”li Barbie’de.
Tabiî ki o bir yaşayan organizma olmadığı için gerçek hayatla arasına aşılması olanak dışı bir çizgi koyuyor. “Evlenme” durumları bizim evdeki savruk Barbie’yi şişmanlatamamış.
Söz konusu Barbie aklımdaki çağrışımlar zincirinin bir başka halkasını daha çekiştiriyor.
Henüz “alamayız kızım, paramız yetmez, çok pahallı o,” demeyi akıl etmediğimiz günlerde oyuncakçıya her gidişimiz, kasa önünde elde ucuzundan bir Barbie bekleme ile noktalanırdı. Tabi pahallısını değil de ucuzunu evlada beğendirmenin de ayrı bir hinlik ve ustalık gerektirdiğini söylemek gerek.
Ucuzundan dediğim türler hangileri mi? Onlar dünya denen mavi bilyenin üzerinde deneyimlediğimiz zaman dilimine en yakın zamanda keşfedilen kıtada, yani Amerika’da kendilerine vücut bulup da ruh bulamayan Barbie’lerden değiller. Onlar çekik gözlü insanların kurduğu plastik enjeksiyon makinalarından dünyaya pırtlatılmış ruhsuz güzeller.
Uzun lafın kısası Çinli onlar.
Fakat işte Barbie’nin harbisi sürüm denen olayı keşfetmiş olmalı ki zaman zaman bizim gibi orta halli kız ana babalarına hitap edecek Barbieler üretiyor. Hani balerin Barbiemiz var ya, işte o da o çeşitten bir “harbi Barbie”.
Sonuçta plastikten bir bebek diyip geçmeyin, yolu yarılamış koca insanlara bile 5liklerin, hatt

a 2,5 lukların dünyasında bile marka diye bir kavram olduğunu öğretecek güce sahipler.
Komşu kızı ile beraber karşıma geçmiş bana diyor ki kızım “bu gerçek Barbie,”
Harbi barbie yani…
Çok meşhur bir fast foodcuda oturmuş 5 dakika sonra biz size getiririz dedikleri özel pişirim tavuklu burgerimi beklerken sağıma soluma bakınıyorum.
Barbie sıfır bedeni körüklüyor, sonra gelsin anoreksiya nevrozalar, gelsin bulumialar mı demiştim bir zamanlar. Unutun gitsin.
Kalça genişliği doğum yapıp 35’i aşmış bir kadın olan beni bile ikiye katlayacak genç kızlarla dolu şu anda çevrem.
“Sahte” ya da “harbi” barbie, ateş olsa ne yazar, curumu kadar yer yakar. Ve hatta hayatın abur cuburdan öte bir şeyler olabileceğini de öğretir kızlara… Ah bir de “evlenince” ununu eleyip eleğini asmasa…