3.7.06

......Yürümek….

Anladım ki ben bu işi her gün yapmalıyım.
Her gün yarım saatliğine bile olsa kızımı babasına bırakıp kendimi sokaklara atmalıyım.

Az önce yaptığım işte tam buydu… Bundan aylar önce ama kesinlikle Nehir’den sonra anneme dediklerimi hatırlıyorum:

“Genç olmak ne demekmiş biliyor musun anne? Ellerin kolların boş gezebilmekmiş,”

Ellerim serbest, bedenim dik, (çünkü vücuduma hafif bir kavis vermemi gerektiren çocuk arabasını sürmüyorum) sayılı dakikalar için bile olsa bana bahşedilmiş gençlik sorumsuzluğu oyununu oynamaktan şaşkın, yürüyorum.

Aklıma bebeğimin içimde olduğu günler geliyor. Def gibi gerilmiş bir halde çıkabildiğim en yüksek hızda ama yine de yavaş yürüyerek işe gidip geldiğim günler ve doğumdan birkaç hafta sonra kızı anneme bırakıp yine aynı güzergâhta yürüyüşe çıktığımız an dediklerim:

“Kendimi çok iyi hissediyorum, çok çevik hissediyorum.”

Yürümek her zaman iyi geldi bana. Walter Benjamin’i hatırlıyorum tam şimdi. 20. yüzyılın en bildik Flaneur’leirnden biri, ya da gezer düşünürlerinden demeli..

Onunla ve bu kavramla zar zor bulduğum “Estetize Edilmiş Yaşam” kitabı ile tanıştıktan sonra belki de kendini bilmez bir yaklaşımla kendimi ondan/ onlardan saydım hep….
Çünkü flaneur “bir nevi aylaktır aslen. Amacı görmek, dinlemek, izlemek ve yorumlamaktır başka hiç bir uğraş cazip değildir bir flaneur için. Tembellik haktır o da bu hakki kullanır.” (diye iyi bir yorum bulabilirsiniz Ekşi Sözlükte)

Kavramla beraber edebiyat dünyasının Baudelaire gibi, Jack Kerouac, James Joyce gibi Hemingway gibi büyük isimleri akla gelse de benim kastettiğim böylesine bir büyüklük değil belli ki… Yürümek, yürürken görmek, yürürken izlemek, yürürken daha iyi düşünmek ve
Var olduğunun farkına ne de güzel varmak adım atarken. İşte bu yüzden evini özlemiş adamını neredeyse sürükleye sürükleye dışarılara çıkarmak, apartmanların arasında, bulutların altında, çimenin kenarında, sayısız surat yanından akıp giderken yürümek …


Umberto Eco’nun Kot pantolonun kitleleri pasifleştirmek adına üretildiğini çok tatlı bir dille iddia ettiği bir yazısı var….Hatırladığım kadarıyla diyordu ki geçenlerde bir kot da ben giyeyim dedim, sokaklarda yürürken bacaklarıma, popoma sürünen kotun varlığını sürekli hissetmekten başka hiçbir şey düşünemez olduğumu fark ettim.

Kızımla beraber hayatımda bir çok şey değişti. Bunlardan birisi de aklını düşüncelerine vererek yürümek tabiî ki. Gel de en az 10 yıl evel okuduğun Eco yazısını hatırlama.

Arabasının güvenliğinde önüme katmış gidiyorken bile kızımı, aklım hep onda..
Geçenlerde fark ettim ki karşıdan gelen insanların yüzleri bile kolluyorum. Oyalansın diye eline verdiğimiz oyuncaklardan bir parça, ya da yediği içtiği boğazına gider mi, yüzünü görmüyorum, güneşlik de iyice saklar oldu onu benden, derken derken kulaklarımı da bir çeşit göz olarak kullanmaya başladım (aslında kulaklarıma bu görevi Nehir’in doğumuyla beraber verdim).

Ayrıca sadece düşünceler değil, müzik gibi yürürken tamamen kişisel olacak bir hazza da veda ettim. Nehir’den önce müziğe sığınarak yürürdüm. Teknolojinin cebime soktuğu müzikler kütüphanemin raflarında bekliyor şimdi.

Ancak çocuklu adımların da kendine ait bir müziği var….Keyfinden mırıl mırıl kendi kendine konuşan, kedi ve köpeklere onların ünlemesi ile seslenen, acıkıp susadıkça mama diye bağıran, arada kahkahalar atan kızımın tek kişilik orkestrasından da çok hoşnudum aslında…

VE sanırım uzun bir süre daha Nehir ile sokaklarda kot pantolon giymiş Umberto modunda dolaşacağımı biliyorum… Yaşasın "kotlu" hayat demek en iyisi, artık aylaklık günleri geride kaldı diyor bu konuyu da burada kapıyorum.



Not: Kadınına flaneuse denirmiş.

Foto'nun sayfası ise şu. Posted by Picasa

1 comment:

Anonymous said...

gezenbilir

Yürüdük yorulmadan da, harcayıp gittik o güzelim yılları... Hoş, yürümesek de yerinde duracak değildi hiçbir şey... Ben yürümeyi hiç sevmesem de -çünkü her adımda gençliğimden biraz daha uzaklaşıyorum - Sen yürümene devam et dostum. Biz, buralarda bir yerlerde durduk, sen durma tut ucundan şu zamanın...