24.2.07


3 şarkıcı- 2 şarkı - 1 film
Bebeğin sigara içmiyor olabilir ama bu senin sorunun,
ben bulmaca çözmeye geri döneyim....
Portekizcenin bir büyüsü vardır… Sanki tüm Portekizce şarkıları aynı kadın söylüyormuş gibi tanıdık ve mırıl mırıl…

Rosa Passos da işte böylesi bir Portekizli kadın (esasen ana dili Portekizce olan Brezilyalı kadın demek daha doğru olacak). Ya tüm yurttaşı şarkıcı kadınlar onu taklit ediyor, ya da o tüm yurttaşı kadınları. Bilemiyorum.
Ancak bir “kızgınlık” yazısına fon olmak için Rosa’yı çok soft buluyorum….

Zaten Anglo Sakson kökenlilere kendini kabul ettiren diğer Latinoların aksine ne “muhteşem yuvarlaklara” ne de seksice “oynama” kapasitesine sahip bir kadın kendisi. Bu da demektir ki onu işte tam da bu nedenlerden dolayı radio blog’da bulamıyorum.

Biri "bulmak" öbürü "bulamamak" yüklemleri ile biten iki paragraftan sonra elimizdekilerle yetinmek gerek. Elimizdeki Bir Norah Jones.. O bir "dingin müzikçi" ve bir şeylere vırvırlamak isteyen bir annenin sayfasına olsa olsa ortamı yumuşatmak için gelmiş olabilir (şarkısında her ne kadar "neden gelmediğimi bilmiyorum" dese de...)

Aslında istemiştim ki MArilyn MAnson denen ucubikten sinirli bir parça atayım şuraya, ama olmadı işte, yazım tuhaf bir şekilde neşeli çıktı.
Bu durumda pek bir alakasız olacak ama oldu olacak Billy Mack "Christmas is all Around"u söylesin de neşemize neşe katsın bari dedim.
Abartmayayım ama kimi sinir gerçeklerin iyi yönde değişim hızından pek umutlu değilim bari biz bakış açımızı değiştirelim... Ve gülelim sinir olunacak halimize diyelim dedim...




Bir zamanlar, Fransız Kültür Derneğinin o küçük ama sevimli sinema salonunda bir film seyrettim… İlk cümlede ego balonumun kazandığı “hava”yı şimdi üfleyip dağıtıyorum. Ben Fransızca bilmem… O yüzden filmin adını okuduğum gibi yazmama göz yumun lütfen: “Fümör non fümör!”

Geçelim.

Filmin konusu basit. “Ben”ce bir yaklaşımla özetlersek “Hiç içenle içmeyen bir olur mu?”
(bu cümle yapısı bir deyimden araklamadır)

Aslında filmin adı daha da basit: “Sigara içilen ya da içilmeyen” (hani bir zamanlar uçaklarda içilmesine izin verilen şu zıkkım için “ground handling” şirketlerinin yer hosteslerini her dile hakim gibi gösteren klasik sorularından biri:
“Fümör non fümör”, “smoking or non smoking” ve “fumare o non fumare” ve elbette “sigaralı mı sigarasız mı?”…

(Nerden biliyorsun demeyin. Bir zamanlar ki o zamanlar yirmilerin başındaydım, ben de bir yer hostesiydim.5 dil bilirdim… Eeeee şey, belli başlı kelimeler olarak tabi.

Mesela “fransızca sular seller gibi” diye tanımlanacak bir arkadaş bize Fransızlar lafı fazla uzatırsa “JE ne sapa!” – böylemi yazılıyor acep, ama “bilmiyorum” demek olduğunu biliyorum en azından---diyip kestirip atmamızı öğretmişti. HA bir de “turnalagoş sibuple…” (orijinali iki kelime ve bu şekilde yazım ile değil elbette) İğrenç bir hal ama işe yarıyor.. “Al pasaportu “boarding” kartı, ikile, şurdan sola dön pasaport kontrole, hadi bakayııııım,”
demek.

Aslında özetle (o anda pasaport ve evrakları eline tutuşturmakta olduğunuz fransıza “sola dön lütfen” demektesiniz. O da anlıyor tabi pas ---kontrole--paslandığını)

Dil konusunu geçelim, duman konusuna dönelim. O dönemlerde uçakların hangi ülkeye uçtuğunu anlamak dışarıdan bakanlar için çok kolaydı. (izin verin biraz abartayım. Çok eğlenceli)

Türkiye’den Almanya’ya, a bir de İtalya’ya uçan uçakların kıç kısmı arkaya daha yatık olurdu kalkarken. Neden mi, hala soruyor musunuz, sigara içilen bölüm uçağın arka kısmındaydı da ondan.
Her gelen “elbette” sigara içilen kısım yada “fuMAre” (İtalyan vurgusu) diyordu…

Dediğim gibi atış serbest… Uçaklarda bu tür nedenlerle denge bozulması diye bir şey söz konusu olamaz… Üzülmeyin… Yer hizmetlerinde “Operation” denen bir bölüm vardır ki işlerinin önemli bir kısmı neredeyse budur… Meraklısına anlatayım: Kaç kadın kaç erkek ve kaç bebek yolcu var sizden manifesto alır bu “operation”cılar ardından da cinsiyetlere göre belirli bir çarpım ve ağırlık hesaplama tabi bir de bagaj sayısı türü bilgilere göre çizdikleri bir diyagram gibi bir şey ile bagajları kargo da gereken bölümlere yerleştirtirler. Ama biz yine geçelim… Konumuz bu değildi zira.)

Film, hani şu olmak ya da olmamak gibi büyük bir ikilemi çağrıştıran “Fümör non Fümör”, tam anlamıyla “anlatmakla olmaz seyretmek lazım,” türünde bir film esasında…

İki oyuncunun çevresinde iki ayrı filmin bir filme dönüştüğü bu ilginç yapıt temel olarak bize insanların kaderlerinin bir anlık bir hareketle bile nasıl da başka yöne sapabileceğini anlatmaya çalışıyor. Bu bir anlık hareket tahmin edersiniz ki zamanın bir anında bir sigara yakmak (ya da yakmamak) eyleminden başka bir şey değil….

Filmin arasında “hadi gidip bir sigara içelim bari,” türü bir espri yaptığım zamanlardı o zamanlar (film 93 yapımı ve biz 95 de seyredebildik)
O yıllarda günde bir paket sigara içiyorum… Filmin “fümör” kısmını benimseyerek seyretmeye daha eğilimliyim kısaca…

Bu meredi 20li yıllarımın en başından en sonuna kadar içmiş bir insan olarak halden anlayan biriyim ben esasında. 30’un bana getirdiği iki güzel şey var.. Biri 5 senelik sevgililiğin evliliğe, öbürü de 9 yıllık tutsaklığın özgürlüğe dönüşmesi (elbette ki ikincisi sigara)…

Bana sorarsanız sigara bir tutsaklık… Üstelik sadece içeni bağlayan bir tutsaklık değil alakalı alakasız herkesi tuhaf bir şekilde bağlayan bir tutsaklık bu…

Kaçmak ne mümkün….Sigara bir nevi ”self-sis”, hani self servis der gibi. Kişi ağzından bir sis bulutu çıkarır ve onu başının çevresine bir nevi karizma veya gizem halkası gibi sarar… Keşke olay bu kadar basit olsa…. O “gizem halkası” biraz vefasızdır ve çıktığı kaynağa sadık kalmak gibi bir derdi yoktur, ancak bir dumana has olabilecek bir sinsilikle oralardan buralara doğru kayar, en kötüsü de yolu yarılamış sizin değil de sanki evladınızın başının çevresini daha çok sarar….

Sinirlenmiş anne--Yetkili siz misiniz?
Kayıtsız yetkili- Eeee, evet benim
Sinirli anne—Bir işe yaramayacağını biliyorum ama ben yine de söyleyeyim dedim sigara içilen ile içilmeyen bölge arasında bir cam yok ve masalar dip dibe….

Kayıtsız yetkili---Evet ama, kem küm …
S. A- Üstelik bir fast food firması olarak daha çok çocuklara hitap ediyorsunuz…
K.Y- Çocuk bölümümüz üst katta ama…
S. A- Isınan hava yukarı çıkar..
K.Y- Evet ama orada bir de oyun parkımız var çocuklar için (yemin ediyorum adam böyle dedi)
S. A- Isınan hava yukarı çıkar, yukarıdaki oyun alanı da şuradaki palyaço da hiçbir şey ifade etmiyor…
K.Y: (boş bakar)
Bir çalışan devreye girer…. Arabulucu olarak sözde..
Arabulucu: Efendim şey yukarı çıkabilirsiniz.
S.A: (öfffffffffffffffff- işe yaramayacagını biliyordum zaten) Isınan hava yukarı çıkar, dumanlar da elbet.. Üstelik bunun kanunu çıkmadı mı?
Kayıtsız yetkili dönüp gitmiştir bile, bilin bakalım ne için, az önce yarım kalan bulmacasını çözmek için…
Arabulucu: Efendim o kanun çıktı ama devlet daireleri için yalnıza.
SA: Yalnızca oralardakler mi insan? E tabi burada biz ikinci sınıf vatandaşız. İçmeyenler azınlıkta olunca içenlere göre düzenleme oluyor öyle mi?
Arabulucu (ara mara kalmadı yetkili artık bulmaca çözüyor- direk hak arayan annelerle görüşen angaryacı başı diyelim)
Efendim öyle demeyin..
S.A: üstelik üst kat dediginiz yere de bir sürü merdiven var. Bu çocukların cogu yürümeyi daha yeni örgendi. Sigara içmediğimiz için biz cezalandırılalım yani…


Buna kısaca öldüren diyaloglar derler esasen. Sonuca varmayan, anlamsız lakırdılar… Ben de sigara içtim, tekrar etmek isterim, ama vapurda , dısarıda içerken bile sigaramı , rüzgar yanımda oturana götürmesin dumanımı diye iki büklüm durararak..

Yine de içenin bencilliği az biraz affedilir gibi de kayıtsız yetkilileri affedemiyorum ben…Çünkü birincileri bu işi haz veya alışkanlık türü nedenlerle yaparken diğerleri parasal nedenlerle yapıyorlar…. İçen müşteriyi kaybetmeyelim, en çok para onlardan geliyor nihohahahahahahaha (şeytani bir gülüş)….

İşte bu nedenle ben içmek ya da içmemek ikilemini filmdeki gibi kader değiştirici bir unsur olarak görmektense başka bir yolu seçiyorum… İçen vasıtasıyla daha çok para kazanmak mı yoksa içmeyen bilmiş kadınların bebelerini o anlık sis-pustan korumak mı? Ahhh boşver gitsin… Ben bulmacamı çözmeye döneyim, bu hatun da kuru sıkı zaten, ne halt yerse yesin…


Hukuk der ki “kişilerin hakları başkalarının haklarının çiğnendiği yerde biter … Ama bu konu bitmez arkadaşlar… Şöyle her yerde geçerli olacak bir kanun çıkmadıkça tabii..

22.2.07

Dümeni Kimin Eline Tutuştursam?

Derler ki insanlar yaşlandıkça hayatın başına geri dönerlermiş. Dünyanın teknolojiden ve katkı maddelerinden uzak köşelerinde bu teoriyi doğrulayacak kadar uzun yaşama şansına sahip insanlar oluyor tek tük.

İşte bu insanlar 100 yaşından sonra çıkan süt dişlerini göstermek için ağızlarını açtıklarında görüntüyü izleyen kişilerin de ağızlarının hem zamanlı açılıp şaşkınlıktan bir süre kapanamadığı vaki…

İlk cümlede boy gösteren teoriye onay vermek için dalya demişlerin ağzındaki süt dişlerini saymaya ihtiyacım yok.

100 değil ama 50’yi aşıp torun bakan insanlara bakmam yeterli!
Bir önceki 25–30 yılın başında evlatları ile nasıl yumak oldularsa yerde-yatakta, torunları ile alt alta üst üste aynı sahneleri tekrar eden nineler ve dedeler görüyorum kendi geleceğime bakar gibi. Tuhaf oluyorum…

Elleri ayakları küçük, ağzı burnu küçük, ama kalbi kocamaaaan bebelerle, menopoz denen o sınırı geçip artık “kadın bedeni fabrikam” topu attıktan sonra da kucaklaşabilecek olma ihtimalinden hoşnut olmadığımı söyleyemem. Ancak benim itirazım çizgi filmmiş, tele tubbylermiş, her türlü çoluk çocuk programı seslendiricileri her kimseler, işte onlara karşı.

Ağabeyimin evladını büyütürken “Şirinler” denen mavi cücelerin seslerine karşı inanılmaz bir duyarlılık geliştiren anacığım gibi tıpkı. (O zamanlar bundan 10 yaş daha gençtim- Kadının sıkıntısını anlamayacak kadar kavak yellerinin boşalttığı dinç bir kafa ile omuzlarımın üzerinde elbet…)

Gün olur devran döner… Mavi cüceler bile eskir, Nasreddin Hoca ‘nın dediği gibi eskiyen ayları kırpıp kırpıp yıldız yaparlar ve ortaya “tele tubbyler” çıkar… Ve Tanrı bana annemi anlama fırsatı verir.

Sanırım bir 3–5 yıl daha kulak tırmalayan tubby tossssst, tubbby tossssssst ünlemelerine karşı direnecek gücüm kalmadı. Son günlerimizin evlat uyanıkken geçen süresinin neredeyse tamamı bu sesler eşliğinde kâbusa dönüştü zira.
Diyeceksiniz ki, nerden buldun tüm gün süren “tele tubby” programını?


Bunun açıklamasına geçmeden önce izninizle bir masal anlatmak istiyorum.


Muhtemelen Grimm kardeşlerin hayal dünyasından çıkıp düşünce deryama dalan bir masal bu. Masal’ı sahnelemek isterseniz iki şeye ihtiyacınız var: bir kayık bir de nehir görüntüsü verecek olan bir pano.

İşin nehir kısmında bir sorun yok ama kayık bildiğiniz kayıklardan değil masalda. O yakadan bu yakaya tüm gün yolcu taşıyan bu kayığın dümenini yanıp yıkılıp bir kere tuttunuz mu işiniz tamam. Bir başka kişinin eline tutturuncaya kadar dümeni, kopamıyorsunuz oradan, bir çeşit “yekpareleşme” yaşıyorsunuz kayıkla ve olan oluyor. Heves ve heyecan gibi kalbin yönettiği kavramlar nedeniyle soyunduğunuz bu işten paçayı sıyırmak için aklınıza sığınmak zorunda kalıyorsunuz: “Nasıl yaparım da bu dümeni bir başkasının eline tuttururum. Şu yolculardan birini heveslendirmek için ne yapmalıyım,” gibi...

Masalı masallar okuduğum yaşta oldukça etkilenerek okumuştum. En çok etkilendiğim şey de dümencinin dümeni en nihayetinde kralın eline tutuşturacak kadar hayatından bezmesiydi. Düşünün bir! Yeni kurban Kral….

Belki de masalın çocuk aklıma öğretmeye çalıştığı şey de buydu: Hayat bazı konularda ayrıcalık tanımaz!

Kral yada dümenci fark etmez, sıkıntılar bir çift ele dönüşüp boğazı sıkmaya başladı mı sonradan isim önüne konulmuş büyüklü küçüklü sıfatlar buhar olur uçar ve geriye en temel güdüler kalır. Kaç ve kurtul…(Evet evet, hayat bir kere!)

Masalı okudum. Üzerine bir 25 sene daha koydum. Bir akşam misafirliğe gittik.
Evin ateş parçası 7’lik oğlan o gece babaannelerdeymiş, dümeni ele tutturmak için çok ala bir fırsat…

Hoş beş derken bizim kız kendinden 5 yaş büyük bir oğlanın oyuncaklarını daha fazla ilginç bulmamaya başladı ve ev sahibine “dümeni” ortaya çıkarma fırsatı yarattı.

Evsahibi----Bak bak, sana ne seyrettireceğim!

(“Sonranın” mazlumu) misafir anne---Aaa bak, tinki minkileeeeeerrrrr (kendi aramızda teletubby demek)

Çok fazla dümen dedim biliyorum ama bir iki kere daha demem gerek: Dümeni tutmuşuz da haberimizde değil… Gece bittiğinde geri verilmek üzere “Babam ve Oğlum” ile “Amelie” cd’lerinin yanı sıra, “Yo, yo geri istemeyiz, artık sizin olsun,” ısrarlarının eşlik ettiği “tinki minki” cd’si ellerimizde, kapıda vedalaşıyorduk…

Tabi tüm bunlardan Nehir’in haberi yok. Al gülüm ver gülüm ne demek, biz o gün eve neden ellimizde biraz daha büyük bir paketle (pasta paketi) girdik de iki üç ince paketle (elbet cdler) çıktık türü detaylar üzerine pek değil hiç düşünmüyor.

Sözün özü ele dümen tutuşturma işi tam olarak ertesi gün, benim işgüzarlığımla başladı.
DVD player’a takmamla beraber cd’yi hayat durdu, ortalıkta lastik top gibi zıp zıp zıplayan Nehir dondu ve derin bir oh çektim, ve hatta “Allah razı olsun … Bey ve … Hanım’dan !” bile dedim…

Ancak bu bir başlangıçmış meğer. Evet zaman zaman yanılıp yıkılıp bir uzmana sorsam benden kızıma AGTE testi yaptırıp sonuçlarla kontrole gelmemi istetecek kadar hiperaktivite sınırlarını zorlayan kızım için bir süreliğine de olsa uyuşturucu etkisi var cd’nin. Fakat bir süreliğine…

Sonra mı? Sonrasında tinki minkiler açık kalmaya Nehir de evin tozunu atmaya devam edecek. Çaktırmadan kapasam, “annnnnnnnneeeeee” ünlemesi ile başlayan itirazlarla uğraşmak zorundayım. Kapamasam çocuk programları seslendirmede başarının altın anahtarının tiz ve (çocukların değil belki ama büyüklerin kulağını) kulak tırmalayan tonda ses kullanmak olduğunu düşünen koca insanların seslerine katlanmak zorundayım. Meliyim- malıyım ama “sinirLANMAMALIYIM”….

Eğer anne ya da babaysanız ister bir şirketin CEO’su ister en alt katmanındaki bant önü işçisi olun fark etmez, hiçbiriniz kral değil hepiniz “dümencibaşısınız”. Ancak ekstra zenginlikler evladı bakıcılara bırakıp bırakıp eller kollar boş, özgürlüğe yelken açma şansı tanır ya size, arada ki fark işte olsa olsa bir budur.

Bu durumda kafası “yıka yıka yıka , tubby tooooossssst tubby tosstttttttttt, nu nu temizlik yappppppppppp,” çığlıkları ile ütülenecek olan kişi elbette ki siz değil bakıcı olacaktır. Fakat tubbylerin doğduğu memleketin en bir yüce mekanı Buckingham Sarayı’nın gerçek sahibi de olsanız, bir gün bir yerlerde elinize bir şekilde tutuşturulmuş cd’ler ve elbette ki bebeklerinizle baş başa bulacaksınız kendinizi, şu veya bu şekilde.

Sarayın kaç odası var, kaçında Avrupa’nın çeşitli memleketlerinde hüküm sürmüş kaç kraliçe kaç kral yorgun bir misafircilik günü sonunda ayakkabılarını çıkardı ve ovdu yorgun ayak parmaklarını pek de önemli değil artık. Emin olunacak tek bir şey var, “Sarayın işte tam bu odası pek bir dar….”


NOT: Bu yazıyı yazalı takvimsel ifade ile bir kaç ay, takıntı nesnesi haline gelen filmleri sayarak dile getirirsek "bir kaç film" olmuş.... Yazmışım ama yayınlamamışım (madım) . NE derler. Kısmet bugüneymiş :)

NOT2: Resim şuradan . Bu parmak kuklaları örme sabrına sahip insanlar için tavsiye olunur.




.

20.2.07

En mükemmel en dingin geçen hamileliklerde bile en az bir kez başınıza gelir… Birden ve hatta aniden mi demeli kusuverirsiniz. Aman Allah’ım nasıl da teklifsiz bir durum… Ne oldu ki şimdi, üstelik ağzımdan ve dahi burnumdan geldi… Kim çağırdı ki seni?

Oysa hayatta bazı durumlar “çağrılıdır” ve cevaben fışkırmak için bir köşede beklerler…
Şeklen “karakaş kara göz” tanımlaması ile özetlenebilecek bir milletin güzellik diyince bir solukta ağzından burnundan fışkıran cevabı gibi mesela: “Sarışın- mavi gözlü…”

Bu bir hastalık…

Üstelik kanser gibi aşamaları da var… Ancak aşamalar ileriye doğru giderken hastalık tuhaf bir şekilde geriye doğru gidip normale dönüyor. İlk aşamada sarı olan saç rengi, biraz daha ilerlediğimizde daha insaflıca: kumral, keza göz renginin maviden yeşile ardından elaya, ardından açık kahverengiye döndüğü gibi…

Normale dönmekteyiz yani. Çevremdeki insanların renkler pasta grafiğinin en büyük dilimi olan koyu renk sac ve koyu renk göz kısmına dâhil olduğunu düşünürsek eğer, anlattığım bakış açısıyla (yada bakış ACISIYLA diyip kelimelerle oynama hazzına mı ersek)hepimiz çirkinlik abidesiyiz özetle.

Küçüktüm…Arzu vardı bir tane hayatımda.. Yaşıtım.. VE bir de annemin yaşıtı olan bir anneye sahip bir sarı kız… Saçı bellerinde, kaderin cilvesine bak bir de dümdüz ki sorma gitsin. Lepiska mı der ona büyükler, hah işte ondan bende yok. Benimkiler bana eş dostun taktığı “kara böcek” lakabına yaraşır bir şekilde kara ve kıvır kıvır…İmdaat.

Ben güzel miyim diye sorardım kendime ara ara… Kıvırcık başım şöyle bir öne doğru eğilir esasen tüm okul öncesi çocukların ortak güzelliği o kavisli göbeği görüp donardı. Tam da yukarıdan bakmak işin en berbat ve en yanlış kısmıydı… O günlerde bir ayakkabı tepeden bakıldığında berbat görünebilir ama satıcının size sunacağı bir ayak aynasına atılacak şöyle bir bakışla bile “yandan ne kadar da hoşmuş bilader bu ayakkabı,” dedirtir gibi hayata dair “bilgece” fikirlerim de yok. Kendime yandan bakmayı pek denememişim… Kendime verdiğim cevap hep aynı: “Hayır”…

Güzellik denen o belirsiz kavramı kafamda netleştirmem itiraf etmeliyim ki senelerimi aldı….Ortaokul yılları falan, gazetelerde “ünlülerin güzellik sırları” türü yazılar(ın çıkmaya başladığı ilk yıllar belki de) gözüme çarpar….

Allah Allah, güzel demişler bu kadına ama ne sarışın ne de mavi gözlü…

Ben durumu zamanla çaktım. Güzellik ile renkler eş değer değilmiş meğer… Ama durumu hala çakamayanlar var tabi… Çakanlar çakmayanlara anlatsın diyecem ama her şey anlatıldığında “anlanabilir” olsa bu dünyada, ben matematik profesörü olurdum. Buradan hayatımın vazgeçilmezi bir sarı dosta gönderme yapayım. Az mı mutfak masası merkezli matematik çalışmalarımız oldu senle… Ama ben vasattan öte gidemedim… Yaygın bir kanı olan sarışınlar güzeldir ama biraz “salaktırlar” önermesini utanarak esmerler de güzel olabilir ama matematikten anlamak zorunda değillerdir olarak değiştirdim…

Geçelim.

Ölü bakan gözlere gelelim. Kabul ediyorum renkli göz “şahane” bir şey… Bir insan suratında renkli bir cam… Su yeşili mesela, rahmetlik dedemin göz rengi… NE de güzel bakardı be benim dedem…Nasıl bir şeffaflık, nasıl bir derinlik…14 yaşında dedeme varan bir diğer rahmetliği, anneannemi işte tam da bu çevresi kendinden sürmeli içi tarifsiz güzel yeşil gözler yüzünden affetmeli…

Ama zaman denen makarayı hızla sarıp geleceğe, artık bizim için yakın geçmiş sayılan 90’lı yılların başına gitmeli… Renkli lens diye bir moda çıktı geldi hayatımızın tam orta yerine. Dün kahvenin en içli tonlarında anlamlı anlamlı bakan bir arkadaş bugün ölmüş bir balığın bakışlarına bile benzetilemeyecek kadar manasız ama yine de mavi bakan gözlerle dikildi karşımıza. İrkildik ama belli etmedik elbette… AAA çok güzel olmuşun dedik. Daha ne diyecektik, bir tomar para saymış bir çift “konkav” cama… Ayyy midem kalktı desen çıkarıp atacak mı çocukluk hayallerini… En iyisi susmak ve o arkasını döndüğü anda bir kenara kusmak…

Fakat hayatımda bir kere renkli lense hayran oldum ben. Dedim ki karşımdaki bir ton adı verilemeyecek kadar güzel bakan yeşil gözlü İsveçli tur operatörü kadına “NE kadar güzel gözleriniz var,” dürüst çıktı kadın, dedi ki bana “esasen ben yeşil gözlüyümdür, ama üzerine bir başka yeşil tonda lens daha taktım,”

Ben buradan bir sonuç çıkardım.. Kel başa şimşir tarak olmuyor arkadaşlar… Zemin müsaitse debelen ya da… Güzellik adına tabi… Siyah çamaşır ne kadar alımlı da olsa beyaz tişört altına giymenin güzellikten çok çirkinlik getirdiği gibi. Zemin rengine göre tavır önemli diyorum özetle…

Bu konunun devamı var esasen. Yani kafamda. Anlatacağım şey renkli gözler değildi (zıttı renksiz gözler ise eğer böyle bir tanımlama da absürd ya hadi neyse) Ama klavye beni buralara çekti. Sonrası sonraki bir zamana kalsın. Kabak tadı olmasın…


REsim not: http://classicinsignia.com/

14.2.07

Şimdi size bir adres vereceğim… (Ama öncesinde bir torba laf...)

Bu adres "Maya takvimi 2012’de bitiyor, vardır bir bildikleri, kıyamet geliyor, olmadı mı? Buzullar eriyor yahu, kör müsünüz! Hiç mi gazete okumazsınız, ya da belki sağır!!! Televizyonda falan da mı duymadınız, karbondioksit + denizlerin diplerinde ecelimiz olmak üzere bekleşen yamru yumru metan gazı topçuklarını da mı bilmezsiniz?" söylemleri de size yetmediyse bir veya birden fazla çocuk yapmak ile ilgili kararlarınızı toptan değiştirmek ve Rosa’dan değilse bu "delilerevi" dünyaya bir de yavrulayarak sıkı sıkı tutunma iç güdümüzün ne denli naif ve “güdük”bir halt olduğunu, "üresek ne olur üremesek ne olur, bütün mesele bu mudur yani," demenizi sağlayacak ve fonda çalan Norah Jones’un ilahi dinginliğini bile gölgeleyecek denli gerçek…

Cümle uzun oldu…İçimdeki ayrık otu duygular gibi noktasız ve virgülsüz… Kusura bakmayın… Ama illaki şu sayfaya bakın.

Üşenenlere ben anlatayım: Bu bir makine. İlk bakışta bir çeşit "asap bozma" makinesine benzese de biraz inceleyince bir nevi "yardım" makinesi olduğunu anlıyorsunuz.

Özetle 2’den 8 yaşa kadar tıklama seçeneğiniz var. Evlat hangi yaştaysa o yaşa tıklayıp o yaşa has gıcıklıklar ve pislikler (bakınız burun karıştırma, tırnak yeme) silsilesinin yazıya dökülmüş halini görme fırsatınız olduğu gibi, gelecek yıllarda sizi neler bekliyormuş onarla da bir göz atıp moralman yıkılmak da elinizde.

Gerçi eğer başlangıç yılınız benimki gibi “2” ise gelecek daha bir parlak görünüyor. En basitinden 2 yaş listesinde birbirinden şaheser 23 madde bulunurken, 3 yaş hanesinde rakam birden 17’ye düşüyor, bakarken bile minnet duygularına boğuluyorsunuz.

Uzatmadan 2 yaş listesindeki ana başlıkları sizlerle paylaşmak istiyorum. Böylece okyanus dibinde “sulu-uslu” bekleşen metan gazı yumrularının mı, nasıl çözüleceğini bir tıklama ile teoride belki ama pratikde “hahahaha diyorum, başka bir şey demiyorum” türünde öğreneceğiniz velet-evlat sorunlarının mı en büyük meseleniz olduğuna karar verebilirsiniz…


Saldırganlık
Yatma zamanı savaşları
Isırma
Meydan okuma, zıtlaşma
Saç çekme
Kafa vurma (yerlere - duvarlara)
Aldırmamazlık
Söz kesme
Yalan söyleme
Masturbasyon
Tırnak yeme
Burun karıştırma
Gündüz uykularını red etme
Direnç gösterme
Kardeş rekabeti
Küfürler
Cevap verme
Öfke nöbetleri
Boşboğazlık
Sataşma
Diş gıcırdatma
Parmak emme
Mızıldanma


Nasıl ama? Hala doğurmak ister misiniz?



Resim not:http://www.patinastores.com/Images/Large/036347.jpg

7.2.07

…..
Dünya çığırından çıktığı zaman, olup bitenlerin nedenini ve niçinini anlamaya çalışıyorum ve sadece üzerime düşeni yaptığımı için rahatlıyorum., keyfim yerine geliyor; bana vaktiyle sevinç vermiş olan şeyler kalıyor geriye: Müzik ve resim, bulutlar ve ilkbaharda bitkiler toplamak, güzel kitaplar ve kedim Mimi, sen ve daha birçok şey- kısacası, Karun gibi zenginim ve sonuna kadar böyle olacağına inanıyorum.

Günün yavanlığı içinde kendini mahvetmek benim harcım değil. Örneğin, Goethe’nin olaylar karşısındaki serinkanlılığını düşün, bütün ömrü boyunca, tanık olduğu olayları hatırla: Sonradan kanlı bir Fars etkisi yaratacak olan büyük Fransız Devrimi; ardından, 1793’ten 1815’e kadar devam eden ve dünyaya bir delilerevi görünümü veren savaşlar… VE bütün bu zaman boyunca, Goethe, bitkilerin başkalaşımı, renkler teorisi ve binlerce şey üzerindeki araştırmalarını büyük bir sükunetle sürdürüyordu. Senden Goethe gibi şiir yazmanı istemiyorum, ama onun hayat görüşünü, ilgilerinin evrenselliğini, iç huzurunu herkes kendine örnek alabilir, ya da en azından, bunu denemeye çalışabilir….

Rosa Luxemburg'dan Louise Kautsky'ye Şubat 1917 tarihli mektupdan
(Kaynak: Kitap-lık dergisi) Posted by Picasa

4.2.07

Hiç görmediğiniz insanlar vardır, haklarında bilgi parçalarına sahip olduğunuz.....İlluzyonlar kuyusu beyniniz bilir ki görmek sadece gözlerle olmaz. Bi gün şu cümlede, bir başka gün bir başka cümlede anlatıcının verdiği ipuçları vardır, beynin titizlikle topladığı… Ben onlara mozaiğin pulları derim… Bütünü oluşturmak için kendiliğinden dizilen, otomatik güdümlü minik pullar….

Hiç görmediğim eski sevgilisini sevgilimin, ana hatlarıyla tarif etmem işte bu minik pullardandır olsa olsa…

Ancak ana hatları tamam olsa da bazı mozaiklerin/yapbozların, kimi detay kalacak parçaları savrulup da sağa sola bütünü eksik bırakırlar ya, işte buna oyunbozanlık derler…

YA da eksik parçaları bulma umuduyla sorular soranlara cevap vermeyenlere oyunbozan mı derler?

Adı üzerinde, sobe işte, bu da bir oyun. Kendimi yeterince afişe ettiğimi düşünerek ve başka birkaç sebepten dolayı sobelere katılmama kararı almıştım nice önce…

Hayat oyununun uzak köşelerinde oynayıp birbirimizi hiç görmeden yaşayıp gittiğimiz ama birbirimizi sevmemiz için şimdiye kadar topladığımız mozaik pullarının yettiği bir insandan gelen bir sobem var,
Ve bir de hayatın bizi çoktan bir araya getirmesi gerekip de bunu daha evvel becerememesi utancını şimdi her güne yayılan bir temasla affettirmeye çalıştığı bir başka gecikmiş dost’un sobesi: elde var 2…

Oyunbozan olmaktansa prensip bozan olmayı tercih ederim…

Önce gecikmiş dost Mutfak Robotu vasıtasıyla eksik pullardan beşini vereyim:

Hayat: Kendimi hayata neden konduğunu bilmeyen bir kuş gibi hissederim….Ama yine de hayatı çok severim. Tanrı dünya denen parkın üzerine ekmek kırıntıları serpmiş, kargalar, kumrular ve uzaklardan acaba hangisini yiyip yutsam diye düşünen alıcı kuşlar arasında kendine düşen payı edinmek için bir oraya bir buraya telaşlı telaşlı zıplayan minik bir serçe gibiyim. Edinmeye çalıştığım kırıntıların bana bahşedilen maddi kısmetlerden başka, biraz büyük bir laf olacak ama “bilgelik” de içermesini umut etmekteyim. Evrenin varolan en büyük sır olduğuna ve bu sırrı anlamak adına hepimize eşit oranda lokma düşmediğine kanaat getirdim.
Umudum bana düşen lokmanın bana huzur verecek kadar büyük minik midemin sindirebileceği ölçülerde küçük olması….

Ha bir de Leonardo var tabi.. Ne demişti?
İyi geçirilmiş bir günün mutlu bir uyku getirmesi gibi; iyi yaşanmış bir hayat da mutlu bir ölüm getirir…

Ev: Madem ben bir kuşum evim de bir ağaç. Tüm kuşlar gibi ağaçları çok severim… Kavaklar vardır mesela yapraklarının önü ayrı, arkası ayrı renk. Rüzgar esti mi hışır hışır kendi şarkısını söylemekte, bir de güneş vuruyorsa hele değme keyfine…Belki de keyfiMe….

Sonra mürver, sadece haziranda yaydığı kokusu balon kokusu, konusu bir başka günün konusu.. Zaten yazmıştım ben mürverin hakkında bir başka dünya gününde… Okumak isteyen okunu buraya saplaya.
Bir de selvi… Hayattan bahseden her yazının bir köşesi selvi dibinde dinlenmeli…
İster Aytmatov’un aşkı (ya da hayatı mı demeli ) özetlediği Selvi Boylum Al yazmalım halinde, ister Hayatın kendini özetlediği bir selvi dibi mezarı halinde…

Çok mu karamsar oldu, baharda gelin dalı gibi çiçekler açan meyve ağaçlarından bahsetmeli… Japonların güzelim tozpembe çiçekli kiraz ağacına Sakura dediğini ve eğer Japon olsaydım kızımın adının Sakura olacağını mesela söylemeli…

Çocukluk: Tüm kızlar gibi ben de annemin topuklu ayakkabılarını giydim, kırmızı rujuna bulandım bir zamanlar. Ama en çok kokularını sevdim. Çeşit çeşittiler, hepsi farklı ama hepsi aynı, demem o ki “anne” kokuyorlardı… Açılamayanlar kurtardı da canı, açılabilenler hep gazabıma uğradı… Onları birbirine karıştırdım, kendim koku imal ettim sandım.. Yetinmedim içlerine su döktüm, hepsi beyazladı, yanlış giden bir şey vardı…. O an istedim kimya mühendisi olmayı… Seneler geçti, kimya dersi başladı, yanlış giden bir şey vardı, Binnur bütünlemeye kaldı…. O an istedim formüllerin değil de kelimelerin adamı olmayı….

Korkular: Kuş olmanın kuralı bu, ben korkak bir insanım… İlla uzay mekiğine bineminize gerek yok, ya da uçağa, bir lunaparkta ben aşağıda dursam siz dönmedolabın çıktığı o en yüksek noktada, baksanız aşağıya, bir minik kafa, kafalar arasında bir tane daha, işte o ben, ne kadar da önemsemekteyim kendimi aslında, ve ne çok korkmakta….Olabilecek olanlardan, olasılıklardan…. Karanlıktan, yalnız kalmaktan, muhtaç olmaktan, acıdan, var olmaktan ve yok olmaktan….

Müzik: Lise ikideydim, Konak’ta hani milli kütüphane ile otopark arasından Kemeraltı’na giden yolda bir kitapçı “vardı” ya, oradan bir kaset aldım... İlk klasik müzik kasedim, okuldan gel- evir çevir sürekli dinle ezberim… İşte ben bu yüzden kasedin her iki yüzünün elverdiği kadarıyla Tchaikovski’nin Fındıkkıran’ı ile Kuğu Gölü Balesinin bir çok parçasını nota be nota ezbere bilirim.

Müziksiz kalmadım hiç, hep dinledim. Kızımdan önce yollarda kulağıma takılmış minik süngerler içinde, kızımdan sonra evde, Pc uğultusuna inat, ve ona paralel her günde….

Huzur en çok iki uçta buldum nedense, aynı gün içinde klasik de, rock da dinlemeyi sevdim (en çok leylek postürlü, yan flütlü Ian Anderson’lı Jethro Tull. Ve hatta bir ay bedava çalıştım sanat festivalinde, Efes’teki konserine gidebileyim diye)…

Şu anda aşkım Mozart’dan 21 numaralı c majör piyano konçertosunu dinlemekteyim (20 ve 21’i tamamen çok severim). Ama yazmaya başlarken Beethoven’dan Romance number 2 F major violin & orchestra, OP 50 çalıyordu ve okuyanlara önermeyi düşünüp not ettim.

Ancak yine de illaki Mozart demeliyim. Ona bir nevi aşkla bağlıyım. 1992 yılında, ölümünün 200. yıldönümünde teyzem Avusturya’da bir nevi resim yaz akademisine katılmıştı. Ah ne büyük mutluluk, sokaklarda her yerde Mozart çalmışlar gece gündüz… Ordan bize gelen uzun zaman yaldızlarını atmaya kıyamadığım Mozart resimli çikolatalardı.
Bir de, dedim, gözünü seveyim bana bir poster getir. Posterlerin içini görmeden, sadece elinde kalan parasının izin verdiği ölçüde, en ucuz posteri almış bana… Açtığımda, büyük bir telaşla, unutamadığım bir hayal kırıklığı yaşadım. Ortada kocaman bir kulak içine doğru notalar akmakta…. Altında elbette Mozart vs vs yazmakta…
Bir kulak hayatımda hiç bu kadar sevimsiz gelmemişti bana…

İşte bu da benim beşim… Kimi sobeleyim, kimi sobeleyim… Acaba Ece ne der bu işe diyeyim…. Posted by Picasa

2.2.07


Hayat, tezlerimi çürütmeye bayılıyor...

Abartmayalım, tabi ki hepsini değil… Yoksa kendimden şüphe edeceğim. Ben hayatı neden bu kadar ters algılıyorum acaba diyeceğim…

Diğer çürüttüğü ve tedavülden kaldırdığı tezlerim hadi neyse de, bari şu tezime dokunmasaydı:


“Rahat bırakacaksın çocuğu, elbette hasta da olacak, olursa olsun, ne olmuş yani. Üstelik rahat bıraktıkça daha az hasta olur, direnci artar,”

Öyle değilmiş arkadaşlar… Son günlerde hayat beni deyim ve atasözleri dersinin “üzerine titreme” konusunda tahtaya kaldırmış durumda… Elinde sopası, “Anla va anlat bakalım,” diyor bana hayat, “üzerine titre ne demekmiş?”

Hayatı boş verin, ben size anlatayım…

Havalar soğuk diye günlerdir çocuğu ve kendini dışarı çıkarmamakmış…

Pardon diyor içimden bir ses, şakır şakır yağmur altında, beben dünyaya 40 değil, 20 gün evvel gelmişken henüz, sokaklarda fink atan sen değil miydin?
Bendim….

Apartman komşuna giderken bile evladın üzerine battaniye sarmakmış…

Pardon diyor yine içimdeki ses, hava soğuk diye parkta bir in-cin bir de siz top oynarken rüzgarın gücüne güç katmak için evladı bir de salıncağa bindirip uçuran sen değil miydin?
Bendim…

Eeeee diyor içimdeki ses, “ ne olduuuuu? Haaa ne olduuuu?”

NE mi oldu?

Sormayın, kızım 2. yaşını bitirdi… E ne olmuş yani diyenleri duyar gibiyim. Böyle diyenleri ikiye ayırıyorum. Birinci grup evladı henüz bu sınıra gelmemiş olanlardan, ikinci grupta evladı o sınırı geçeli çok olmuş ve hafızaları daha başka yaşlara has bir yığın ot- püsür ile doldurulmuş ebeveynler. BU ikinciler haliyle geçmişin detaylarını hafızalarında yeni olaylara yer açmak adına silmekteler.

O halde bilmeyene anlatayım, unutana da hatırlatayım…

Bu dönem psikologlar, psikiyatrlar hiiiç kusura bakmasın oral-moral- ağız- mağız dönemi değil basbayağı kulak dönemidir.

Evlat bir gün karşınıza dikilir, parmağı kulağında, yüzü limon satmakta şu unutulmaz sözü sarfeder: “aaaayyy kuyyaaağğğ, ayyyy ayyy acıdı!”

Kaptığınız gibi doktora….

Br başka zaman, bu kez gece, eliniz evlat alnında… Ateşi mi var ne….Sebep ne acaba.
Ertesi sabah hayda hoppa apar topar yine doktora…
Feryat fgan, doktor evladın kulağına sanki şiş sokuyor, oysa adamcağız hepi topu ışıklı mercekli bir alet ile bakıyor.
Siz de doktorun ağzının içine bakma hazırlıkları içindesiniz .. Kontrol bitiyor, doktor şöyle bir “hmmmmmmmmmmmmmmm” salıyor…
“Bu kulak biraz sevimsiz!”

Öyle mi, bana her bir yeri sevimli geliyor oysa…

“İçte bir kızarma var,”

Kızarma be kardeşim, eh be, daha gecen ay kızardın. Nedir derdin, habire habire kızararak nereye varmaktır arzun..

İlk zamanlarda bu durumu ilahi bir işaret olarak aldım. (özürdiliyorum ama )Ben hala emziriyorum… Özürüm kucağımdaki sıpa, eşeğe döndüğü halde hala emzirmekte olmamı kınamak için şöyle bir sinirle yerinden fırlayan arkadaşlaradır.

Böyle diyorum ama şu anda çok eğleniyorum ben. Seviyorum bu durumuma sinirlenen arkadaşlara takılmayı… Üstelik evet artık haklılar bırakmak lazım. Ama lafla peynir ekmek gemisi yürümüyor. Bu zaten bir başka günün konusu….Nerde kalmıştık… Şu tekrarlayan kulak sıkıntısını ilahi bir işaret varsaymakta….

“Demek artık sütün evladı hastalıklardan korumuyor, artık bırakma vakti geldi,” diye cümleleşen bir düşünceye denk gelen bir ilahi işaret…

Aslında bu durum nispeten doğru olabilir. Çünkü sağlıkçılarca önerilen süre olan 2 yıllık emzirme dönemim boyunca yine sağlıkçıların dediğini doğrular bir şekilde sütüm kızımı hep korudu ve nezle – mezle bilmedik biz pek.

Ama 2 yıl bitti, büyü bozuldu. Nezle mikropları sanki onlara kızımın yaşgününü bildiren bir bülten dağıtılmış gibi kapıya dizildiler… Amaaaan, nezledir, girptir olacak tabi bir çocuk demeyin sakın…. Aman demeyin. Ben dedim, lafımı yedim….

Bu yşlarda nezle bildiğiniz nezle formunda kalmıyor, mızıkçılık yapıp kulağa vuruyor.

İllaki mi?
Yok, bu kadar büyük bir genelleme yapmak yanlış olur, ama yine de çoğunlukla demek istiyor canım. En azından hayatın bana öğrettiği bu….

Doktorum zaten bana demişti.. Elbette öncesinde şöyle bir derinden gelen “ hmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmmm” salıverme hakkını kullanarak.

Dedi ki (dr’umuz) “bu yaşlardaki çocuklarda burun tıkandı mı kulağa vurur.. Çünkü bu yaşlarda kulak içindeki bilmem ne kemiği çok kısadır….”

Bir gece acilen gittiğimiz acil doktoru ise olayı östaki disfonksiyonu olarak açıkladı…

Tüm bu lafları alıp aklımdaki resim kağıdına kısa ve işini iyi yapamayan bir kemik çizdim, altına da bu bir östakidir yazdım. Ama doğru ama yanlış…

Sonra bir gün, kızımın son sevimsiz kulak saptamasının ardından 3 iğne ve 1 haftada sabah akşam antibiyotik şurup faslının yeni bittiği bir anda Baby Centers denen sayfadan yine bir bülten geldi (yine diyorum çünkü bu adamlar kahin gibi, daha evvel de bildiler kimi şeyleri)

Çocuğunuz şu yaş şu haftada… Kulağında sık sık problem oluyor değil miiiii türü bir bülten….

Ah buna sevinmeli mi üzülmeli mi…

Henüz tam anlamıyla incelemedim bülteni. Ama gözüm kulak kesiti grafiğini bir çırpıda seçti.

Baby Centers “kahinleri” derler ki bu yaş çocuklarında burun ile orta kulağı birbirine bağlayan östaki “borusu” olsun olsun 1 santimdir, daha da kötüsü yatay durmaktadır. Burun tıkanıklığı gibi nedenler östakinin da tıkanıp sıvıyı orta kulakda tutmasına neden olur. Hayin mikroplar da böyle loş ve nemli yerlere bayılır, gelir kurulurlar.. Sonra mı…

Sonrasında evlat gelir, ayyyy ayyy kuyaaaağğğğ acıdı diyerek yüreğinize dokunur…

Neyse ki kahinler gelecekten iyi haberler veriyor… Evlat büyüdükçe bu kemik 3 kat kadar daha uzayacak bir de uüstüne dikleşecekmiş…
Bu durumda sıvı akışı daha bir kolay olacak artık koca bir çocuk olan evlat gelip de “anne yaaaa, kulağım ağrıyorrrrr,” demeyecekmiş…

Bu durumda ben bir süreliğine daha “üzerine titre” deyimi nedir anlama ve anlatma dersindeyim. Duyurulur….


Foto:www.thewaichulisstudio.net/jdavenport2.htm Posted by Picasa