4.2.07

Hiç görmediğiniz insanlar vardır, haklarında bilgi parçalarına sahip olduğunuz.....İlluzyonlar kuyusu beyniniz bilir ki görmek sadece gözlerle olmaz. Bi gün şu cümlede, bir başka gün bir başka cümlede anlatıcının verdiği ipuçları vardır, beynin titizlikle topladığı… Ben onlara mozaiğin pulları derim… Bütünü oluşturmak için kendiliğinden dizilen, otomatik güdümlü minik pullar….

Hiç görmediğim eski sevgilisini sevgilimin, ana hatlarıyla tarif etmem işte bu minik pullardandır olsa olsa…

Ancak ana hatları tamam olsa da bazı mozaiklerin/yapbozların, kimi detay kalacak parçaları savrulup da sağa sola bütünü eksik bırakırlar ya, işte buna oyunbozanlık derler…

YA da eksik parçaları bulma umuduyla sorular soranlara cevap vermeyenlere oyunbozan mı derler?

Adı üzerinde, sobe işte, bu da bir oyun. Kendimi yeterince afişe ettiğimi düşünerek ve başka birkaç sebepten dolayı sobelere katılmama kararı almıştım nice önce…

Hayat oyununun uzak köşelerinde oynayıp birbirimizi hiç görmeden yaşayıp gittiğimiz ama birbirimizi sevmemiz için şimdiye kadar topladığımız mozaik pullarının yettiği bir insandan gelen bir sobem var,
Ve bir de hayatın bizi çoktan bir araya getirmesi gerekip de bunu daha evvel becerememesi utancını şimdi her güne yayılan bir temasla affettirmeye çalıştığı bir başka gecikmiş dost’un sobesi: elde var 2…

Oyunbozan olmaktansa prensip bozan olmayı tercih ederim…

Önce gecikmiş dost Mutfak Robotu vasıtasıyla eksik pullardan beşini vereyim:

Hayat: Kendimi hayata neden konduğunu bilmeyen bir kuş gibi hissederim….Ama yine de hayatı çok severim. Tanrı dünya denen parkın üzerine ekmek kırıntıları serpmiş, kargalar, kumrular ve uzaklardan acaba hangisini yiyip yutsam diye düşünen alıcı kuşlar arasında kendine düşen payı edinmek için bir oraya bir buraya telaşlı telaşlı zıplayan minik bir serçe gibiyim. Edinmeye çalıştığım kırıntıların bana bahşedilen maddi kısmetlerden başka, biraz büyük bir laf olacak ama “bilgelik” de içermesini umut etmekteyim. Evrenin varolan en büyük sır olduğuna ve bu sırrı anlamak adına hepimize eşit oranda lokma düşmediğine kanaat getirdim.
Umudum bana düşen lokmanın bana huzur verecek kadar büyük minik midemin sindirebileceği ölçülerde küçük olması….

Ha bir de Leonardo var tabi.. Ne demişti?
İyi geçirilmiş bir günün mutlu bir uyku getirmesi gibi; iyi yaşanmış bir hayat da mutlu bir ölüm getirir…

Ev: Madem ben bir kuşum evim de bir ağaç. Tüm kuşlar gibi ağaçları çok severim… Kavaklar vardır mesela yapraklarının önü ayrı, arkası ayrı renk. Rüzgar esti mi hışır hışır kendi şarkısını söylemekte, bir de güneş vuruyorsa hele değme keyfine…Belki de keyfiMe….

Sonra mürver, sadece haziranda yaydığı kokusu balon kokusu, konusu bir başka günün konusu.. Zaten yazmıştım ben mürverin hakkında bir başka dünya gününde… Okumak isteyen okunu buraya saplaya.
Bir de selvi… Hayattan bahseden her yazının bir köşesi selvi dibinde dinlenmeli…
İster Aytmatov’un aşkı (ya da hayatı mı demeli ) özetlediği Selvi Boylum Al yazmalım halinde, ister Hayatın kendini özetlediği bir selvi dibi mezarı halinde…

Çok mu karamsar oldu, baharda gelin dalı gibi çiçekler açan meyve ağaçlarından bahsetmeli… Japonların güzelim tozpembe çiçekli kiraz ağacına Sakura dediğini ve eğer Japon olsaydım kızımın adının Sakura olacağını mesela söylemeli…

Çocukluk: Tüm kızlar gibi ben de annemin topuklu ayakkabılarını giydim, kırmızı rujuna bulandım bir zamanlar. Ama en çok kokularını sevdim. Çeşit çeşittiler, hepsi farklı ama hepsi aynı, demem o ki “anne” kokuyorlardı… Açılamayanlar kurtardı da canı, açılabilenler hep gazabıma uğradı… Onları birbirine karıştırdım, kendim koku imal ettim sandım.. Yetinmedim içlerine su döktüm, hepsi beyazladı, yanlış giden bir şey vardı…. O an istedim kimya mühendisi olmayı… Seneler geçti, kimya dersi başladı, yanlış giden bir şey vardı, Binnur bütünlemeye kaldı…. O an istedim formüllerin değil de kelimelerin adamı olmayı….

Korkular: Kuş olmanın kuralı bu, ben korkak bir insanım… İlla uzay mekiğine bineminize gerek yok, ya da uçağa, bir lunaparkta ben aşağıda dursam siz dönmedolabın çıktığı o en yüksek noktada, baksanız aşağıya, bir minik kafa, kafalar arasında bir tane daha, işte o ben, ne kadar da önemsemekteyim kendimi aslında, ve ne çok korkmakta….Olabilecek olanlardan, olasılıklardan…. Karanlıktan, yalnız kalmaktan, muhtaç olmaktan, acıdan, var olmaktan ve yok olmaktan….

Müzik: Lise ikideydim, Konak’ta hani milli kütüphane ile otopark arasından Kemeraltı’na giden yolda bir kitapçı “vardı” ya, oradan bir kaset aldım... İlk klasik müzik kasedim, okuldan gel- evir çevir sürekli dinle ezberim… İşte ben bu yüzden kasedin her iki yüzünün elverdiği kadarıyla Tchaikovski’nin Fındıkkıran’ı ile Kuğu Gölü Balesinin bir çok parçasını nota be nota ezbere bilirim.

Müziksiz kalmadım hiç, hep dinledim. Kızımdan önce yollarda kulağıma takılmış minik süngerler içinde, kızımdan sonra evde, Pc uğultusuna inat, ve ona paralel her günde….

Huzur en çok iki uçta buldum nedense, aynı gün içinde klasik de, rock da dinlemeyi sevdim (en çok leylek postürlü, yan flütlü Ian Anderson’lı Jethro Tull. Ve hatta bir ay bedava çalıştım sanat festivalinde, Efes’teki konserine gidebileyim diye)…

Şu anda aşkım Mozart’dan 21 numaralı c majör piyano konçertosunu dinlemekteyim (20 ve 21’i tamamen çok severim). Ama yazmaya başlarken Beethoven’dan Romance number 2 F major violin & orchestra, OP 50 çalıyordu ve okuyanlara önermeyi düşünüp not ettim.

Ancak yine de illaki Mozart demeliyim. Ona bir nevi aşkla bağlıyım. 1992 yılında, ölümünün 200. yıldönümünde teyzem Avusturya’da bir nevi resim yaz akademisine katılmıştı. Ah ne büyük mutluluk, sokaklarda her yerde Mozart çalmışlar gece gündüz… Ordan bize gelen uzun zaman yaldızlarını atmaya kıyamadığım Mozart resimli çikolatalardı.
Bir de, dedim, gözünü seveyim bana bir poster getir. Posterlerin içini görmeden, sadece elinde kalan parasının izin verdiği ölçüde, en ucuz posteri almış bana… Açtığımda, büyük bir telaşla, unutamadığım bir hayal kırıklığı yaşadım. Ortada kocaman bir kulak içine doğru notalar akmakta…. Altında elbette Mozart vs vs yazmakta…
Bir kulak hayatımda hiç bu kadar sevimsiz gelmemişti bana…

İşte bu da benim beşim… Kimi sobeleyim, kimi sobeleyim… Acaba Ece ne der bu işe diyeyim…. Posted by Picasa

1 comment:

asliberry said...

İzzet geçen gelişinde bana o çikolatalardan getirmişti. Hepsini bir gecede bitirmiştim. Sanırım hayalimdeki gibi 100 kiloluk bir kadın olmayı çok kısa bir süre sonra başaracağım.