27.4.06

:::::::: Sabırlı bir anne olduğum söyleniyor. Hakkımda iyi bir şey söylendi mi bir iki tepkim vadır. Biri utanmak ve söz konusu iltifatı nasıl savuşturacağımı bilememek, bir diğeri de şaşırmak.

Hayatta en büyük kavgası kendisi ile olan (ya da psikolog bir arkadaşın dediği gibi suçluluk duygusu fazla gelişmiş biri) bir zat olarak başka türlüsü beklenemez her halde benden.

Fakat ben gerçekten de sabırlı bir anneyim galiba. Üstelik çocuk gelişimi ile ilgili okuduklarım bilinçaltımda taşları gittikçe oturan sağlam bir yol inşa etmeye başlamış da benim haberim yok.

Aslıberry’nin zikrettiği Yasemin’in sayfasından Montesorri yöntemini okuyorum, bakıyorum ki ben bir “Montesor”um :) zaten… Bu kelime üzerinde biraz daha oynamak mümkün tabi. Zira zaman zaman ev içinde kızıma verdiğim aşırı özgürlükten dolayı birden bire parlayıp bir “Monster”a dönüşebilirim…

1,5 yaşındaki minik kadın arada bir deliren ama genelde anneanne tarafından bile sabrı takdir edilen anası hakkında ne düşünüyordur bu gibi zamanlarda acaba? Yoksa ben çelişkili bir tavır mı sergiliyorum? Genelde dingin bir deniz olarak algıladığı anasının tepesine nasıl oluyor da birden kara bulutlar çöküyor ve bu 1.60’lık ufak kadının ağız boşluğunda nasıl oluyor da gök gümbürtüsü yankılanabiliyor?

Sorgu koltuğuna oturdum yine.

Sevindiğinde de sinirlendiğinde de ellerini büyük bir duygu yoğunluğu ile sıkan kızımın minik yumruklarından biliyorum onun kalbi ufacık, onun midesi ufacık. (Beyaz’dan değilse) O bir mucize. Göz doktoruna gittiğimizde beni muayene eden doktordan nefret edecek kadar çok seviyor beni o minicik kalbi ile.

Her ne kadar ağız dolusu “babbbbbaaa” diyip de hala “anne” demese de kendini benimle bir saydığını biliyorum. O halde ben neden böyle yapıyorum?

Siz Tanrı ile nasıl konuşuyorsunuz diye sormuş üye olduğum mail gruplarından birinde biri geçenlerde. Siz cevabı düşünürken ben o bayanın stilini yazayım. Kafasına takılan sorulara o gün karşılaşacağı reklam sloganları ile cevap buluyormuş. Çok da güzel ve oturan örnekler vermiş…. Ben de galiba bugün yukarıdaki kaygılarım için bir cevap aldım.

Baby Centers’dan haftalık bültenler alıyorum. Kızımın gelişimini benimle beraber takip eden bir bülten. Mesela 17. ay 1. hafta diye mail alıyorsunuz evlat tam da o haftadayken. Diyor ki, bu haftada şöyle şöyle yapar. Yapıyor, sonra 17. ay 2. hafta’da yine bir mail alıyorsunuz ve diyorki bu haftada şöyle şöyle yapar, yahu yine yapıyor, hakkaten de yapıyor, Baby Centers ne derse bizim Nehir yapıyor! Zaten Nehir’e karşı geliştirdiğim takdirlik sabrımı (aradaki patlakları saymıyorum bunun nedenini de Broke Shields’a sorun. Bu da başka bir konu.) büyük oranda bu bültenlere borçluyum.

Kendi kendime aylar evel karar verdim, dünyanın dört bir yanında 10 ay 2 haftalıklar şu anda ama tam şu anda mutfak dolaplarını açıp tencere tavaları yerlere saçıyorsa buna bağırmak neden? Sabret ey Binnur, emekleme biter, yürüme başlar o zaman da başka şeylere sardırır sen toplamaya devam et.

Fakat bitmek bilmez bir toparlama savaşından sonra kağıt havlu rulosunu takılı olduğu sapıyla beraber sırf zevk olsun diye yere atıp hiçbir şey yokmuş gibi hayatına devam eden Nehir görüntüsü ağzımın iç boşluğunda gök gürlemeleri oluşmasına neden oldu bu gün yine.

Korktuğunu gördüm. O da sarsılarak ve yumruklarını sıkarak bana bağırdı. Çok üzüldüm.

Sonra, aynı gün içinde Baby Centers’dan bir mail aldım. Diyor ki, bebeğiniz tam da bu yaşta sabrınızın sınırlarını ölçmek için çiçeğin yapraklarını söker, gazeteyi parçalayarak odanın dört bir köşesine dağıtır. Küçük olayları boşverin ve büyük “hayırrrr” söylevlerinizi bir arkadaşını ısırmasına veya köpeğin (bizde kedinin) kuyruğunu çekmesine saklayın.

Evet çok da önemli bir şey değildi bağırdığım ama bu benim de savımdır. Anneme veya Ertunc’a zaman zaman söylediğim bir şeydir: Onu bağırma arsızı yapmamak lazım…..

Tabi bu felsefenin bir de yan etkisi var. Çocuğun psikolojisini kollarken kendi sabır bardağındaki son damlayı hesap edemeyen anne. Sanırım arada sırada kendime karşı da özen göstermeyi öğrenmeliyim… Ayrıca da sınırsız özgürlüğün yarardan çok zarar getirme ihtimali de var. Bu durum bana bir dostumun antibiyotik tanımlamasını hatırlattı.Antibiyotik 2 tarafı keskin bir bıçaktır, düzeltirken bozabilir de…. Posted by Picasa

26.4.06


..........(Hayatın Gerçekleri ve Edebiyatın Nimetleri Üzerine...)

Önceki yazı biraz kasvetli oldu galiba. Ama ne yapalım insanı insan yapan hep maymun gibi kaygısız ve şen olması değil kabul edersiniz ki…

Anlatanne her ne kadar Nehir için gibi gözükse de adı üstünde anlatmak için, “rahatladım, oh be!” demek için. Fakat yine de kıyısından köşesinden Nehir’e değmesi gerekiyorsa bir yazı bu konuda hiç bir zaman söyleyecek sözsüz kalmam ona göre.

Önceki yazı kasvetli oldu derken yazım bitti sanmayın. Bitmesi için Nehir’in uyuduğu odaya girip Hamlet’i almam ve tamamı ezberimde olmayan tiradı yazının sonuna eklemem gerekiyordu. Yaklaşık yarım saat sonra, kızım uyandığında odaya girmeye ve kitaba ulaşmaya hak kazanacağım. Ama tiradı yazıma eklemek için önce bir Nehir’in gönlünü etmeli, yedirme-yememe (ruhsal) itişip kakışmasını yaşamalı ve Nehir oyuncaklarına daldığı bir anda bilgisayarın önüne seyirtmeliyim. İşte ondan sonra yazım tam olarak bitecek. Bu arada ben çok afedersiniz ama mutfağa her girdiğimde saat 20:00’den önce kapı önüne koyamadığımız çöpten buram buram sızan kaka kokusuyla Nehir’in, yetinmek zorundayım…

Temel demiş ki doktora, kolumu geriye doğru atıp havada şöyle bir döndürüp sonra ileri doğru uzatınca fena halde ağrı saplanıyor. Doktor da demiş ki, kardeşim yapma o zaman o hareketi. Son söz Temel’in: E doktor bey ceketimi nasıl giyecem o zaman?

Yani eğer Mutfağa girme o zaman diyen varsa diye anlatıyorum…E yemeği nasıl yapacaz o zaman. Durum o kadar da vahim değil, üzülmeyin.

Aslında size Hamlet’den bahsetmek istemiştim laf karıştı.

Sinema tarihinde 50 küsür Hamlet var. En iyi Shakespeare icracısı olarak bilinen Sir Lawrence Olivier bir yana benim asım Mel Gibson. 1990 yılında Zefirelli’nin yönetiminde çekilen bu versiyonu yalnızca 2 kez seyrettim sinemada ama bir dönem gazeteye giderken walkmande benim gibi bu filme tutulmuş bir arkadaşın kasede çektiği film seslerini (ve repliklerini şüphesiz) yüzlerce kere dinledim…Bir Ralph vardı Turkish Daily News’a konuk yazar olarak yazan, bana bu gidişle ondan daha iyi İngilizce konuşacağımı söylemişti. Kehanet gerçekleşmedi tabi…

90’dan bu yana 16 yıl geçti. Hamlet’den bu yana sevgili Mel öyle yaşlandı ki artık kafayı dini filmlere yoruyor (bu bir latife arkadaşlar- adam zaten her daim sıkı bir katolikti, yok değilse insanın 7 çocuk yapmak için kafayı yemiş olması gerek :))

16 yıl geçti dedim, ama ben filmi hala unutamadım. Bir çok sahnesi gözümün önünde ama nedense bildiğiniz sebeplerden (kral babasını kulağına akıttığı zehirle öldüren amcasının hem tahtı hem de aslında ödipal bir tutku ile sevdiği annesini elde etmesine fena halde bozulan prens Hamlet hakkında bir hikaye işte….) ötürü öfke krizine giren Hamlet’in kılıcını yere sürte sürte, ona yüklenerek ve söylenerek yürüdüğü sahne nedense çok hoşuma gitmiş, hiç unutmadım.

Zamanında çok aradım filmi sağda solda, yok yok yok. Benim Hamlet tutkumu bilen Ertunç bir gün Çankaya’da bir cd’ciye girmiş Hamlet’i sormuş. Adam raf altından bir cd çıkarırken bir yandan da
-var olmaz mı abi, diyormuş.

Eşim bi bakmış film söylemesi ayıp bir türden.
Demiş ki kibarca :
-benim aradığım Mel Gibson’un ki

Adam da demişki
-Bilmiyom abi Mel Gibson porno mu çevirmiş?

Derviş - fikir ve zikir meselesi tabi…. (Dervişin fikri neyse zikri de odur derler ya)

Valla adamın dediğinden olmasın da Hani Zefirelli’nin, 90 yapımı Hamlet’i var ya, elinde olan varsa bana gönderse ya… Posted by Picasa
............... (Windows, İzmir ve Shakespeare üzerine… )

Windows hafızadan çalışır… İşte bu yüzdendir ki yeni bir program yüklediğinizde sistemi kapatıp yeniden açmalısınız. Yoksa zavallı PC’niz yeni geleni algılamadığı gibi eski halinde bir değişiklik olduğuna dair en ufak bir şüpheye bile sahip olmaz.

İzmir’e gittiğimde kendimi Windows gibi hissettim. Demek henüz kendimi kapatıp açmamışım. (bu yüzden henüz İzmir'den taşınmamışken çekilmiş bir fotomuzu koydum. Nehir henüz 7 aylık iken) Sanki hala orada yaşıyorum da sadece bir 1 haftadır falan kendimi sokaklara vurmamışım… Bu duruma en büyük kanıt da uğurlarına özlemden (hala) çooooook göz yaşı döktüğüm ama yine de beni tolare etme sınırlarını sürekli bodoslama vuruşlarla zorladığım ailemi şehrimde kaldığım süre boyunca sık sık haşlamamdır…

Hayatta en çok sevdiğim birkaç kişi içindeler oysa.

Zaman zaman düşünürüm, neden sadece ben değil, tanıdığım herkes annesi ile babasını diğer insanlardan daha çok yıpratır acaba diye… Acaba bunun nedeni hayatın bize “sunduğu” hayal kırıklıklarının sorumlusu olarak bizi dünyaya getirene(lere) kusmak istediğimiz bilinçaltı temelli bir öfke midir? Çok süper bir hayat resmi çizenlere inanmak gelmiyor içimden. Kusura bakmayın. Sanırım bu dünyaya gelen de pişman gelmeyen de. Mutluluğun hedeflenen veya hedefletilenlere ulaşmakla da alakası yok. Var olmak başlı başına bir kriz. Ne demiş kuklası Hamlet vasıtası ile Shakespeare usta: Olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu…

Bir İzmir’e gittim geldim klavyeden neler dökülüyor bak…

Yine sevgili buhran Hamlet’den ya da aslında Shakespeare’den devam edelim. Demek isterim ki ben, yarattığı karakterleri aracılığıyla ifade ettiği fikirleri ve hayat felsefesinin kayıtlı bulunduğu binlerce kelimeyi barındıran o kadar eserine rağmen zavallı Shakespeare sadece bir cümle ile anılır hep: Olmak ya da olmamak!

Oysa bir insanı tanımak ya da tanıdığını zannetmek gibidir bu durum. Deşsen, gerisinde ve berisinde, göz bebeğinin tam arka yerinde, hatta biraz üstte gri ve büklümlü, o hani sadece glikozla beslenen ve kendi kendini bir türlü çözememiş beyin denen muammanın da bir yerlerinde ve hatta korteks mi derler nedir onun da altında ya da üstünü bilsek altını bilemediğimiz bilinçte ne çok derinlik, incelik ve kırılganlık vardır. NE eşsizdir aslında “gıcık!” diyerek, “gerzek!” diyerek “embesil!” diyerek bir kalemde silip attığınız kişi.

“Olmak ya da olmamak” girişi muhtemelen sizde yukarıdaki olumsuz duygulardan hiç birini uyandırmadı. Benim de demek istediğim şey o değildi zaten.

Ötesi var, demek istemiştim. Ve ötesi başlığından da güzel… İlk sözlerinden de güzel. En bilinen, en havalı kısmından da güzel.

Şimdi dinleyin, yüz yıllar evvel göçüp gitmiş bir adamın kaygıları konuşuyor:


Var olmak mı, yok olmak mı, bütün sorun bu!
Düşüncemizin katlanması mı güzel,
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına,
Yoksa diretip bela denizlerine karşı
Dur, yeter! Demesi mi?
Ölmek, uyumak sadece! Düşünün ki uyumakla yalnız
Bitebilir bütün acıları yüreğin,
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun.
Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü!
Çünkü o ölüm uykularında,
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından,
Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.
Bu düşüncedir felaketleri yaşanır yapan.
Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine,
Sevgisinin kepaze edilmesine,
Kanunların bu kadar yavaş
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine,
Kötülere kul olmasının iyi insanın
Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?
Kim ister bütün bunlara katlanmak
Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek,
Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa,
O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya
Ürkütmese yüreğini?
Bilmediğimiz belalara atılmaktansa
Çektiklerine razı etmese insanı?
Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
Yürekten gelenin doğal rengini.
VE nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden,
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.
Ama sus, bak, güzel Ophelia geliyor.
Peri kızı dualarında unutma beni,
Ve bütün günahlarımı.


ya da zamanında diyenin dediği gibi:"to be, or not to be, that is the question:-whether `tis nobler in the mind, to suffer the slings and arrows of outrageous fortune;or to take arms against a sea of troubles,and, by opposing, end them?-to die,-to sleep,-no more;-and by a sleep, to say we endthe heart-ach, and the thousand natural shocksthat flesh is heir to,-`tis a consummationdevoutly to be wish`d. to die;-to sleep;-to sleep! perchance to dream;-ay, there`s the rub;for in that sleep of death what dreams may come,when we have shuffled of this mortal coil,must give a pause: there`s the respect,that makes calamity of so long life:for who would bear the scorns and whips of time,the opressor`s wrong, the proud man`s contumely,the pangs of despis`d love, the law`s delay,the insolonce of office, and the spurnsthat patient merit of the unworthy takes,when he himself might his quietus makewith a bare bodkin? who would fardels bear,to grunt and sweat under a weary life;but that the dread of something after death,-the undiscover`d country, from whose bournno traveller returns,-puzzles the will;and makes us rather bear those ills we have,than fly to others that we know not of?thus conscience does make cowards of us all;and thus the native hue of resolutionis sicklied o`er with the pale cast of thought;and enterprises of great pith and moment,with this regard, their currents turn awry,and lose the name of action.-soft you now!the fair ophelia:-nymph, in thy orisonsbe all my sins remember." Posted by Picasa

7.4.06

................. (Koca Dünya'da bir Böceğin yaşama anlamı üzerine...)

Hepimiz çocukluğumuzda anne babamızın pis diye tanımladığı işler yapmışızdır. Onların tanımlamadığı ama belki görselerdi böyle derlerdi diye düşündüğüm bir meşgalemiz vardı çocukluğumuzda: Tespih böceği yuvarlamak.

Bilir misiniz tespih böceklerini? Kavruk (kısa boylu) bir gri tırtıla benzeteceğim bu sevimli böcek bir dokunuşla kıvrılır topa döner, ama gerçek bir top, sonrası eğlence, parmaklarınızı fiske atacakmış gibi şekillendirir vurursunuz garibana, yuvarlanır gider de gider.

Vicdanımı yokluyorum da, sırtına bağladıkları kız kaçıranlarla çekirgeleri gözlerimin önünde yakan üst mahallenin çocuklarının yanında benim bu küçük lüksüm pek masum kalıyor.

Ancak bu konu ile ilgili vicdan muhasebem 30 yaşına kadar temiz çıkıyor. 30 yaşında istemeden çok kötü bir şey yaptım ben: Ben dolaylı bir tespih böceği katiliyim.

Henüz başka kentlerde evlenmeden önce taraflara kan testi şartı henüz koşulmamışken, benim medeni şehrim İzmir yine farkını ortaya koymuş aşıklardan test istiyordu (takdirlik bu konu ile ilgili de anlatacaklarım var, ama bin başka sefere).

Yaz ayları malum, herkes evlenmek için sıraya girmiş, ama hakikaten diyorum bir kuyruk ki sormayın, küçük bir antrede bukle bukle, büklüm büklüm, dön dolaş bitmez bir sıra, herkes kanını test ettirmeye koşmuş. Allahtan sevdiğiniz adam ya da kadın yanınızda da sıkılmıyorsunuz. Bu cümleden de anlaşıldığı üzere güruh çiftler halinde, bir Allah’ın bekar insanı yok o izdihamda.

Sonra birden kapının alt boşluğundan bir tespih böceği çıka geldi. Onca insan arasında henüz şekli düz, ilerliyor.
Dedim ki:
- Bu hayvan burada bir ayak altında kalacak kesin, ben şunu eski günlerin bana kazandırdığı beceri ile topa dönüştüreyim, ittireyim köşeye gitsin.

Köşeye gitmek ve durmak anına kadar her şey planladığım gibi gitti. Fakat sonra, yanında müstakbel eş falan olmayan bir tekil şahıs, apartman topuklu ayakkabılı bir kadın kullanılmayan gibi gözüken bir kapıdan çıktı geldi. Amaçsız bir şekilde duvar dibine gitti

Çatırtttt.

Çatırtıyı duydum…

Ertunç ile göz göze geldik….

İşte o gün bu gündür ben, burnumu beni ilgilendirmeyen işlere sokmuyorum. Posted by Picasa

6.4.06


...........Kimse benim çocuğum hep şöyle yapar hep böyle yapar dememeli. Çünkü öyle bir şey yok.

TV jargonu ile konuşursak aylardır her gece saat 20:00 dizisi başlamadan uykuya çekilen kızım birden bire, bir gecede, aniden ve şimşek hızıyla uyumak için gecenin 2. dizi saatini, saat 22:00’yi beklemeye başladı.

Zamanı bu şekilde açıklamaktan utanıyorum, kusura bakmayın, ama gerçek bu.
BU durumu bir anda kabullensem bu kadar sıkıntı yaşamayacaktım. Ama rutine ben ondan daha çok bağlıymışım onu gördüm. Oysaki birkaç gündür rutin dediğim şey şekil değiştirmiş farkında değilim.

Rutinin yeni hali şu: birinci dizi saatinde akşamları erken yatar sabahları kuşlarla beraber kalkar bildiğim kızımı uyutmaya götürüyorum, 20 dakikalık bir beyhude emzirme çabasından sonra kucağımdaki kazulet pat diye yere atlıyor ve badi badi odanın kapısına koşuyor bir de dönüp bana “vucuu vaa” türü tahminen “eee sen gelmiyor musun ?” anlamında bir ses grubu fırlatıyor. Ben biraz sinirlenmekle beraber eee o da insan, onun da istekleri var türü “fedakar!” düşüncelerle peşinden gidiyorum…

Babasına da bari sen bana acı tonunda
--Bak kim geldi!
Ünlemesi yapıyorum.

Az sonra önünüzde ovunup esneyen bebek suratlı kazulete gözünüz takılıyor, acıyorsunuz, siz bir annesiniz, bu satırları okuduğunda belki hafiften sinir olacak babası gibi “amaaaan bırak ne zaman uykusu gelirse uyur,” diyemiyorsunuz ve (doğduğundan birkaç gün sonra dayımdan duyduğum benzetmeyi anarak cümleye devam etmek istiyorum) “sırtınızdan hiç inmeyecek maymunla” yatak odasına doğru ilerliyorsunuz.

Bir 20 dakikalık daha emzirme seansı. Yatmaya direnen “uykusuzluktan sefil” bir çocuk ile baş başasınız. Birkaç gün evvel koca karyolasından parende atar gibi indiğini dehşetle gördüğünüz bu 17 aylık bebeğin aman bir yerlerine zarar gelmesin diye korkuluğun birkaç sopasını sökmüştünüz zaten. Kendi için açılmış bu hoş delikten daha bir kolay çıkıyor bücür ve inatlaşma devam ediyor. Yatırıp bağırıyorsunuz, olmadı siz de yatar gibi yapıyorsunuz. O sizin yanınıza gelmek ister gibi ama birkaç gün evel bu meseleyi taş kalplilikle halletmiştiniz. Yatağa almadığınız velet inadından 15 dakika halının üzerinde yatıp ardından “ebeveyn zaferini” taçlandırır bir şekilde yatağına sürünerek çıkmıştı. (içi acıyan anneler için not: üst üste serilmiş 2 halıflex ve onun üzerinde de kalın tüylü bir halı var beşik/karyolanın yanında)


Peki çocuğu yerlerde sürünür karyola tepelerinde parendeler atarken amortisman payı ayrılmamış anne ne durumda, ne düşünüyor?

Elbette hamileliğini: Yemek sonrası oturduğum yerde bile kalbim 113 atardı, kansızlığım neredeyse doğum esnasında kan almamı gerektirecek boyuttaydı- ama doktora yalvar yakar elalemin kanını damarlarıma enjekte ettirmedim--, sırt üstü yattığında kalbim nefes boruma takıldığından(!) ve bebeğin sağlığını göz etmek adına hep sola yatılan geceler geçirdim, eşime hep sordum ne zaman bitecek bu diye, o da hep “az kaldı, az kaldı,” dedi… Ama bir dostumun anasının seneler önce dostum da aynen benim gibi sabırsızlandığında ona dediği gibi:
“Kızım daha ne istiyorsun senle yatıyor senle kalkıyor işte,”

Hmm dur bi düşün Binnur, benle yatmasın, benden önce yatsın, ama benle kalksın. Ben de biraz kafa dinleyeyim. (Ne kafa dinlemek- o yattıktan yarım saat sonra eşime taklidini yaptırıyorum, tabi ki gıcık olduğumdan değil-özlemden..)

Annelik tabi böyle ısmarlama olmuyor. Ama ben hamileyken çok sevgili doktorum Ümran Hanım normal beslenmemin yanı sıra sabah akşam bir bardak süt içsem yeteceğini söylemişti, hamilelik hastalık değildir diyerek. Fakat şimdi öyle mi, çeşit çeşit yemek pişir, pişir de pişir ister yer ister yemez, arada göbek bağı da kalmadı ben yiyim ona yarasın (aslında hala emzirdiğimden sanki biraz yarıyor gibi neyse ki- bu da eşim arada bize portakal suyu sıktığında Nehir’in içmediklerinin bana kalması demek eşime değil). Neyse, beslenme konusu başka hikaye aslında, onu sonra tartışalım.

Biz neden böyle bir rutin bozma yaşıyoruz sorusuna verilecek cevaplar muhtelif. Kimileri çocuğun gelişiminin gerekleri olarak görse de bu durumu, ben tek bir laf diyorum “Nazar kardeşim nazar.”

Karar verdim kimseye
—Çocuğun kaçta yatıyor?
Diye sormayacağım.
Farz edin yaptım bu hatayı, ve mükemmel bir cevap aldım:
Asla
-aaaaaa, oooo, aaayyy ne güzeeeeeeeeelllll, amaannnn, harika,

Demiyecegim
Sadece ve sadece Maşallah diyecegim kardeşim, maşallllllllaaahPosted by Picasa

2.4.06

........ Kendini sorgulayan bir anne oldum son zamanlarda. Acaba şu veya bu blog sayesinde tanıdığım şu veya bu anne kadar özenli bir anne miyim? Ona yeterince vakit ayırıyor muyum?
Zekası daha çok gelişsin diye ona yeterince uyaran sağlıyor muyum?

Şu son “havalı” cümleden anlıyoruz ki, en azından onun için okuyorum, diğer blogcu anneler kadar “ona okuyor” olmasamda.

Bu konuda gerçekten kendimi suçlu hissetmeli miyim? Nehir daha çok küçük, ona sadece resimleri gösterip top, tavşan, kedi kuş diye sayıyorum işte o kadar. Oturup çirkin çizilmiş bir vak vak’ın yıkanma maceralarını okusam ne olacak (iyi olacak biliyorum- susun şimdi ben konuşuyorum). Zaten akıllı olduğuna ne kadar kanaat getirsem de benim minik kızım kitapta gösterdiğim tavşana da, köpeğe de , kediye de, kuşa da hep aynı şekilde sesleniyor

--aaaaa, hu hu
Ya da
--aaa, iyaoooooooww.

Pekala, var sayalım şimdilik aradaki fark önemli değil. E o halde “vak vak yıkanmak istemiyordu annesi ona dedi ki yıkanmazsan” falan filanın ne önemi var….(Susun demiştim arkadaşlar, onun için diye başlayan cümlelerden korkmalısınız- ya da “o” diye nitelendirilen korkmalı ama işte bir tanesi geliyor, “O’nun için ben evde oturuyorum artık. Biraz tembellik benim de hakkım ama değil mi?”)

Tembellik dediğime bakmayın. Aslında her zamankinden daha çok şey yaptığımı fark ettim. Sosyal yaşamdan kopuşumu kendime unutturmak ister gibi bir o hobiye, bir bu hobiye saldırıyorum, sardırıyorum, döndürüyorum, dolandırıyorum, pek çoğunu yarım bırakıyorum…Ama tablo o kadar da kara değil: yine de 34’ünde anne olmuş bir kadın için -bu saate kadar tekil yaşamak ve özgürlüğün “zincirlerine” bu kadar dolanmış olmak ne demek bilir misiniz?---yine de iyi bir anneyim galiba.

Hülya Avşar’ a sanırım , “çalışıyorsunuz kızınıza zaman ayırmak hakkında üzüntünüz var mı” gibilerinde bir soru sormuşlar, o da demiş ki: “Ben ona kaliteli zaman ayırıyorum.” Nokta.

Hmmm, durum vahim. Ben Nehir’e kaliteli zaman ayırıyor muyum acaba? Evet hep onunlayım. Eşimin içime ektiği
--Bir gün gelirsin eve, yerinde yeller eser Tanrı korusun,
korku tohumundan sonra nasıl bir bakıcı ile yalnız bırakırdım ben onu zaten.

Onu arada üzüyorsa biri, bu benim , bir başkası değil işte (oh be daha ne olsun)

Üstelik gün içinde ona yedirmem gerektiğini düşündüğüm muzmuş, köfteymiş hepsi onun midesin gidiyor, kafamda soru işareti yok bir başkası mı lüpletti diye :

VE ayrıca o kadar da kötü değilim ben galiba… Onunla dergileri, (kızımın) uğruna mükemmel kalmalılar saplantımdan vaz geçtiğim kitaplarımı karıştırıyoruz , aaaa keddddiii, aaaa göz, aaaaa bebbbek (bu sonuncusunda bir heceleme hatası yapıyorum galiba, çocuk artık hem babasına, hem de ayna da gördüğü kendi aksine babbbaaa diyor) diye ötüşüp duruyoruz işte. Bu arada eskiden bir parça olan birkaç ansiklopedik kitap şimdi bin bir parça.. Uzun süre “el emeği göz nuru” bir biçimde her parçayı tekrar topladım bir düzene soktum kızın önüne koydum. O yine rüzgar üfürmüş gibi onları odanın dört bir yanına dağıttı. O dağıtmaktan bıkmadı ben toplamaktan bıktım, şimdi elimizde kalanlarla yetiniyoruz.

Bir de müzik konusu var. Bu konuda zevki “ince” olsun diye ona sürekli klasik müzik dinlettiriyorum. Ama o hadi hüptür hadi hüptür diye rap mi hip hop mu türünü öğrenmek bile istemeyeceğim bir jingle’a sahip reklamda deli bir ifade ile zevkten dört köşe oluyor….Ben ise şah mat…

TV seyrettirmeyecektim ben de bir çok anne gibi. Sonra bir gün bir yerde okudum Teletubbiler annelerin en yakın dostudır diye, hayatım değişti. Evet onları ben de çok seviyorum…Sabahlarımıza dinginlik getiriyorlar.

İngilizce bilmeyenin iş dünyasında şimdiden adamdan sayılmamaya başlandığı ülkemizde onun iş arayacağı vakitlerde neler olur kim bilir diye (okkalı bir maaş için 2-3 belki de 4 dil gerekecek sanırım) ona sürekli BBCprime seyrettirmeye çalışıyorum. Yaradı mı derseniz, evet… Çünkü ben kızıma güle güle, onun deyimi ile ğüeeeee ğüüüeee demeyi öğrettim sadece ama o artık konuya komşuya tam da teletubby kıvamında bye byeeeee yapıyor (ben öğretmedim özdilimin dostları)…


Sevgili Aslı bana yaz yaz da yaz yaz der hep, bunun için ona minnettarım. Belki de onun sayesinde Nehir’in seyir defteri’ni kızımın dilinden tutmakla kaybedeceğim detayları kayıda geçirmiş olacağım ve en önemlisi iç döküp rahatlayacağım.

Yok öyle hep “sevimli maymun özlü cümleleri”kullanarak günü ayı yılı hayatı özetlemek….

Ben zaten evel ezel yazar olmak istiyordum (arkadaşşşş), ve hatta bir zamanlar biraz oldum da galiba (o da başka bir günün hikayesi)
Hazır Asliberry beni sobelemişken, evlatlar için ne yapıyoruz boş zamanlarımızda türü bir sobeydi) ben başlayayım konuşmaya..belki bir gün de ne olur suuuuussss der Aslı…

Aslıcım teşekkür ederim.
Not:sobenin devamı var, bu sobe her yazımda devam ediyo olacak az çook. Posted by Picasa