26.4.09

Bir çanta kaç kelebek kanadı çırpmasına bedeldir?


Gün içinde bana kalan zaman azaldıkça zaman talep eden işlere eğilimim o denli artıyor. Kimileri buna "işleyen demir ışıldar" mantığıyla yaklaşabilir. Gerçekten de öyle, işledikçe işleyesi geliyor insanın. Bu duruma tamamen tezat bir başka kavram var ki ona da "uyku uykunun mayasıdır" deyimi eşlik eder.


Bu ikinci durumu sadece kedilere yakıştırıyorum. Kedi severler bilir, kediler günde 16 saat kadar uyumazlarsa gözlerinin iç çevresi kızarır, böyle çipil çipil bakar insanın içinde acıma hisleri uyandırırlar.


Ancak biz kedi değiliz. Bize kedilerinki gibi 16 elbette değil ama 8 saat uyku bile sanki fazla.


Zaman akıp gidiyor ve "uyku uykunun mayasıdır" atasözüne "sıfıra sıfır elde var yine sıfır," atasözü pek güzel eşlik ediyor.


Oysa kalıcı değilsek kalıcı bir şeyler bırakmak için hep birşeylere zaman ayırmak gerekiyor.


İşte bu yuzden az önce eşimin eline bir fıstık çamı fidanı tutuşturdum. Bahçemizde artık cok dallanıp budaklanacak ağaçlara yer kalmadığı için dağlık bayırlık bir yerlere gidip dikmesini önerdim fidanı.


Giderken kızımızı da yanına aldı. Mevsimi geldiğinde tombik dutlarını yediği ve yedirttiği (ama benim bir türlü kendi gözlerimle göremediğim) yamaç dutlarından birinin yakınlarında fıstık fidanını toprakla buluşturmuşlar.


İnsanoğlu canına ot tıkamadığı sürece kimbilir (bizden sonra bile) kaç yıl yaşayacak fidan bir düşünün.


BU tür kalıcılık fikri son zamanlarda aklımı çok kurcalıyor. İnsanoğlunun tüm ilerlemesini bu düşünceye borçlu olduğunu düşünüyorum. (ve elbette- ve ne yazık ki tüm gerilemesini ve geriletmesini de)...


Geriletme derken kastettiklerimden biri doğanın gerilemesi. Geçenlerde bir yerlerde okudum buzul çağı bekleniyormuş. Umarım bu süreç evrenin zaman kavramına göre kısa olsa bile insanoğlunun zaman kavramına göre yüzlerce yıllık bir süreçtir (En iyisi hiç olmaması ya, eh bunu dilemek için de ona göre yaşamak gerek. Hangi birimiz küresel ısınma nedenlerinden olan klimalarımızdan, deodorantlarımızdan ve egzos gazı kaynağı arabalarımızdan vazgeçtik?)


Ve sonra kelebek etkisi diye bir şey var. Hani Amazonlarda bir kelebek kanat çırpsa Avrupa'da oluşacak fırtınaya başlangıç verirmiş türü bir söylem*... Bu durumda dünyanın gidişatını olumlu yönde etkileyecek bir kanat çırpışı yapma derdine düşmekte ne sakınca olabilir? Üstelik bu çırpış kalıcılık mabedinize bir çivi daha çakmak anlamına geliyorsa bundan iyisi can sağlığı değildir de nedir?


Daha net konuşmak gerekirse kesip biçerek, dikip birleştirerek var etmeye çalıştığım nesneler halkasına çantaları da ekledim. Şimdilik fikir bazında.


Çocukluğum örgüler örülen, dikişler dikilen, nakışlar yapılan evlerde geçmedi. Ortaokul yıllarında herkes matematikten fen'den korkarken benim tek korkulu rüyam ev ekonomisi dersleriydi. Sonradan ama çok sonradan keşfettim ben el işleri ile rahatlamanın kadına özgü bir şans olduğunu. Bazı işlerin de belli bir yaş sınırı oluyor, 30'undan sonra sana iş öğretecek kişi bulunmuyormuş meğer. Neyseki internet imdadıma yetişti. El yordamı bulduğum sayfalardan neler öğrendim neler. Sırada çantalar var. Günlerdir çanta nasıl dikilir araştırıp soruşturup duruyorum. Bu esnada bu hobime keyifle onay veren Aslı'yı da link bombardımanına tutuyorum. Hayalimiz Mayıs ayında günübirliğine bana geldiğinde en azından bir çantayı dikmek ve bitirmek.



PEki tüm bunların kelebek etkisi ile ne alakası var?

Biliyor musunuz kaplumbağalar denizlere savrulan poşet torbaları deniz anası sanıyorlarmış, ve elbette iştahla atıldıkları bu torbaları sindiremeyip ölüyorlarmış. Doğal dengede her canlının büyük önemi var. Kaplumbağa diyip geçmeyin. Alışveriş torbası yerine kendi diktiğimiz (ve işte bunu ben diktim - bu benim ürünüm diyebileceğimiz) bir çanta kullanmak kimbilir kaç bin kelebeğin kaç kanat çırpışına bedeldir.... :)








*Kelebek etkisi, bir sistemin başlangıç verilerindeki ufak değişikliklerin, büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen isimdir. İsmi, Edward N. Lorenz'in hava durumuyla verdiği örnekten geliyor: Amazon Ormanları'nda bir kelebeğin kanat çırpması, Avrupa'da fırtına kopmasına sebep olabilir.

22.4.09

Korkuyorum demenin farklı bir yolu....


-Anne kuşlar niye şimşekten (gökgürültüsü) korkuyorlar?
-Akıllarıküçük olduğu için (beyin)
-Bizim aklımız da küçüüüük :(

17.4.09

Sinapslar ve kararsız kalmış analar üzerine...




Elim kolum sandoviç ekmekleri, yulaf ezmesi ve domates suyu gibi bilimum paket ve kutularla dolu halde raflar arasında dolanırken, nerden geldiği belirsiz bir emre bilinçsizce itaat edermiş gibi rotamı hızla değiştiriyorum. Şimdi çocuk kitapları raflarının önündeyim. Normalde olması gerektiği şekilde elime alarak değilde, gözlerimle bir kitap seçiyorum kızıma. Hani on parmağında on marifettten kasıt bu mudur bilmem ama boşta kalan parmaklarımdan ikisinin arasına “başarıyla” kıstırıp kitabı, aceleyle kasa önüne seyirtiyorum.

Kucağımı dolduran diğer tüm gıdalardan çok daha elzem bir “gıda” bu iki parmağım arasındaki...

Babası ile alışveriş merkezinin koridorlarında dolanan kızım, elimdeki torbalara iştahla atılarak beklediğim soruyu soruyor:
“Bana şeker aldın mı?”

Ona kitabı uzatıyorum.

Ne mutlu bana, kitap şekerden daha değerliymiş gözünde.

Çocukla ilgilenmenin sınırları üzerine karışık duygular içindeyim. Çok değil yarım saat kadar önce arkadaşım, kızımın az çok okumayı sökmüş olduğunu farketti. “Vitrindeki yazıyı söktüm sökecem,” seviyesinde bir minik kıza odaklanmış iki kadın olarak biz, ve bizim o anki konuşmalarımız farkettim ki bende gurur yerine rahatsızlığa benzer duygular tetiklemekteydi.

Az çok savunmaya geçmiş buldum kendimi. Oysa ortada ne suçlayan vardı ne de suçlanan.
Çünkü sevmiyorum ben hırs küpü anaları. Ve çünkü sayılmak istemiyorum onlardan biri. Ve çünkü inanıyorum ki nasıl olsa hayatta herşey zamanı geldiğinde zaten olacak, okumayı sökememiş çocuk elbette kalmayacak. Ancak iki paragraf yukarı tekrar çıkarsak eğer “Çocukla ilgilenmenin sınırları üzerine karışık duygular içindeyim” ben...

Çünkü ben bir de ilgilenilen fidanların çok daha güzel çiçekler açtığını biliyorum. Ve bir de ben zeka denen kavramın beyindeki hücreler arasında ne kadar çok sinaps (bir nevi bağ) oluşup oluşmadığına bağlı olduğunu duyuyorum. Ve bir de ben sinaps denen değerli “şeyciklerin” belli bir yaştan önce çocuğa sağlanan bol uyaranlarla bereketlendiğini okuyorum (orda burada).

Bu durumda yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal.

Devir sıradanlık devri değil. Ne güzel anlatıyor bunu Alain de Botton.
Sıradanlık üzerine böylesi net bir tanımlama fazla söze yer bırakmıyor. Bir ananın bilinçaltı haykırıyor :" Çoğalın sinapslar, yayılın sinapslar, sinapsına bereket evlat!"


Uzun bir günün sonunda kızımla yanyana yatağa uzanıyoruz.

Yepyeni kitabımızı açıyoruz.

Her resmin altında tek tek ismi yazıyor. Kızım kimin okuyor, kimini tahmin ediyor... Kitabı alan ben!


İşte bu yüzden kızımın okumayı kendi kendine söktüğünü söyleyemiyorum. Ve sökmediğini de...

İşin içinde onun çabası da var, benimki de....


Diyorum ki soranlara; çocuk bir şeyi istemeden- sormadan verilmesi taraftarı değilim, ama soruyorsa ve istiyorsa (öğrenmek) öğretmeye hazırım.


Okumayı sökmeye hevesli çocukların analarına öneriyor, istememişlerinkine önermiyorum :)



Alain de Botton'un kitabını okumak isteyene :




6.4.09

Büyük Resimde Küçük Detaylar.... Dumuş Bulundu....

Yeniçağ felsefesi, başımıza gelen iyi kötü herşeyin bir nedeni olduğunu savunur. Adalet peşidenyseniz başkalarını da şu veya bu şekilde etkileyen ama dolaylı yönden size faydası olan şeyler kafanızı karıştırır. İşte bu durumda yeniçağcılar “büyük resme bak,” derler.

Büyük resimde küçük detayların önemi yoktur çünkü. Ve tüm ruhlar bir gün bir başkası için yaşayacakları musibetle birbirlerine olan borçlarını nasılsa ödeyeceklerdir!

Uzun zamandır adamakılllı yazamama sıkıntımı sonlandıran olay, küçük kedimin kaçışı da böylesi bir duruma örnek verilebilir. Yok değilse Dumuş’umu zayıflatan 10 günlük kayıp günler süreci iyiden iyiye anlamını yitirecek. Dumuş’un 9 koca günün sonunda beni tekrar klavye başına oturtan yokluğu ilginçtir ki yazımı yazdıktan saatler sonra sona erdi.

Önüne konan mamalara hapır hüpür saldıran kedicik bilseydi beni yazmaya geri döndürmek için bunca zaman açlık ve korku içinde yaşadığını acaba çektikleri onun için daha katlanılır olabilir miydi?
Bilmem ki, büyük resme bakmak lazım…

5.4.09

Kalana Hay Hay, Gidene Vay Vay...

Evimizin 9 yıllık kedisi Mırnık misafirleri şaşırtarak bizimle sofra başında oturur. Oturma işini biraz daha genişleterek ailecek yapılan akşam sefalarında salon koltuklarından birini kendine ayırır.
Ancak bu oturmalar çoğu zaman bir kediye yakışacak şekilde değil de, daha çok Dr Moreau’nun adasından çıkmış bir kediden bozma insan şeklindedir. Bu, bir kedinin asla yapmayacağı şekilde sırt üstü oturmak eylemidir. Karın açık, eller yanda, surat ise tüm gün “modern dünya feodalizmi” altında ezilmiş bir fani bezginliğinde!

İnsanlaşmak eylemi o kadar ileri giderki bizlerin adını bile söyler (ya da bize öyle gelir). Öyle ya, hangi kedi evin adı Ertunç olan elemanına, ama sadece ona kesintili kesintili
E –U diye seslenir. Bizler bunu herkese açıklamaz, bir zamanlar televizyonda gördüğümüz, “ama bana anne dedi!” itirazlarıyla kedilerini öven çılgın kadınlara benzetilmekten çekiniriz.

Geceler ise bir başka alemdir. Kedimiz kendini insandan saymaya uyku odalarında da devam eder haklı olarak. Kimi zaman kızımızın odasındaki ikinci yatakta yatar; bize “ çocuklar (!) uyuyor,” deme şansını vererek. Kimi zaman da ebeveyn yatağına teşrif eder. Bir insan gibi rüya görür, muhtemel ki fareler veya bahçemizi ele geçirebilecek(!) erkek kedilerin peşinde koşar, pati kıpırdatır, bıyık titretir. Ne kadar insanımsı tavırlar sergilese de neticede o bir kedidir, ve tüm türdeşleri gibi asla büyümeyen bir çocuktur. İşte bu yüzden kızımız odamızı, yatağımızı terk ettikten nice sonra bile ( ve kimbilir ömrünün sonuna kadar) Mırnık odamızı – yatağımızı terk etmeyecek gözükür.
Annesi saydığı benden almak istediği ilginin ise gecesi gündüzü yoktur. Gecenin 3’ünde 4’ünde (ne farkeder onun için) yatak ucundan koyun (koyn) yüksekliğine geçiş yapar, hala uyumakta iseniz özenle içeri çektiği tırnağından dolayı pamuksulaşmış patisiyle yüzüme bir iki kez dokunur. İşte bu uyan da koynuna al beni demektir. O anlarda kabus görüp de anasına sığınmış bir çocuğa benzer. Kapı önü güneşlenmelerinde havada yumak olup yerlere tüylerini saçtığı erkek kediler dövmüştür rüyada onu belki, kim bilir.

Kimileriniz kapı önünde arz-ı endam eden, mahallenin bıçkın kedileriyle güreş tutan bir kediyi koynumuza almamıza şaşarsınız tahmin ederim. Ama sokaktaki çocuklarla döğüşüp üstü başı toz içinde kalan bir çocuk nasıl eve alınmazlık edilmezse, Mırnık için de aynı fikir geçerlidir bizim evde.
İşte bu çok sevilesi, gözümüzde insanlaşmış kedi bu tür bir terfinin dezavantajlarını yaşadı geçen haftalarda.
Nasıl mı? Üzerine gelen kumayla elbette...
Muhteşem bir yavru kediydi yeni göz ağrımız. Renginden dolayı adını Duman koyduk. Tatlılığından dolayı dilimiz Duman demeye varmadı, Dumuş dedik. Dumuş dopingli kedi mamalarının sayesinde erken azdı, 3 gün miyavın ve mavın her türlü tonlamasını (yüksek sesle) ev içinde bize dinlettikten sonra, kapının ilk aralık bırakıldığı anda kaçtı. Günlerce aradım.

Geceleri 11’lerde bile onun için sokaklardaydım. İki kere buldum, yaklaşır gibi yaptı, ardından bana derdini kendince anlatmak adına bir sağa , bir sola kaldırıp başını azmış kedi mavlaması yaptı. Ardından da sırra kadem bastı Dumuş.


En son olarak gözyaşları içinde kahve falı baktırdım. “Geri dönen kedi gözükmüyor,” dedi kalbinin temiz olduuna inandığım arkadaşım. Tüm bunlar kediseverlere ne kadar da olağan, kedi sevmezlere ne kadar da aptalca geliyordur tahmin ederim. Bakış açısı diyip geçelim.

Gitti giden. Ama ben baharın patlattığı tomurcuklara bakarken hala Dumuş’u düşünüyorum. Ve faldan sonra, üzerimdeki belirsizlik yükünü biraz olsun atmış bir şekilde, ama yine de içimde bir sızı, çöp tenekesinin üzerindeki kedilere “Dumuş’u tanıyanınız var mı aranızda?” diye soruyorum.
Sonra evin “kedi oğlanı” Mırnık geliyor aklıma. Nasıl oldu da iki- üç haftada 9 yıllık kedi çocuk Mırnık’ın pabucunu attı dama şü el kadar kedi diye düşünüyorum.

Cevap Mırnık’ın insanlaşarak evdeki kedi kontenjanını boşaltmasında saklı galiba. Ve zalim beynim “nerden nereye” çağrışımı yaparak aldatan erkeklerle aldatılan kadınlara geçiş yapıyor.
Alışkanlıktan ve rahatlamaktan kadınlıklarını askıya alan, evin tüm yükünü bir erkek gibi üzerilerinde taşıyan kadınların erkeklerinin gönüllerindeki “kadın kontenjanını” boşaltması ve yerlerini başkalarına kaptırmaları bundan mıdır acaba?
(hovardalıktan sapıtan erkekler bambaşka bir konu)

4.4.09

Öyle veya böyle ölümsüzlük....


Son zamanlarda okuma (ve yazma)hızım yavaşladı. Onun yerine elime iğne iplik alıp ruhumu dinlendiren bir yapbozu tamamlamaya çalışır gibi kumaş parçalarını birleştirmeyi tercih ediyorum. Bunun adı patchwork. O bir yatakörtüsü olacak. VE biz yaşarken bizim, bizden sonra da (eğer isterse) kızımın yatağının üzerine serilecek.


Yazmak varken dikmek niye diye düşündüğümde aklıma Irwin Yalom'un ölüm korkusu üzerine yazılmış kitabı(larından biri) "Güneşe Bakmak"'ta okuduğum bir "önerme" geliyor.


Yalom, kendisine ölüm korkusu ve endişesi şikayetiyle gelen hastalarını rahatlatmak için sunduğu önerileri bir kaç ana başlık altında toplamış. Bunlardan biri çevirmenin layık gördüğü adıyla "dalgalanma". Bu ad bana çok doğru gelmedi, çünkü Yalom'un kastettiği, suya atılan bir taşın daire daire dalga üretmesi ve sudaki hareketin tahmin edilemeyecek kadar geniş daireler halinde çok uzaklara kadar etki etmesi metaforu.


Oysaki "dalgalanma" kelimesi bende geçici bir çırpınma çağrışımı yapıyor.
Herneyse.
Sonra bir altıgen kumaşı daha elime alıyorum, bir başka altıgene dikmeye başlıyorum.
Yazdıklarımı okumak zaman ister, "istek" ister, oysaki yatağın üzerine serili rengarenk bir örtüyü görmek yalnızca bir andır, ve hatırlatır diyorum kendime dikerken.
-/-
* Dalgalanma, her birimizin diğer insanları yıllarca , hatta kuşaklar boyunca etkileyebilen ortak merkezli halkalar yaratmasını ifade eder. Yani diğer insanlar üzerindeki etkimiz sürer gider, tıpkı bir göldeki dalgaların görünmez olana kadar sürmesi, ama nano düzeydedevam etmesi gibi.....
Güneşe Bakmak- Ölümle Yüzleşmek Irwin Yalom, Kabalcı Yayınevi Sayfa 79.