“Henüz daha bebek,” dedi kendi kendine, minik oğlunun uykuya teslim olmuş yüzüne bakarak. Sakınarak ve bu işi yüzlerce kere yapmış bir anneye has bir hafiflikle örtüsünü düzeltti çocuğunun… Biraz kımıldandı oğlan, anne nefesini tuttu… İstemedi uyansın, zamanı durdurdu…
Sonra, emin olduğunda uykunun pamuktan ipliğinin kopmadığına, yavaşça arkasına döndü pencereye doğru yürüdü. Küçük komodin görevini yapmak üzere orada bekliyordu… Her gün, her öğleden sonra kuş uykusu ile derin uyku arasında çocuğa gereken sessizlik süresinde annenin kafasında ki seslere kulak verdiği ve sorularla- ve sorunlarla boğuştuğu o anlarda anneye koltuk olmaktı görevi onun.
Komodinin sert zeminine sessizce yerleşti anne… Koyu renk perdeyi araladı biraz, her zamanki gibi maksat bahçedeki mürver ağacını görmek.
VE yine, ve her seferinde olduğu gibi bir haiku geldi aklına…Ryota diye bir çekik gözlünün yazdığı:
Öfkeden kan beynime sıçramış
Bir hışım geldim eve
Bahçede söğüt ağacı...
VE ardından herhangi bir şiir üzerine yazılmış aforizma:
“Bazan bir şair, tek şiirle, bir başka şairin yüzlerce şiirini yok eder.”
“Öyle mi demişti Behçet Necatigil? Ya da buna benzer bir şey demişti işte,” dedi kendine.
“Ne kadar da güzel,” diye düşündü ardından, tıpkı her günün o saatinde düşündüğü gibi…
Mürver, seyircisinden habersiz, kollarını göğe doğru kaldırmış dua eder gibi duruyordu… Ya da belki bir nevi meditasyondu yaptığı şey… Bahara has hafif ve muhtemelen ot kokulu- papatya kokulu bir esintiye bırakmış kendini dalgalanmakta… Çiçek açtığı tek zaman olan Haziran’ı beklemekte…. Ama dalgalanmayı andıran hafif deviniminden sabırsızlık denen kavrama dair bir iz- bir belirti çıkarmak çok zor…
“Sabırsızlık biz insanlara has çünkü” diye mırıldandı belli belirsiz…
Ağacın kara kara tohumlarını didikleyen boynu halkalı kumruları sevdi gözleri ile sonra… “Böyle sevmek kolay,” dedi içinden “çiçek açmak için elinde kalan tohumları ile yetinecek olan mürvere sormalı bir de kumruları…”—“Hoş o da halinden memnun gözüküyor ya” dedi sonra… Elbette fısıltıyla… Araladığı perdeyi bıraktı… Beynini gözünün hizmetinden çıkarıp kulak kabarttı.
Minik oğlu uyku aleminin pamuk bulutları üzerine iyice yerleşmiş daha düzenli soluk alıp veriyordu şimdi…..
Uyandığında şu koca dünya üzerinde ayakta durması için ona yeten 10-15 santim kadar ayakları ile o dinlemesi zevk pıt pıt pıt seslerini çıkarıp annesine koşacaktı. Ve her gün olduğu gibi:
“Anne ben kakktımmm,” diyecekti…
Ve olması gerektiği yerde, dünyanın merkezinde ve dünyanın en güvenli yerinde olduğunu bilecekti yine….
“Onun beni gördüğü ve sandığı kadar güçlü olsam,” dedi kendine…. “Ona ihtiyacı olan her şeyi sunabilecek olsam….”
Perdeyi araladı tekrar… Kimilerinin kurt bağrı dediği mürvere baktı tekrar… Ağacın yapraklarına yakından her baktığında “gerçekten de kurt bağrı gibi,” derdi hep kendine…
Gözlerini kırpıştırdı.
Sonra beyni öyle iki cümle kurdu ki içi yandı….
“Bir dikili ağacım bile yok… Ona bırakabileceğim…”
Komodinin tahtası üstünde rahatsızca kıpırdandı. Eşi ile yollarını birleştirmeden önce bayırda ellerinin uzanabildiği tüm çiçekleri toplarcasına teker teker topladıkları üniversite diplomaları, yabancı dil kurs sertifikaları, bonservisler, mesleki seminer belgeleri gibi bir takım kağıt parçalarının çekmecesinde yattığı komodindi bu…
“Ne işe yaradılar ki” dedi kendine… “İki kişi ancak bir adam etmemizi sağlayacak kadar güçleri var işte…”
Ama bazı kağıtlar vardır ki hepi topu A4 ebatında ancak 100 metrekareye bedel… İçinde yaşarsın, ve yaşatırsın evladını sen toprağın üstünü bırakıp altına geçtiğinde bile….
Yok işte bir dikili ağacımız…. Biz kira altında ezildik, onu bari kurtarsak… Maaşı elinde hiç olmadan kalsa, gani gani olsa yetse ona bolca… Ah ah… Yok işte bir dikili ağacımız…..
-- / --
Sonra, emin olduğunda uykunun pamuktan ipliğinin kopmadığına, yavaşça arkasına döndü pencereye doğru yürüdü. Küçük komodin görevini yapmak üzere orada bekliyordu… Her gün, her öğleden sonra kuş uykusu ile derin uyku arasında çocuğa gereken sessizlik süresinde annenin kafasında ki seslere kulak verdiği ve sorularla- ve sorunlarla boğuştuğu o anlarda anneye koltuk olmaktı görevi onun.
Komodinin sert zeminine sessizce yerleşti anne… Koyu renk perdeyi araladı biraz, her zamanki gibi maksat bahçedeki mürver ağacını görmek.
VE yine, ve her seferinde olduğu gibi bir haiku geldi aklına…Ryota diye bir çekik gözlünün yazdığı:
Öfkeden kan beynime sıçramış
Bir hışım geldim eve
Bahçede söğüt ağacı...
VE ardından herhangi bir şiir üzerine yazılmış aforizma:
“Bazan bir şair, tek şiirle, bir başka şairin yüzlerce şiirini yok eder.”
“Öyle mi demişti Behçet Necatigil? Ya da buna benzer bir şey demişti işte,” dedi kendine.
“Ne kadar da güzel,” diye düşündü ardından, tıpkı her günün o saatinde düşündüğü gibi…
Mürver, seyircisinden habersiz, kollarını göğe doğru kaldırmış dua eder gibi duruyordu… Ya da belki bir nevi meditasyondu yaptığı şey… Bahara has hafif ve muhtemelen ot kokulu- papatya kokulu bir esintiye bırakmış kendini dalgalanmakta… Çiçek açtığı tek zaman olan Haziran’ı beklemekte…. Ama dalgalanmayı andıran hafif deviniminden sabırsızlık denen kavrama dair bir iz- bir belirti çıkarmak çok zor…
“Sabırsızlık biz insanlara has çünkü” diye mırıldandı belli belirsiz…
Ağacın kara kara tohumlarını didikleyen boynu halkalı kumruları sevdi gözleri ile sonra… “Böyle sevmek kolay,” dedi içinden “çiçek açmak için elinde kalan tohumları ile yetinecek olan mürvere sormalı bir de kumruları…”—“Hoş o da halinden memnun gözüküyor ya” dedi sonra… Elbette fısıltıyla… Araladığı perdeyi bıraktı… Beynini gözünün hizmetinden çıkarıp kulak kabarttı.
Minik oğlu uyku aleminin pamuk bulutları üzerine iyice yerleşmiş daha düzenli soluk alıp veriyordu şimdi…..
Uyandığında şu koca dünya üzerinde ayakta durması için ona yeten 10-15 santim kadar ayakları ile o dinlemesi zevk pıt pıt pıt seslerini çıkarıp annesine koşacaktı. Ve her gün olduğu gibi:
“Anne ben kakktımmm,” diyecekti…
Ve olması gerektiği yerde, dünyanın merkezinde ve dünyanın en güvenli yerinde olduğunu bilecekti yine….
“Onun beni gördüğü ve sandığı kadar güçlü olsam,” dedi kendine…. “Ona ihtiyacı olan her şeyi sunabilecek olsam….”
Perdeyi araladı tekrar… Kimilerinin kurt bağrı dediği mürvere baktı tekrar… Ağacın yapraklarına yakından her baktığında “gerçekten de kurt bağrı gibi,” derdi hep kendine…
Gözlerini kırpıştırdı.
Sonra beyni öyle iki cümle kurdu ki içi yandı….
“Bir dikili ağacım bile yok… Ona bırakabileceğim…”
Komodinin tahtası üstünde rahatsızca kıpırdandı. Eşi ile yollarını birleştirmeden önce bayırda ellerinin uzanabildiği tüm çiçekleri toplarcasına teker teker topladıkları üniversite diplomaları, yabancı dil kurs sertifikaları, bonservisler, mesleki seminer belgeleri gibi bir takım kağıt parçalarının çekmecesinde yattığı komodindi bu…
“Ne işe yaradılar ki” dedi kendine… “İki kişi ancak bir adam etmemizi sağlayacak kadar güçleri var işte…”
Ama bazı kağıtlar vardır ki hepi topu A4 ebatında ancak 100 metrekareye bedel… İçinde yaşarsın, ve yaşatırsın evladını sen toprağın üstünü bırakıp altına geçtiğinde bile….
Yok işte bir dikili ağacımız…. Biz kira altında ezildik, onu bari kurtarsak… Maaşı elinde hiç olmadan kalsa, gani gani olsa yetse ona bolca… Ah ah… Yok işte bir dikili ağacımız…..
-- / --
Kimilerine göre Mürver, kimilerine göre kurtbağrı kollarını yukarı kaldırdığını sandı… “Aslında hep böyle duruyorlardı değil mi?” dedi sonra kendine…. Davetsiz ama baş tacı misafirleri, boynu halkalı- süslü kumrular yine doluşmuşlardı üzerine… “Ne de tuhaf öter şu kuşlar, guggguk guk gugggguk guk, ama yinede bana çok huzur veriyorlar,” dedi ağaç …
“Havada hoş bir koku var, baksana açmış yine papatyalar, demek Mart ayındayız.. Belki de olmuştur Nisan… İnsanların bahar dediği aylardan biri işte, Ne fark eder ki,”
dedi sonra.
“Ama ister Mart olsun, ister Nisan- az kalmış olmalı çiçek açacağım aya… Yine kokacağım balon gibi, bayılacak yaz akşamı yürüyüşçüleri havadaki kokuya…”
Telaşsız ve kendiliğinden olmayı öğretmişti toprak ana ona ve onun gibi yere kök salmış tüm ağaçlara…Aslında eğitim kök salma işleminden çok önce başlıyordu. O kadar önce ki, daha kendileri bir tohumken hatta…
Rüzgarın fısıltısı ve dalında bulundukları ağacın damarlarında dolaşan özsuyu öğretmişti onlara kendiliğindenliği… Bu gezegeni birlikte paylaşmak durumunda oldukları insanların bir deyişinden bile yararlanıyorlardı ağaçlar bu felsefeyi tam anlamıyla anlamak için….
Nasıldı o laf:
“Hiçbir şey yapmadan sakince otururken ben / Bahar gelir ve otlar büyür kendiliğinden”
Doğa tüm yükü üzerine almıştı işte… Ağaçların bir şey yapmasına gerek yoktu güzel olmak için…
“Yapmayın,” demişti toprak ana “hiçbir şey yapmayın. Büyümeye çalışmayın. Yeşillenmeye çalışmayın… Bırakın kendiliğinden olsun her şey…”
“Ne kaldı ki bize,” dedi mürver kendine “var olmanın keyfini çıkarmaktan başka…Rüzgârın üzerimdeki kumruların tüyleri ile dallarımdaki yaprakları aynı zarafetle ve aynı anda titretmesini hissetmekten başka ne kaldı geriye? O halde tadını çıkartmalı…” dedi- dedi ama mürver, kafasını kurcalayan, olması gerektiği gibi huzurlu olmasına engel olan bir şey vardı.
Yakın bir zamanda aldığı bir haberden dolayı keyfi kaçıktı biraz. Tam olarak uyamıyordu toprak ananın “var olmaktan zevk al” kuralına…
Gelişmiş bir haber ağı gibi yerin altında tüm ağaçlar köklerinden birbirine bağlıdır… İşte bu yüzden birinin düşündüğü veya hissettiği bir diğerine, oradan bir diğerine, oradan bir diğerine derken derken neredeyse tüm dünya üzerindeki ağaçlara yansır…
Hele ki yakınlarda ise acı çeken bir ağaç, sinyal daha da kuvvetli - daha da ezici yansır diğer ağaçlara…
Mürver sanki soğuk bir rüzgâr esmiş gibi ürperdi birden. Kargalı bir ağaç vardı yakınlarda; hani şu endamlı selvilerden bir tanesi… Tüm suçu kara dostları kargaları kendine çekecek kadar gür olmaktı bu ağacın. Ha bir de yanlış yerde bulunmak belki… Yanı başında dikilen koca apartmanın içinde yüzlerce insan barınıyor olmalı… İşte o yüzlerce insan muhtemelen selvinin koynundaki onlarca karganın sesine dayanamadı. Bir toplantı yapıldı, acilce ve canice bir karar alındı… Birkaç gün geçmedi ki baltalı adamlar geldiler sokağa… O gün baltanın selviye her vuruşu ile selvi ile toprak altından kök temasında bulunan tüm ağaçlar derinden yaralandı. Kargalar kargalıklarını yaptılar elbet ve ortalıktan yok oldular, bir nevi toz oldular. Ama onları kim suçlayabilir, sevgili kumrular kulaklarınızı tıkayın lütfen, onlar, yani kargalar kuş beyinlidirler bilirsiniz. Nasılsa tüneyecek bir başka ağaç buluruz derler ve sıvışırlar. Yapılarında var, onlar kargadırlar… Doğduklarından beri karga… Karga hakları diye bir şey yoktur onların gündeminde, ya da dünyanın en asil canlısı olmak iddiası ile ortalıkta caka satarak dolaşmazlar… Sadece kargadırlar, sadece karga…
Fakat insanoğlu başka olmalıydı… Çünkü onların kafası da büyük, o kafanın içini dolduran beyin de… Ama işte olmadı… Seneler senesi toprağa tutunan, boy verip her katında 4 daire -12 katlı apartmanla yarışan güzelim selvi, beş-on balta vuruşu ile yerle yeksan edildi… Apartmanın yanında koca bir boşluk kaldı, civardaki olayın tanığı ve iç sızısı ortağı bir çok ağacın kalbinde de….
“Katliamın azı çoğu olmaz ama bunlar küçük katliamlar,” dedi mürver… Geçen gün köklerine başka ağaçlarca iletilen bir habere göre toplu meşe kıyımları yapılıyormuş az ötede. Hani az öte derken 70-80 km falandan bahsediyorlar… Ama az öte işte… Üstelik göz göre göre…
Hem de ağaçlardan sorumlu adamlarla işbirliği içinde…
Aslında ağaçlar için ne matematiğin ne de sayının önemi var. Kim oturup dallarındaki yaprakları veya gecenin en güzel anında dalların uzandığı gökyüzündeki yıldızları sayar?
Ama bu sefer sayı önemliydi ağaçlar için. Tam 1,5 milyon arkadaşları dirilikten ölülüğe, ağaçlıktan odunluğa geçmişti…. Ne acı bir gün …
Eskiden teker teker azalırlardı, selvi katlinde olduğu gibi keyfi nedenlerle, şimdi ise yüzer-biner milyonar milyonar gider oldular, daha çok para için daha da çok para…
-- / --
“Para neden vardır?” dedi halkalı küçük kumru bir diğer halkalı kumruya… Beriki mürverin leziz tohumlarını mideye indirmekle meşguldü, çok laf etmek istemedi, ağzı- kursağı dolu göbeğinden bir gugguuuk guk cevabı salabildi…
Soruyu soran tatmin olmadı, üsteledi: “parkta oturanlara kulak kabartmamak mümkün değil, ve birbirlerine anlattıkları şeylerin en çok 2 konu çevresinde döndüğünü fark etmemek de elbette. Tüm gün gelen giden ya çocuğundan bahsediyor bir diğerine, ya da paradan. Çocuk mevzunu az çok çözdüm de, para işine aklım yatmadı.. Nedir bu para denen şeyin sırrı?”
Çabuk çabuk yutkundu karnını doyurmaya çalışan. VE hızla dedi ki soruyu soran ufaklığa “para her şey değil” dese de insanlar bilirler ki çok şeydir… Doğadan – doğaldan kopmuş insan artık parasız ihtiyaçlarını ne giderebilir, ne de başını sokabileceği bir yer bulabilir…. İşte bu yüzden para hayatlarının başköşesindedir… Şu güzelim mürver para ile verseydi tohumlarını bize, bizim için de önemli olurdu para… Ama ne biz kuşlar ne de ağaçlar insan gibi düşmedi doğadan öyle çok çok uzaklara…
-- / --
Tostundan bir parça kopardı adam… Bankta, yanında oturan bir kedi esnedi, bir diğeri adamın el hareketine oyuncu oyuncu baktı, bir başkası ise ayaklarına süründü. Tüm gece uyanık ve ayakta olmaktan dolayı gündüz yatay olmaya hak kazanmış sokak köpeği ise kılını bile kıpırdatmadı… İki yavru kedi köpeğin yanında yumak olmuş arka ayakları ile hızlı hızlı birbirilerini tekmeliyorlardı. Adam güldü, elindeki tost parçasını hangi birine atacağını bilemedi… “Tok misafir ağırlamak zor zenaat derler,” dedi kendine ve bir de “şunlara bak yahu, karnı tok oldu mu kedi ile köpek bile birbirine dokunmuyor…”
Bankın az ötesinde duran mürverden iki kumru göğe kanat çırptı… Kediler dönüp de bakmadılar bile…
--
“İyiden iyiye derinleştirdi uykuyu, kalkıp işe yarar bir şeyler yapayım,” dedi kadın “burada oturup tüm gün endişelenmektense…
Mürverin yanındaki bankta oturan bir adam parkın kedilerini köpeklerini beslemeye çalışıyordu, tok hayvan nasıl beslenebilirse işte öyle…
Kadın gülümsedi. Geçen gün kargalı selviyi kesip kızdırsalar da onu çok, buranın insanı hayvanlara karşı merhametliydi.
“En azından hayvanlara karşı!” dedi mışıl mışıl uyuyan Yunus’un annesi.
Yerinden doğrulmadan önce pencereden dışarı son bir göz attı… Her öğleden sonra dalıp gittiği tek nokta olan mürverden de uzaklara şöyle bir baktı. Birkaç bina ötede duran reklâm panosu ilişti gözüne… Farklı bir reklâm asılıydı sanki bugün… Gözlerini kısıp resmi netleştirdi biraz…
Uzaktan bile olsa pek de iştah açıcı olmadığı belli bir ekmek:
Altında da bir yazı
“Toprak yoksa Ekmek de yok…”
Ekmek yoksa barış da yok dedi kadın kendine….
Durakladı biraz, aklın o akıl almaz çağrışımlar zinciri işini yine iyi yaptı. Kadın bu slogan kalıbını hatırladı… İki gün evvel gazetede görmüştü bir benzerini bu reklâmın. “Reklâmın mı? Yok canım uyarının ve ricanın, dedi kadın kendine…
Bankın az ötesinde duran mürverden iki kumru göğe kanat çırptı… Kediler dönüp de bakmadılar bile…
--
“İyiden iyiye derinleştirdi uykuyu, kalkıp işe yarar bir şeyler yapayım,” dedi kadın “burada oturup tüm gün endişelenmektense…
Mürverin yanındaki bankta oturan bir adam parkın kedilerini köpeklerini beslemeye çalışıyordu, tok hayvan nasıl beslenebilirse işte öyle…
Kadın gülümsedi. Geçen gün kargalı selviyi kesip kızdırsalar da onu çok, buranın insanı hayvanlara karşı merhametliydi.
“En azından hayvanlara karşı!” dedi mışıl mışıl uyuyan Yunus’un annesi.
Yerinden doğrulmadan önce pencereden dışarı son bir göz attı… Her öğleden sonra dalıp gittiği tek nokta olan mürverden de uzaklara şöyle bir baktı. Birkaç bina ötede duran reklâm panosu ilişti gözüne… Farklı bir reklâm asılıydı sanki bugün… Gözlerini kısıp resmi netleştirdi biraz…
Uzaktan bile olsa pek de iştah açıcı olmadığı belli bir ekmek:
Altında da bir yazı
“Toprak yoksa Ekmek de yok…”
Ekmek yoksa barış da yok dedi kadın kendine….
Durakladı biraz, aklın o akıl almaz çağrışımlar zinciri işini yine iyi yaptı. Kadın bu slogan kalıbını hatırladı… İki gün evvel gazetede görmüştü bir benzerini bu reklâmın. “Reklâmın mı? Yok canım uyarının ve ricanın, dedi kadın kendine…
“TEMA bu…” dedi
Gözlerini kırpıştırdı.
Aklın o akıl almaz çağrışımlar zincirine yeni – yepyeni halkalar eklendi.
Böyle giderse 30 yıl içinde tüm verimli topraklarımızı kaybedeceğiz diyordu uyarı… Toprak yoksa ekmek yok, ekmek yoksa barış yok. Barış yoksa neyleyeyim 100 metrekareye bedel A4’ü… Savaş varsa Yunus yok dedi kadın kendine
“İyiden iyiye derinleştirdi uykuyu Yunus,” dedi bir anne “kalkıp işe yarar bir şeyler yapayım burada oturup tüm gün endişelenmektense…”
Sessizce cep telefonuna uzandı…
3464’e bir mesaj attı… "Bu topraklar ve Yunus’un geleceği için bir beş YTL az bile" dedi, tekrar bastı tuşlara tek tek: 3 – 4 – 6 – 4
-
Resim-ler not: Sırasıyla
Benim çektiğim mürver ağacı .
http://www.modernism.com/prod_gen.cfm?load=1005 (Jerry Roth)
BU sonuncusu TEMA'nın kampanyası hakkında detaylı bilgi edinmek için aynı zamanda...
5 comments:
İnanılmaz güzel bir yazı olmuş.. Çok sıcak.. Çok güzel bir konu ayrıca..
Yüreğinize sağlık..
"Kitap yazmayı düşünür müsünüz" diye soru sormak var aklımda nicedir size.. Ama Açalya'ya tanıdığınız ayrıcalık sayesinde öğreniyorum, düşündüğünüzü ve çok seviniyorum inanın..
Bir de "Ana Tanrıça" ile ilgili yazınızı paylaşabilir misiniz benimle? Sakıncası yoksa..
Cok guzel yazmissin yine...
Eline saglik.
Bende uyurken oglumu seyretmeye bayiliyorum. Sakin durdugu tek an o cunku :)
Sevgiler, Serpil
Bu duygulu yazını hatırladıkça 3464...
Çok güzel.
iç sesismiz kendi sesimizde kayboluşumuz.. Kimi zaman düşüncelerimizin ardaşık gelişiminde çoğu zaman başlangıç noktasına döndüğümüzde aldığımız tetikleyici kararlar..
ne güzel dolaşmışsın yunusun huzurundan başlayıp, ona geleceğini sunmuşsun.. Ellerine sağlık. Gönlün kadar güzel olmuş. yarın bahçeme bir fidan dikicem adınada NEHİR koyarımm..
Post a Comment