23.5.08

Burası orası olabilir John....



Ağaçlı bir yolda yürümektedir kadınla adam. El ele – yan yana, kararlı adımlarda ama “kelimesiz”… Sonra bir açıklığa gelirler. Kocaman bembeyaz bir malikanenin bahçesidir burası. Kapının önüne gelir ve beklerler.
Yüksek kapının üzerinde “Burası burası değil!” yazmaktadır.
Kapıyı çalmazlar. Kapı açılmaz. Ama onlar içeri girerler.

Ortam karanlıktır.

İleri köşede bir piyano durmaktadır. Adam piyanoya yerleşmiş, kadın üstündeki siyah kabanı çoktan çıkarmış, beyaz uzun bir elbise ile kalmıştır.

Adam konuşur, ya da şarkı söyler ; Cennetin, ülkelerin, savaşların olmadığı bir düzeni hayal etmesini ister kadından.

Kadın tek tek pencerelerdeki kepenkleri açar. Odaya yavaş yavaş ışık dolar. Son pencereyi de açtıktan sonra kadın, adamın yanına gider. Piyano başındaki adam kadına “ bir hayalperest olduğumu düşünüyor olabilirsin, ama benim gibi çok insan var,” der. Kadın bir şey demez, dinler.

Sonra şarkı biter. Adam kadına döner. Kadın uzaklara odakladığı gözlerini, sevdiğini bekletmek istemez bir tavırla çevirir adama. Uzun uzun bakışırlar. Sonra adam mimikleri ile komiklik yapar, kadın gülüverir. Klip biter.

Denilen o ki Yoko Ono John Lennon’dan önce de Yoko Ono’ymuş. “Elbette,” diyorsunuz. Ama kimlikde bir isim olmaktan ziyade, tanınmış bir isim olmak halinde.
Post Modern anlayışta bir sanatçıymış Yoko.
Günlerden bir gün (yine) uçuk bir sergi açmış. Sergiye katılan onlarca popüler simadan birisi de John’muş.
Bir merdiven varmış eserleri arasında Yoko’nun. Bu merdiven galerinin yüksek tavanına doğru çıkıyormuş. TAvanda, merdivenin bittiği yerde, mini minnacık bir

“EVET”
yazıyormuş.

John “evet” i okumuş ve Yoko’ya (tam işte o anda) aşık olmuş.

Sonra dünyanın en bilinen çiftlerinden biri olmuşlar.

İki çocuk yapmışlar. Gece oldu mu birlikte yatmışlar, gündüz oldu mu birlikte kalkmışlar. Kalkmak ne kelime, tüm günü hep ama hep birlikte yaşamışlar.

Sonra
İnsanın dolaysızlığını, aşkın (ve sevginin her şeyden) üstünlüğünü anlatmak için,, ve –veya savaşın kokuşmuşluğunu insanoğluna hissettirebilmek adına beyazlara bürünmüşler, yatağa girmişler, gazeteciler ordusunun karşısında poz vermişler. Ellerinde pankartlar varmış “Savaşa Hayır!” diyen. …

El ele yürüdükleri huzur dolu evde erkeğin kadına söylediği şarkı elbette IMAGINE.

Hani John’un kadınına “üzerimizde cennetin, cehennemin değil de sadece gökyüzünün olduğu bir yer düşle,
Tüm insanların sadece bugün için (an için) yaşadığı bir yer,
Ülkelerin,
ölmek veya öldürmek için bir nedenin olmadığı
Mülkiyetin,
hırsın
ve açlığın olmadığı bir yer düşle,
tüm insanların barış içinde yaşadığı bir yer düşle, diye kadınını avuttuğu şarkı…

VE ev de, kapısında “Burası burası değil!” yazan ev.

Ve John, belli ki “bu dünya orası da değil!” Hani senin bahsettiğin gibi bir yer değil.

Bir aralık günü John’u vurdular. Aslında birileri değil, biri vurdu. Hayranı olduğunu iddia eden bir deli, John’un dişiyle tırnağıyla, hepsinden öte kalbindeki (tüm dünya için) barış tutkusuyla edindiği şöhretini çalmak için vurdu onu… Ama elbette (mutlulukla) yaşama/yaşatma tutkusu, kahredip yoketme tutkusuna baskın geldi.
Şimdi
dünyada John Lennon’u bilmeyen yok
ama
katilinin adını nerdeyse bilen yok…..

Ne dersin John, belki de “burası orası”.


Imagine






20.5.08


Aslı bana bir dergi getirdi. Adı Amargi.

“Biliyor musun Aslı, hayalimde ne var, sen- ben, şöyle birkaç arkadaş daha bir feminist dergisi çıkarsak, ne güzel olur değil mi?”
dedim, dergi elimde.

“Evet, iyi olur aslında,”
dedi Aslı. Ama bilmiyorum, belki inanarak onayladı beni, belki kendine kendisi de inanmadı…

Dergiyi tutma görevi sol elimin iç kısmına, sayfaları inanılmaz bir hızla çevirme görevi ise yine aynı elimin başparmağına aitdi. Dergi, içeriksel sorumluluklarından bertaraf, zamanın o anında yüzüme doğrıu güzel bir esinti verdi. Çoçuklar paketlerin başına çökmüşlerdi. Salon, öğretmenleri laklakta kreşlerin o darmadağın oyun odaları gibiydi. Anne olduğumu anladım, ve arkadaşlarımın da birer anne olduklarını. Zaman değişmişti, cepheler değiştirilmişti. Artık bir 5 dakka daha oyun hakkı talep edenlerden değil, talep edilenlerdendim- dendik.

Evin her köşesinde, önünde – ardında, bahçe çitinde, meyve ağacında, oradan oraya “hoppa zıppa” yavrum dur, eyvah bardak kırıldı basma, bir kaşık daha yiyeceksin, ne? bira mı, bira içmez çocuklar ama, ay in oradan düşeceksin, dur sana güneş kremi süreyim yanma, seni akça pakça, ay bu komşu çocukları da nerden çıktı şimdi başıma , ay durun bir dostumla konuşacam , dağılın bakayıııııım, derken vakit tamam oldu. Taksicinin saati “12’yi vurdu! Saat 17:30 arabasına yetişecek İstanbul yolcuları yola koyuldu…

Selin getirdiği mil gibi bir yığın kültür ürünü bıraktı gerisinde Aslı , gitti… En son bahçede gördüğüm sulu boya setleri (bilmiyorum hala bahçede mi duruyor, gidip bakmalı), profesyonel bir ressamın gözlerini parlatacak fırça setleri, bir yığın büyüğe küçüğe cdler, aile oyun kutuları, stickerlar, elbiseler, yağmurluklar ve bir de dergi: Amargi…


Amargi Sümerce Özgürlük demekmiş. Hani insan en çok neyin hasretini çekiyorsa onu koyar ya evladına ad olarak, hani SILA gibi, DOĞA gibi, 74’de ZAFER gibi, BARIŞ gibi… İşte bir avuç kadın toplaşmışlar , feminist bir dergi kurmuşlar adını da “özgürlük” koymuşlar: AMARGİ…

NE güzel bir dergiymiş, tam bana göre dedim akşamın sakinliğinde, hızı daha azalmış bir başparmağı turundan sonra derginin üzerinde… Ama tam olarak okumadım elbette. Gece girdi araya, yarı huzursuz uyudum sırtımda içi vicdan azabı dolu bir küfe.
Yarın bana tatil ama kızımın kreşi açık, göndermeli mi göndermemeli mi, göndermeli mi göndermemeli mi?

Sabah oldu.
Göndermeli.

Kreşten istemişler bir yığın ihtiyaç malzemesi. Ha bir de tatile girerken yıkansın diye gönderilmiş çarşaflar – yorganlar vs. Servise önce iki koca torba koydum içlerinden tuvalet kağıtları, mutfak havluları, sıvı sabunlar, ıslak mendiller, temiz çarşaflar, çarşaf altı özel naylonlar sarkan. E sonra da kızımı…

Ev dağınık, ama ruh da avare… Henüz kahve kokmuyor mutfak, içimden bir şey yapmak gelmiyor belkide bu nedenden sırf. Kadınlığın beni en çok mızırdatan vechelerine sırtımı dönüp de “özgürleşmeliyim” biraz.

Dergi yoğun.

Dergi hani benim de dilime pelesenk şeylerden bahsediyor. “Kadın,” diyor “hem dış dünya da hem de evde çalışmaktadır,” diyor. “Buna rağmen herkeslerden az kazanır, ve ekonomiye katkısı hiçe sayılır, sigortasızdır, güvencesizdir, yıpranma payı ise hiç yoktur,” diyor. Sonra pozitif ayrımcılıktan bahsediyor. Yeni sosyal güvenlik yasasından bahsediyor… “kadını iyice dibe çökertecek, iyice erkeğe bağımlı hale getirecek,” diyor.
Amargi diyor, ben aval aval dinliyorum… Ben gözlerimi alamadıkça satırlardan, Amargi iyice coşuyor, kendi cümlelerimle anlatması zor detaylar veriyor. Önerilerde bulunuyor. “Eyvahlar olsun, benim zannettiğimden de vahimmiş kadın olmak,” diyorum. Ve bir de zannettiğimden de yüce bir görevmiş feminist olmak….

Aklımdaki fikir üzerime yük oluyor.
Yok yok ben çıkaramam bir feminist dergisi. Öğrenmem gereken daha çok şey var kadının erkeklerin nezdinde “insan” statüsüne konması için atılması gereken ekonomik-politik adımlar hakkında.

Ben şimdilik olsa olsa evimde ve küçük çevremde çemkiririm zaman zaman: "Evlenirken imza mı attım tuvalet çöpünü hep ben boşaltacam diye," gibi- hepsi bu…

Aklıma gelmişken dergiye düşündüğüm ad “FEM”…
İsteyen istediği gibi kullansın, ama lütfen kullananlar benim gibi tatlı su feministi olmasın….

13.5.08

Önce dinle, sonra oku....

The Beatles - Strawberry Fields Forever
Aşağıdaki yazı birazdan okumanız gereken yazı.
Ama öncesinde klipten bahsetmek isterim. Klibin uçukluğu zaten dikkatinizi çekecek, bir de bu klibin dünyada çekilen ilk klip olduğunu bilirseniz tamamdır :) . Çoğu kişi Bohemian Rhapsody'nin (Queen) bu şerefe nail olduğunu sanır ama gerçek başka. Aslında ben de isterdim Bohemian kapmış olsun payeyi, ama olmamış işte ....

12.5.08

Strawberry Fields Forever!


Şimdinin, betonlar arasında yeşermeye çalışan çocukları, acıkavun nedir biliyor mudur acaba?
İsmen değil de cismen bilmek ama…
Hani tüylü eliptik meyvesinin az biraz sıkıştırmayla patladığını bilmek ya da. (Ve) patladı mı ucundan fışkıran acı suyundan ağzı gözü kollamak gerektiğine dair başkaca detayları bilmek kastettiğim. Bilmek derken cismen bilmek, kurur kuruya ismen bilmekten ziyade. Dokunmuş olmak bir şeye, ya da zamanın bir kıyısında o şeyin senin hayatına dokunmuş olması bir şekilde, peşinde olduğum…

Zira çok da matah bir şey değildir acı kavun… Farkeder mi ? Kimilerince çöplük bitkisi diye adlandırılacak kadar mütevazi bu bitkiyi eşsizleştiren başka başka faktörler var şüphesiz.

Ona ait detaylar henüz yamaçlarına beton dökülmemiş çocukluğuma ait detaylar. Kİ o zamanlar, aslında nazsız –tuzsuz ve kimilerine göre arsız olan acı kavunların, şehir denen beton ormanında (insanlara rağmen) insanlardan hala kendilerine yer bulabildikleri zamanlar…

Sonra “yeni zamanlar” kronolojideki sıralarını talep ediyorlar artık eskimiş zamanlardan.
Ve betonların da daldan, yapraktan, çimden, çiçekten talebi var elbet.
Gerilimin o hoş tadı heybenizde, mahalle çocukları ile bir gün önce oynadığınız acı kavun savaşı ertesi gün maziden bir parça artık. Bir inşaat şirketi gelmiş- daldırmış kepçeyi yamaca, temel çukuru açıyor. Üstelik hayatınızdaki tüm tuhaf gelişmelerin vuku bulduğu ve bulacağı bir zaman diliminde: henüz siz uyurken! Ve/veya - Sen uyurken- Ben uyurken- Biz uyurken!

Uyumak, işte bu yüzden güzel,
ama işte tam da bu yüzden çirkin….

Hani o eşsiz parçasında dediği gibi John Lennon’un : “Yaşamak, gözlerin kapalıyken (çok) kolay!”

Görmeden çevreni sarmalayan nasırlı kalpleri, rahatsız edici değişimleri!

Çünkü,
Kepçe ile beraber gidenler yalnızca acı kavunlar değildi.
Gelincikler de çekildi, henüz kökleri sökülmeden koca makineyle, korkudan döküldüler muhtemelen. Sonra arapsaçları vardı, hani komşu teyzenin biz çocuklara toplayalım diye para verdiği bir keresinde. Ve papatyalar beyaz beyaz, alelade kır çiçekleri rengarenk, ve içlerinden belki bir tanesi 4 yapraklı çıkacak kadar çok yonca….

Hepsi gittiler. Elbette temsilen “bir gecede”. Aslında tüm çocukluğuma yayılarak ve yerlerinde önce su basması denen su dolu çukurlar sonra da koca koca binalar bırakarak gittiler.

Zaman geldi dedik ki birbirimize, “bu mahallede içine taş atmadık temel çukurumuz yok!”
Tanık olduk tüm betonların doğumuna – büyümesine ve tanık olduk tüm yeşilin ölmesine….

Belki de bü yüzden üniversite yıllarında en büyülü şarkı ismi niyetine “Strawberry Fields Forever!” diye yazdık defterlerimizin üzerine.
Yoktu yamaçlarımızda çilekler belki ama, vardı işte birilerinin çocukluk anılarının bir köşesinde.

Diyordu ki John, çocukluk anılarına atfen ve gerçek hayatın gerçekliğinden yorulmuş bir yetişkin olarak: çilek tarlalarına gidiyorum, (orada) hiçbirşey gerçek değil….

Ve diyordu ki, gerçek hayatdan dili yanmış bir şekilde: kimse ağacımda değil, kimseyle aynı frekansı tutturamıyorum.. Ve ekliyordu neticede: bu pek de farketmez (aslında)…

Nerden nereye…

Dolanıp duruyor aklımın müzikden sorumlu hücrelerinde işte bu şarkı son zamanlarda. Çünkü birkaç cabbar çilek fidesi bahçemde boyvermekte…
Gün be gün gözümle severek büyütüyorum onları…Öyle gerçek dışılar, öyle gerçek dışılar ki sormayın.

Yoktu bizim yamaçlarımızda çilekler elbet. Tadı acı, anısı tatlı acı kavunlar, çeşit çeşit çiçek ve yemeğe dönüşebilecek otlar sadece, alabildiğine yayılmış yeşillikler üzerinde…

Ama çilek öyle bir bitki ki yanılsama yaratıyor insanda. Gerçekdışılığın sınırları hayallerle öpüşüyor bir bakmışssınız. Ve sanıyorsunuz ki o çocukluk bu çocukluk, seninki – benim ki hepimizin ki aynı, ve bir gün bir şekilde senle de oynadım onla da, bunla da zamanın bir köşesinde…

Şimdi ise kim gerçekten ağacımda bilmiyorum, ama bu pek de farketmez aslında…. Bahçedekileri bilmem ama düşüncelerimde çilek tarlaları uzanmakta sonsuza….





1.5.08

Kimi dostlar yasemin kokar!

Hayatımın renklerinden biri, Aslı’dır.
Aslında işi biraz ileriye götürsek de şöyle desek:


“O benim meleğim galiba”.

Bildiğim kadarıyla melekler insanlara görünmez ama onları korur kollar, kimi zamanlar bazı düşünceleri beyninize üfler ve hayatınıza yön verirler.

Şimdiye kadar Aslı’yı hiç görmedim. Ancak başım ağrıdığında elini alnımda, ruhum sıkıştığında sırtını sırtımda, kafam karıştığında rahatlatıcı etkisini doğum günü pastası üfleyen bir çocuk hafifliğinde düşüncelerimde hissettim.


Tabi şimdiye kadar görüşmemek kilit nokta gibi gözüküyor. Bu sayede Aslıcığımın pek bir arasının bozuk olduğu konulara, maneviyata ters açıdan girerek “acaba, tanrı bizleri melekleri ile buluşturmak adına modern çağda interneti de mi kullanmaya başladı?” gibi bir düşünceye sahip olabilyorum.


Öyle ya, bu kadın benim için hem var hem yok. Görmedim- dokunmadım. Onun için “var” diyenlerin yalancısıyım. Çünkü fizik ile metafiziğin birbirine teğet geçtiği kuantum fiziğinn temel dayanağı “ancak gördüğün şey vardır” fikridir. Bu durumda Aslı yok :)

E peki o zaman akşamları Nehir’le döne döne okuduğumuz Mumuk kitabını bize kim gönderdi?

Mumuk Nehir’in çocukluk anılarından tatlı bir köşe olarak kalacak. Ve muhtemel ki kızımın gelecekte sahip olacağı kedinin adı da Mumuk olacak…

Ha bir de yaratıcı direniş diye bir ajanda var benim elimde dolanan. Onun da göndereni belli. Yolda belde, boş zamanlarda açıp açıp okuduğum, her türlü dayatılmış fikire karşın birer koyun olmaya itiraz eden. Esasen konu tam olarak Aslı’nın bize gönderdikleri değil. Onların Nehir ile benim üzerimizdeki etkileri, yaşam yolculuğunda girmeye, görmeye değer sapaklar haline dönüşmesi…



Tüm dostların bir şekilde böyle etkileri olur aslında insanın üzerinde. Bu yüzden dostlar “olamadığınız” yerlerdeki gözleriniz gibidirler bana göre. Olamadığın yerlerde olanları görme çabası da neden diye düşünebilirsiniz. Çünkü algılamaya değer binlerce ürün üretir hayat. Hayat da değil aslında, insanoğlu.



İnsanoğlu benim gözümde uygarlık tarihi boyunca doğmuş –üretmiş- ölmüş her insanın toplamıdır. Ve tüm bu insanlar devasa bir insanın teker teker hücreleri gibidir bana göre. Şimdi ben o hücrelerden biriyim.
Ve benzer bir bakış açısına sahip bir yazarın bir filozofu tanımlarken kullndığı cümleyi
Size okumaktayım:

“..Kendisini ifade ettiği tek tek şeyler sayılmayacak kadar çokken ve durmadan biri gelip diğeri yok olurken, o bir ve aynı şey olarak değişmeden kalır….”*

Yazar aslında Schopenhauer’i anlatmaktadır. Ancak bu bana göre “insanlıktır”.

Ve ben insanlığı tek ve koca bir insan gibi tanıma çabasındayım nicedir.

Bu dev insanın hastalıklı hücreleri de var tabi. Berbat, kokuşmuş, insanda önce öfke sonra keder yaratan zavallı hücreler bunlar. Ama iyi hücreler çoğunlukta. Kiminin görevi görmek 8bir göz gibi), kiminin görevi göstermek bir parmak gibi. Kimisi ise düşünür ve algılar, hani beyin gibi, Aslı gibi ya da.

Gerçek dostlarımı insanlık denen koca insanın beyin kısmını oluşturan hücrelerden seçiyorum genelde ben. Onlar kimilerinin görmesini sağlıyorlar, kimilerinin göstermesini, kimilerinin de görüp de göstermesini. Yukarıda anlattıklarım bana sadece kargolar paketleyip gönderen insanlarımı anlatmaya değer gördüğüm anlamında algılanmasın ama. Aslı hayatında görüp sanal günlüğünde gösterdikleri ile de bana çok hediyeler sundu, bilmem bilir mi kendisi.


Onun dürüstlüğü ve hani Bob Marley’in şu çok bildik şarkısında dediği gibi hali (Get up Stand up, Stand up for your right, don’t give up the fight)- Hak(larını savunmak) için ayağa kalk, savaşmaktan vazgeçme- durumları, bir annenin asi evladını korkuyla ama gururla uzaktan seyretmesi gibi bir his yaratıyor üzerimde.

Ayrıca böyle dostlar bende şu koca insanlığı temsil eden insanın kanserli hücrelerine dayanma gücü de yaratıor Ha bir de onlar gözüme görünsünler ya da görünmesinler akla geldiklerinde ortam yasemin kokuyor.

(bir rivayete göre melekler yasemin kokarmış)
-
-
*Schopenhauer - Düşüncenin Ustası
Christopher Janaway
NOt: Tüm insanlığın oluşturduğunun hayal ettiğim büyük insan semolü olarak Da Vinci'nün ünlü eserini seçtim. KAdın-erkek ayrımı elbette yok.