28.2.08

MIH

Siyahtan renkliye geçiş döneminde bir yerlerde, henüz 10lu yaşlarımın başlarındayım. Tv’de bir film, filmde de 3 yetişkin kardeş var. Her nasıl oluyorsa bu üçüne hayatla ilgili üç dileklerinin bir şekilde olma şansı veriliyor. Kardeşlerden ikisi sıradan isteklerde bulunuyor; tahmini zor değil, zenginlik ve aşk… Üçüncüsü öyle bir dilekte bulunuyor ki, zaman zaman bugün bile kulaklarımda çınlıyor: Bilgelik.

Hissediyorum, bu laf çok anlam dolu. Ancak o kadar anlam dolu ki, o yaşıma fazla geliyor ve beyin bardağımın kenarlarından taşıyor- yerlere dökülüyor. Böylesi daha iyi; boş bir beyinle ekrana baka kalıyorum. Para ve aşkı, bir diğer deyişle maddi veya manevi mülkiyetleri edinmelerinden ziyade ilk iki kardeşin, ben sonuncunun sonunu merak ediyorum. Ne elde edecek neticede acaba, bekliyorum.

Film sona ererken gördüklerime dair hafıza kayıtlarım karışmış. Fakat bir motosiklet kazası ve uçan bir genç hatırlıyorum. Ancak bu uçuş darbeden kaynaklanmıyor, bilgeliği arzu eden oğlan işte öyle kendiliğinden uçup paçayı/kendini onlarca kırık kemik röntgeninin sahibi olmaktan kurtarıyor.

"Bu muymuş?" diyorum bilgelik...

Uçabilmek miymiş?

Sonra dünya yüzlerce kere güneş etrafında dönüyor.
Hayat yolu üzerinde yürürken artık elini tuttuğum insanlar değişmiş. Annem ve babam geride biryerlerde, bir başka şehirde kalmış.

Avucumda minicik bir el.

Gökyüzünde öbek öbek kuş.

Hayatının üçüncü yılındaki minik el konuşuyor:
“Ben kuşları çok seviyorum…”

Büyümüş el soruyor:
“Neden?”

Minik el cevaplıyor:
“Çünkü onlar uçabiliyor…Ben de uçmak istiyorum”
Büyümüş el hayal kırıyor:
“Biz insanlar uçamayız. Kuşlar uçabilir, çünkü onlar çok küçükler,”

Minik el itiraz ediyor:
“Ben de uçabilirim, ben de küçüğüm!”

Büyümüş el kendini çok ama çok büyümüş hissediyor. Biraz canı sıkılıyor.
Gözünün önüne gömleğini pelerin gibi tek düğme ile boynundan bağlamış ve çatıda uçmaya hazırlanan bir çocuk geliyor. Bu
minik elin
babasının çocukluğu.

Büyümüş el iç çekiyor. Tüm ihtimalleri yok etmeli. Bunun için biraz bilgi yeter, başlıyor konuşmaya:
"Kuşların kemiklerinin içi boştur. İşte bu yüzden hafiftirler onlar. Biz onlar kadar küçük olsak da uçamayız, bizim kemiklerimiz ağır…"

Ciddi bir ifade ile dinliyor minik el.
Ve uçmaya dair son umudunu da yitiriyor.

Bilgi gelince bilgelik gidiyor galiba diye düşünüyor elinde minik bir el sokakta yürüyen bir anne.
Ve merak ediyor hangisi?

Kemikler mi
yoksa ezberletilmişi ezberleten anneler mi
insanı bir çivi gibi yere mıhlıyor?

10.2.08


Şurada bir çıkıntı var orayı ısırın, kıpırdamadan durun. Makine çevrenizde bir tur atacak korkmayın….

(Peki o halde sen neden kapıyı kapatıp kaçıyorsun)

Vızzzz-cızzzz- uuuuuuuuuuuu- cızzzzzzz. Bızzzt.

Kapı açılıyor tekrar, henüz zaman kavramı üzerine kafa yorması abesle iştigal olacak yaştaki teknisyen odaya geri geliyor. Küpesi eksik diye düşünüyorum. Olsaydı yakışırdı. Gence ne yakışmaz.

Peki korktum mu? Korktum elbette. Ama o andan değil, gelecekten korktum, olasılıklardan mesela… Daha da ilerleyen zamanlarda bundan daha da büyük, girenin mezarı andırıyor dediği aletlere girebilme olasılığından korktum. Öyle ya çoğunluğu yumuşak dokulardan oluşan varlıklarız ve o yumuşak dokulardan biri şu veya bu şekilde bir gün çürümeye karar verirse sepette bir çürük elma = tüm sepet çürük’e dönüşebilir kısa zamanda. Tanrı korusun tabi. Neyse ne.

Şimdiki zamanın göreceli emin bir anında ise tıp teknologlarının yemeyip içmeyip ürettiği bir aletin tam merkezinde duruyorum. Muhtemelen bir ameliyat eldiveninin bir parmağı “ampute” edilmiş ve bir çıkıntıya takılmış. “Burayı ısıracaksınız,” diyor çocuk. Moral bozucu bir enstantane. Kendimi bir alete entegre etmek, geçici süreliğine de olsa onunla bir bütün oluşturmak fikri hoşuma gitmiyor. Üstelik durumda bir biçimsizlik var. Ayaklarım şu küpesiz oğlanın nazikçe ittiği noktada, popom ise işte bu yuzden biraz ortada kalmış, yere bakıyor. Oğlan düğmeye basıyor- “kıpırdamayın,” diyip kaçıyor. Sonrası malum.

Vızzzz-cızzzz- uuuuuuuuuuuu- cızzzzzzz. Bızzzt.

Kurbanın çevresinde tur atan bir köpek balığı gibi çevremde turluyor alet. Dişinin kovuğuna gitmeyeceğimi anlamış olmalı ki ataktan vazgeçip duruyor.

Kapı açılıyor. Küpesiz oğlan beliriyor yine. Ben aynı absürd pozisyonda tabi.

5 dakka içinde filminiz çıkmış olur diyor, dişlerimi gevşetip aletle girdiğim kısa ama gerilimli ilişkiye son veriyorum.

Bu bir panoromik çene röntgeni.

Fakat beş dakika sonra benim öldükten sonra üç aşağı beş yukarı neye benzeyeceğimi gösterecek bana. Gerçekçi ama moral bozucu ve Hamlet’in kulakları çınlasın son derece de tanıdık bir resimle çıka geliyor oğlan. Kendimi kuru kafa halinde görmenin pek de eğlenceli bir şey olduğunu düşünmüyorum.
Sonra doktor eline alıyor “rötuşsuz vesikalığımı”. Orası burası şurası bir şeyler anlatıyor. Tüm kelimeler bittiğinde aklımda sadece 1750 YTL’lik fatura ve bir de 7 diş lafı kalıyor.

Bundan tam 39 ay önce bir sabah bir doktor eline neşteri alıyor ve karnımı 7 kat kesiyor. İçerden bir çocuk çıkarıp öptürüyorlar bana. Bir buçuk gün sonra hastaneyi terk ederken biz, cebimizden eksilen para da ne ilginçtir tamı tamına 1750 ytl.

7 diş ve 7 kat diyorum… Ne ilginç bir tesadüf!

İşte dünyaya gelmek için önünde 7 kapı açtıran 39 aylık evladın geçen gün kırdığı fotoğraf makinesinin hayal ve arzu edilen selefine bir süreliğine daha elveda diyorum böylece. Kitap çalışmalarım mı? Boşversene, nasıl olsa ben secret yasalarının kalbini kıran bir yazarım. Emanet makine alır nasıl olsa ikinci kitabı da yazarım.

Elimdeki son (kendi) kitabımı da birilerine verdikten sonra bir aydır konuya komşuya “bakııııın bu kitabı ben yazdım, “ diyebileceğim bir kitap kalmadığı için evde, bir dostun dediği gibi zaten “evrene yanlış yaptım”. Hak ettim yani… Evren ne yapsın!

Son günlerde kimilerinin elimin kiri olarak tanımladığı şu meşhur değişim aracına kafayı takmış durumdayım… Zaman ayağımın altında erozyona uğramakta olan bir toprak yığını
gibi akıp gitmekte. İçimden bir ses “acele et,” diyor, yaşlanıyorsun, pencere önünde dikilmiş bir adam Hamlet vari bir tarzda kuru kafa röntgenine bakıyor.

Ve iç sesim konuşuyor:

“Yaşın kaç olursa olsun hayat binbir olasılık kapısına açılan bir antredir. Ve bu kapıların tümünü olmasa da bir çoğunu açan altın anahtar (çok) paradır.

Zengin OLMAK ya da zengin OLMAMAK. Bütün mesele bu….”







foto alıntı: http://silvertone.princeton.edu/~carson/Hamlet.jpg