30.4.07

Derine inmek - İnip de Ruhu Beslemek...

Bugünlerde "en bilinenlerden" olmanın "en bilinenlerden’e" verdiği zararı düşünüyorum ara ara...
Don Kişot mesela, en iyi bildiğimiz(i sandığımız) bir romandır. Oysa bilip bileceğimiz çocukluğumuzda okuduğumuz 40-50 sayfa, o da yarısı meşhur çılgın adamın ve eşlikçisi Sanço Panza'nın resimleri ile kaplı bir "kırık kitap"...


"Ölmeden evel yapmak istediğim 100 şey!" diye bir liste yazsam maddelerin çoğu bildiğimi sanıp da bilmediğim kitaplara gidecek eminim…
Madde 1- Don Kişot’u oku
Madde 2- Savaş ve Barış’ı oku
Madde 3- Karamazov Kardeşleri oku
Madde 4 -e biraz da bizden oku- Saatleri Ayarlama Enstitüsünü oku,
Gibi…


Tüm listeyi bu şekilde heder etmek yanlısı değilim elbette.

Madde 1- Bildiğini sandığın ama aslında bilmediğin tüm kitapları oku.

Don Kişot’u mesela. Çünkü onun hakkında çok az şey biliyorsun (ya da hatırlıyorsun) Kitapların dünyasında yaşayan soylu düşünceli bir şövalye eskisi olduğunu ve elbette yel değirmenlerine meydan okuduğunu. A bir de Sanço Panza var, silik- bencil adam.
Ama bu bir özet. Buzdağının görünen tarafı. Kim bilir satır aralarında neler saklı. Oturup okumalı…
--
Büyük mavi bilyenin üzerinde küçük bir noktayım. Burada olduğum zaman dilimi belli. Olsun olsun toplam da 100, kalanda 64 sene…. Tabi en iyi ihtimalle.
Tüketecek çok şey var.
Kültür de tüketilmesi gereken bir nesneyse…
Ya da “sindirilecek- içselleştirilecek” çok şey mi demeli.
Her ne derseniz diyin bazı şeylere zaman gelmiyor ne yazık ki…
--
Ancak.
Bazı sindirilecek, içselleştirilecek, içselleştirdikçe sizi güzelleştirecek şeyler var ki öyle çok fazla zaman talep etmezler sizden.


Müzik mesala… Eşlikçidir, ek zaman talep etmez. Onu içselleştirmek için tamamen ona odaklanman gerekmez. 2 cilt- 1020 sayfaya anca sığan bir Don Kişot gibi “bana bak- sadece bana!” demez.

Şimdi bu satırları okurken, ya da az sonra ütü masasının başına geçtiğinizde size eşlik edebilecek bir şeydir müzik, ki tarife gerek yok.

Ve bir Mozart vardır ki, o benim saplantım, “en bilinenlerden” olmanın acı kaybına uğramasın diye çırpındığım. İşte “detaya inmek isteyenler”e dir bugünün piyano konçertosu…Dinlemek isteyene hediye niyetine, ruh besini niyetine….

NOt: Mozart Piano Concerto No. 23, II. Adagio - Horowitz çalıyor, Scala tiyatrosu orkestrası eşlik ediyor.

27.4.07

3lü bir oyun'a dahil edildim bir süre önce Yelda tarafından.
Bilmeden - ya da dalgınlıktan- oyunun ana kuralını ihlal ettim, 3 gün içinde harekete geçemedim...
"Yaptırım"sız olmasından güç alarak oyunun diğer kurallarını da ihlal etme cürretini gösterdim... Affola..
(En sonda yer alan Nazım'ın şiirinden sonra her hangi bir kelime sokmak istemediğimden araya, resmi aldığım sayfanın linkini buraya sıkıstırıyorum)
Bulunduğum 3 şehir:
İzmir
Muğla-Dalaman
İzmit


Gidip- görüp- gidip görün diyeceğim 3 yer:
Kapadokya
Kaş-Kekova
Rodos- Lindos

Yaşamak isteyeceğim 3 şehir:
Elbette İzmir’de (tekrar) yaşamak isterim. Hep derim, kollarında kendimi rahat hissettiğim bir sevgili gibidir İzmirim... Eşimle hayalimiz hala Türkiye'nin en modern ve en nezih kenti saydığım İzmir'e dönebilmek bir gün. O gün umarım İzmir'i bir sevgili gibi görmemize neden olan etkenler hala orada olurlar. (ki onlar ailelerimiz, dostlarımız, kentin "gavur şehri" diye anılmasına neden olan kalpleri de beyinleri de "aydın" aydınlarımızdır.)- daha evel yaşadığım için İzmir'i 3 sayısına dahil etmiyorum.
--
Var olmanın dayanılmaz hafifliği’nden dolayı Prag.
Mozart’dan dolayı Salzburg
Nedensiz İtalya tutkum ve Rönesans'ın çıkış kenti olmasından dolayı Floransa'da yaşamak isterdim.

Meslek: Bir çok sektöre girip çıkıp aklı en çok gazetecilik günlerinde kalan - şimdinin "yazan bir anne"siyim.

Tekrar doğsaydım yapmak isteyeceğim meslek:
(aynı zaman da yazan bir ) Opera sanatçısı olmak isterdim. Gece Kraliçesi'nin ariasını komik sesler çıkararak değil, "ala" bir şekilde okumak, kızımı Zaide'nin Ruhe Zanft'ını kusursuzca söyleyerek uyutmak isterdim.


Yapamayacağım meslek:
Sanırım kesinlikle maden işçisi olamazdım. Her ne hikmetse klostrofobikim. Kapadokya'da bir otobüs dolusu insan ve rehberler eşliğinde bile yer altı kentlerinin 2. katından aşağıya inemediğime göre maden meselesini toptan unutalım gitsin.

Yaşam felsefeme dair :
"Sen yürüdükçe ayaklarının altında yollar oluşacak!" lafını çok severim. Ben mi bu lafı felsefemin ana fikri ettim, yoksa o laf mı kendini hayatıma entegre etti bilemiyorum. Ancak yürüyorum ve yollar oluşuyor (şükürler olsun)…

Kitap:
Çok kitap var- çok da söz (içlerinden ) sevdiğim.
BU maddeyi cevaplamayı kendime "gelecek zamanlara yaydığım bir görev" addediyorum.
Sonra, her zaman - sık sık sadece alıntı içeren postlar yayınlayacağım.

Sevdiğim bir Şiir
Aslında Haiku çok severim. VE rubai... Kısaca bir kaç satırlık vurucu şiirler... Seneler senesi yazdığım onca yazı arasından en sevdiğim yazım haiku üzerinedir mesela... BUradan ona da bir link çakayım yeri gelmişken.
Her neyse.
Lafını bir türlü kısa tutamayan bir insan olarak kısa şiirlere olan tutkumu normal karşılıyorum. Onlar benim yapamadığımı yapıyorlar.
ama ... ama... ama...
BU kez seçtiğim şiir kısa değil ama enfes.
Ah Nazım Hikmet ah... NE kadar da güzel şiir yazarmışsın.
Nazım'a hayran yabancılar onun şiirlerini bir de Türkçe'den okuyup anlasalar yerlere göklere iyiden iyiye koyamaz olurlardı onu diyorum... Ve Kerem gibi'ye geçiyorum.
Kerem Gibi..
Hava kurşun gibi ağır! !
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun kurşun eritmeğe çağırıyorum...
O diyor ki bana:
— Sen kendi sesinle kül olursun ey!
Kerem gibi yana yana...
«Deeeert çok, hemdert yok»
Yüreklerin kulakları sağır...
Hava kurşun gibi ağır...
Ben diyorum ki ona:
— Kül olayım Kerem gibi yana yana.
Ben yanmasam
sen yanmasan
biz yanmasak,
nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa..
Hava toprak gibi gebe.
Hava kurşun gibi ağır.
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun kurşun eritmeğe çağırıyorum..

24.4.07

Bahar: Belki bir Mevsim Belki bir Ömür

Bahar, her dalına bağlı bezleri, çaputları ile rengarenk dilek ağaçlarını seyretme zamanı.

Çaputların rüzgara teslim kuyruklarının peşlerine takılıp dilek tahmin etme oyunu oynamalı şimdi…

Vermeli sırtını kurdelesiz, bezsiz bir gariban ağaca…. Neden bu değil de öbür ağaç seçilmiş dilek ulağı olarak bir türlü bilemeden, yürekler-dilekler ve umutlar arasında kaybolmalı….

Ama adı üstünde, “Bahar” bu, fazla kederlenmeye gelmez. Başlamışssak dileklerle dolu kalplerin ağırlığının altında ezilmeye, bizi en iyi şairler kendimize getirir...Öyle ya baharın kıymetini en çok onlar bilir, ya da onlar insanlığın hissettiklerinin “resmen atanmamış” sözcüsü gibidir...


Baharın İlk Sabahları

Tüyden hafif olurum böyle sabahlar
Karşı damda bir güneş parçası,
İçimde kuş cıvıltıları, şarkılar;
Bağıra çağıra düşerim yollara;
Döner döner durur başım havalarda.
Sanırım ki günler hep güzel gidecek;
Her sabah böyle bahar;
Ne iş güç gelir aklıma, ne yoksulluğum.
Derim ki: 'Sıkıntılar dursun!'
Şairliğimle yetinir,
Avunurum.

Orhan Veli Kanık


Bir de erenler var,
gönlü tanrısal bir ev sayan .
Bildiğim tüm mevsimler içinde bu tanrısal evin pencerelerini sonuna kadar açtıran tek mevsim bahar!


....... mevsimi gelir, gönül evinde baş köşeye oturtulacak birisinin arayışı başlar. Kimi zaman teğet geçer hayatlar, ne kaçırdığının farkında bile olmadan,
Kimi zaman denk düşer
bir büyük aşk doğar,

kimi zamansa denk gelmez; yanlış bir insanla harcanır gider bir tane daha bahar...

Bir de dostlar vardır aşk’dan da üstün, bitimsiz; bir bahara sıkışıp kalmamış... Onlar hep oradadırlar dört mevsim yeşil bir ağaç gibi. İşte onlardır hayatları tümden bahar kılan....
İşte onlardır hayatınıza kök salanlar...

---

Not: Çok önce, şüphesiz ki yine bir bahar gününde dergi için yazdığım bir yazıyı biraz evirdim çevirdim okuduğunuz hale getirdim.

NOt 2: Kırmızılı yerleri bahara olmasa da sonbahara borçlu olduğum hayat arkadaşıma ithaf ediyorum.

Not 3: Dilek ağacı resmi için Selin Aktan'a teşekkür ediyorum.

17.4.07

BASİT BİR DENKLEM...
Öteki kıtadan bir anne yazmış, ben de onun sayesinde öğrendim; Meğer Harry Potter’ı J.K. Rowling’in bebeğinin uyuduğu saatlere borçluymuşuz.

Kafede, henüz adını dünyaya duyurmamış bir kadın, yanı başında bir bebek arabası ve içinde mutlaka ama mutlaka uzun süreli ve huzurlu bir uykuya yatmış bir bebek… Kadın tıkır tıkır yazmakta… Kulağa çok hoş geliyor… Ama aynı zamanda imkansız.

Bu son cümleyi hayat hakkındaki saptamalarımdan biri ile parçalayıp- dağıtmak istiyorum.

Aramaya başladın mı bulamama riskin olmayan tek şey BAHANEdir…

Bir şeyi yapmak için değil de yapmamak için aranan şey hani. Eminim tanıdık geldi..

Ama bahane yaratmanın direnmesi zor bir çekim gücü vardır. Çünkü eyleme geçmektense oturup o eyleme neden geçemeyeceğinize dair kafadan bir liste çıkarmak daha kolaydır. Dünyada tescillenmiş bir isime sahip tek martı, Jonathan Livingston gibi olsak, düşündüğümüz anda düşündüğümüz yerde olabilecek kadar kendimizi ve elbette evrenin yasalarını aşmış olsak sorun kalmayacak.



Ama düşünce gücüyle peynir –ekmek gemisi yürümüyor…
Durun bir dakika, yürüyor mu yoksa…

İşte J.K Rowling, işte yazarın peynir ekmek gemisini ziyadesi ile yürüten Henry Potter…

Yazı para ekseninde dönmeye başladı. Durup kendimize gelelim. Evet, para her şey değildir, ama çok şeydir, bunu biliyoruz. Peki, o halde bir hesap yapalım.

Senelerce çalışıp dış dünyada da varlık gösteren, kendini dört duvara değil de şu veya bu şekilde dünyaya da ifade edip rahatlayan kadınlardan bahsedelim biraz.
“Kendini ifade etmek” deyip geçmeyin. Dünya bu kavramın çevresinde döner. 1 yaşındaki bir çocuk konuşamadığı için 2 – 3 yaşındaki çocuğa göre daha sinirlidir, bir yazar bir eser ortaya koyamadığı dönemlerde gizliden gizliye öfkelidir, bir ressam “neden resim sanatı?” diye soranlara “çünkü kendimi bu şekilde ifade edebiliyorum” demektedir vs. vs. vs.

Hayat denen altın nehrinden 5 duyu kevgiri ile topladıklarımız vardır. Yaşadığımız sürece bu nehrin başında elimizde kevgir, çamur, çer- çöp arasından altın tanecikleri seçmeye çalışırız… Elimizdeki çamur deryasına bakarken bakarken bir de bakmışız dalıp gitmişiz…Yaptığımız şey hayatın iyi yönlerini görmek isterken daha da çok pisliğine bakmak gibidir…. Ve bu, hayatı irdelemeyi getirir. Hayatın sana yaşattıklarını, düşündürdüklerini, hissettirdiklerini paylaşmak istersin çevrenle. Çünkü gördüklerin yeni bir “sen” yaratmıştır. Bu sen, senden de öte bir sen olup dile gelmek, kendini ifade etmek ister.

İfade denen şey işte tam budur. Yaşamak- yaşıyor olmak. Yaşamın kilden bir hamurmuşçasına yoğurup biçimlendirdiği yeni seni dile getirmek… Ona “anlattırarak” bir daha hayat vermek.

-- / --
Sonra,
Sonra o kadınlar evlere kapanırlar.. .Hayat böyle başlamış olsaydı, işler daha kolay olurdu… Hayat daha hareketli başlamıştı, daha çok “ifadeci”yi dinlerken ve daha çok ifade ederken kendini…

Hani yazının başında bahsettiğim kadının ki gibi. Ama bahsettiğim Rowling değil, onun hikayesini bana aktaran kadın. Kim mi o? O, annelik nedeniyle bir nevi erken emekliye ayrılmış olan eski bir snowboardçu. Hem de öyle böyle değil, bir olimpiyat katılımcısı (derecesi var mı bilmiyorum- ancak yarışmacıların ezberi bir lafa başvurmak istiyorum “önemli olan katılmaktı”).
-- /--

Yaşanan bir evi yaşanmıyor havasına sokmaya çalıştığım sıradan bir gündü…

Demem o ki bulaşık makinesini boşalttığım, kızımın altını defalarca değiştirip temizlediğim, çamaşır makinesine birkaç kez çamaşır atıp çıkarıp astığım, tavuğu ateşe vermeden yağlı derisini kestiğim, tozu alıp eve makine tuttuğum, alışverişe gidip aldıklarımı yerleştirdiğim, kedinin mamasını- suyunu kontrol edip kumunu temizlediğim, parça tesirli bomba atılmışvari yerlere saçılmış oyuncakları ve elbette yatakları topladığım, bir gündü yani.

Bu “düzen” de, “evde olmak durumları” da benim tercihlerim. Fakat işte seneler beni ben yaparken içimde bir çok çiçek yeşertmiş. Bunlardan biri “kendi ayakların üzerinde durma”, bir başkası “kendini ifade etme” çiçeği. Kendine bir aile kur- canından bir parçayı dünyaya getir çiçekleri güneşe yüzünü dönüp açarken sanıyor musunuz ki ilk iki çiçek hayata küsüp sırtını güneşe dönüyor. Dönmüyor elbet…

Dediğim gibi sıradan bir gündü. Evi az çok yaşanmamış gibi yapabilmiş evin içinden dünyaya açılan penceremin önüne, bilgisayar başına oturmuşum.

Öteki kıtadan bir anne, Betsy, hani şu eski olimpiyat katılımcısı kadın ışıklı ekrandan bana bir şeyler anlatıyor… Fark ediyorum ki onun da içinde aynı çiçekler açmış. Bu çiçeklerden kendini ifade etme isteği ve bir de temelde aile bütçesine katkı niyetli bir kendi ayakları üzerinde durma isteği kokusu geliyor buram buram.

Betsy çok şey anlatıyor. Rowling’e imrenmiş- aklının bir köşesinde temizlenmeyi bekleyen bir mutfak, diyor ki Betsy "Temizlikçi bir kadınım ve bir sondam olsa Pulitzer ödülünü kazanabilirdim. Hazır kızlardan biri okulda biri de beşikte uyuyorken neden yazamıyorum ben? "

Annelik kavramının keskin köşeli gerçekleri ile yüzleşen Betsy önceki hareketli ve “ifade” dolu hayatına duyduğu derin özlemle evde olmasına değecek bir çalışma, bir uğraş arayışı içinde…

Sonra kız kardeşinin bir lafı vasıtası ile hem bize hem de kendine bir başka gerçeği hatırlatıyor…
“Pes et artık, evde bebeklikten yeni çıkmış bir çocuk var, ve senin zaten pestilin çıkmış durumda!”

Betsy’ye göre “pes etmek” bir anneye verilebilecek en güzel ancak gerçekleştirilmesi en zor önerilerden biri

Gün ortasında bir arkadaşı arayıpta ne yaptığını sorduğunda Birleşmiş Milletler’e Darfur krizine çözüm önerisi yazmakta olduğu gibi önemsenecek şeyler söyleme isteğinde olan Betsy için pes etmek ve kendini anneliğin "sıradanlığına" teslim etmek oldukça zor. Kabul edin Betsy yalnız değil!

Uzun yazısı dahilinde zaman zaman aynen benim gibi konuşuyor hatta.
"Burada olmayı ben seçtim, o halde ne diye başka türlü bir şey için didinip duruyorum?"

Ne ikilem! Oturma odasını terk etmeye henüz hazır olmadığının bilincine sahip olduğu o ilk annelik günlerinde bile sağa sola çok iş başvurusu yapmış Betsy.

O dönemler başvurduğu tüm işverenleri böylesi bir kadını işe almayacak kadar ileri görüşlü olarak tanımlayan Betsy nihayetinde çocuğu 1,5 yaşına geldiğinde part time bir öğretmenlik işi kapmış…

Kısa zamanda Amerika’da yaşayan “dostum” fark etmiş ki iş yarım gün olabilir, ama talep ettiği zaman bir güne yayılıyor. Sonuç: elde var yarım gün maaş çeki, elden gitti tam gün çocuk bakım faturası…

Hiçbir şeye yetişemez hale gelen Betsy durumunu kısa ve öz bir şekilde tanımlıyor: “suçluluk hissi ile dolu vasat bir anne ve suçluluk hissi ile dolu vasat bir öğretmen olmuştum…”

Varlık gösterdiği her yerde vasat bir tablo çiziyor olmaya daha fazla dayanamamış olmalı ki Betsy tekrar eve dönüyor. Elbette en azından bir yerde iyi olmak için...

Bana sorarsanız her iki konumda da süper olan kadınlar var. Ben onlara hayranım.. Tekrar dönelim Betsy’ye…

Uzun yazı rahatlık ve kabulleniş dolu bir paragrafla bitiyor. Bunun nedeni bana sorarsanız kadının 5 yaşındaki kızının bir lafı: Sen artık bir öğretmen değilsin çünkü bir yazarsın!”

Neydi o hesap arkadaşlar?


Betsy yazarı olduğu Parent Center’dan ne kadar para kazanıyor bilemiyorum. İşin para kısmıyla hiç ilgilenmediğini sanmıyorum. Ancak denklemin üst hanesindense kalan hanesine gözünün daha çok gittiğine ne kadar da eminim diyor ve bu yazıyı da burada bitiriyorum.






10.4.07

Benden bir hikaye....
“Henüz daha bebek,” dedi kendi kendine, minik oğlunun uykuya teslim olmuş yüzüne bakarak. Sakınarak ve bu işi yüzlerce kere yapmış bir anneye has bir hafiflikle örtüsünü düzeltti çocuğunun… Biraz kımıldandı oğlan, anne nefesini tuttu… İstemedi uyansın, zamanı durdurdu…

Sonra, emin olduğunda uykunun pamuktan ipliğinin kopmadığına, yavaşça arkasına döndü pencereye doğru yürüdü. Küçük komodin görevini yapmak üzere orada bekliyordu… Her gün, her öğleden sonra kuş uykusu ile derin uyku arasında çocuğa gereken sessizlik süresinde annenin kafasında ki seslere kulak verdiği ve sorularla- ve sorunlarla boğuştuğu o anlarda anneye koltuk olmaktı görevi onun.

Komodinin sert zeminine sessizce yerleşti anne… Koyu renk perdeyi araladı biraz, her zamanki gibi maksat bahçedeki mürver ağacını görmek.

VE yine, ve her seferinde olduğu gibi bir haiku geldi aklına…Ryota diye bir çekik gözlünün yazdığı:

Öfkeden kan beynime sıçramış
Bir hışım geldim eve
Bahçede söğüt ağacı...

VE ardından herhangi bir şiir üzerine yazılmış aforizma:
“Bazan bir şair, tek şiirle, bir başka şairin yüzlerce şiirini yok eder.”

“Öyle mi demişti Behçet Necatigil? Ya da buna benzer bir şey demişti işte,” dedi kendine.

“Ne kadar da güzel,” diye düşündü ardından, tıpkı her günün o saatinde düşündüğü gibi…

Mürver, seyircisinden habersiz, kollarını göğe doğru kaldırmış dua eder gibi duruyordu… Ya da belki bir nevi meditasyondu yaptığı şey… Bahara has hafif ve muhtemelen ot kokulu- papatya kokulu bir esintiye bırakmış kendini dalgalanmakta… Çiçek açtığı tek zaman olan Haziran’ı beklemekte…. Ama dalgalanmayı andıran hafif deviniminden sabırsızlık denen kavrama dair bir iz- bir belirti çıkarmak çok zor…

“Sabırsızlık biz insanlara has çünkü” diye mırıldandı belli belirsiz…
Ağacın kara kara tohumlarını didikleyen boynu halkalı kumruları sevdi gözleri ile sonra… “Böyle sevmek kolay,” dedi içinden “çiçek açmak için elinde kalan tohumları ile yetinecek olan mürvere sormalı bir de kumruları…”—“Hoş o da halinden memnun gözüküyor ya” dedi sonra… Elbette fısıltıyla… Araladığı perdeyi bıraktı… Beynini gözünün hizmetinden çıkarıp kulak kabarttı.

Minik oğlu uyku aleminin pamuk bulutları üzerine iyice yerleşmiş daha düzenli soluk alıp veriyordu şimdi…..

Uyandığında şu koca dünya üzerinde ayakta durması için ona yeten 10-15 santim kadar ayakları ile o dinlemesi zevk pıt pıt pıt seslerini çıkarıp annesine koşacaktı. Ve her gün olduğu gibi:
“Anne ben kakktımmm,” diyecekti…

Ve olması gerektiği yerde, dünyanın merkezinde ve dünyanın en güvenli yerinde olduğunu bilecekti yine….

“Onun beni gördüğü ve sandığı kadar güçlü olsam,” dedi kendine…. “Ona ihtiyacı olan her şeyi sunabilecek olsam….”

Perdeyi araladı tekrar… Kimilerinin kurt bağrı dediği mürvere baktı tekrar… Ağacın yapraklarına yakından her baktığında “gerçekten de kurt bağrı gibi,” derdi hep kendine…

Gözlerini kırpıştırdı.

Sonra beyni öyle iki cümle kurdu ki içi yandı….

“Bir dikili ağacım bile yok… Ona bırakabileceğim…”

Komodinin tahtası üstünde rahatsızca kıpırdandı. Eşi ile yollarını birleştirmeden önce bayırda ellerinin uzanabildiği tüm çiçekleri toplarcasına teker teker topladıkları üniversite diplomaları, yabancı dil kurs sertifikaları, bonservisler, mesleki seminer belgeleri gibi bir takım kağıt parçalarının çekmecesinde yattığı komodindi bu…

“Ne işe yaradılar ki” dedi kendine… “İki kişi ancak bir adam etmemizi sağlayacak kadar güçleri var işte…”

Ama bazı kağıtlar vardır ki hepi topu A4 ebatında ancak 100 metrekareye bedel… İçinde yaşarsın, ve yaşatırsın evladını sen toprağın üstünü bırakıp altına geçtiğinde bile….

Yok işte bir dikili ağacımız…. Biz kira altında ezildik, onu bari kurtarsak… Maaşı elinde hiç olmadan kalsa, gani gani olsa yetse ona bolca… Ah ah… Yok işte bir dikili ağacımız…..

-- / --

Kimilerine göre Mürver, kimilerine göre kurtbağrı kollarını yukarı kaldırdığını sandı… “Aslında hep böyle duruyorlardı değil mi?” dedi sonra kendine…. Davetsiz ama baş tacı misafirleri, boynu halkalı- süslü kumrular yine doluşmuşlardı üzerine… “Ne de tuhaf öter şu kuşlar, guggguk guk gugggguk guk, ama yinede bana çok huzur veriyorlar,” dedi ağaç …

“Havada hoş bir koku var, baksana açmış yine papatyalar, demek Mart ayındayız.. Belki de olmuştur Nisan… İnsanların bahar dediği aylardan biri işte, Ne fark eder ki,”
dedi sonra.

“Ama ister Mart olsun, ister Nisan- az kalmış olmalı çiçek açacağım aya… Yine kokacağım balon gibi, bayılacak yaz akşamı yürüyüşçüleri havadaki kokuya…”


Telaşsız ve kendiliğinden olmayı öğretmişti toprak ana ona ve onun gibi yere kök salmış tüm ağaçlara…Aslında eğitim kök salma işleminden çok önce başlıyordu. O kadar önce ki, daha kendileri bir tohumken hatta…

Rüzgarın fısıltısı ve dalında bulundukları ağacın damarlarında dolaşan özsuyu öğretmişti onlara kendiliğindenliği… Bu gezegeni birlikte paylaşmak durumunda oldukları insanların bir deyişinden bile yararlanıyorlardı ağaçlar bu felsefeyi tam anlamıyla anlamak için….

Nasıldı o laf:

“Hiçbir şey yapmadan sakince otururken ben / Bahar gelir ve otlar büyür kendiliğinden”

Doğa tüm yükü üzerine almıştı işte… Ağaçların bir şey yapmasına gerek yoktu güzel olmak için…

“Yapmayın,” demişti toprak ana “hiçbir şey yapmayın. Büyümeye çalışmayın. Yeşillenmeye çalışmayın… Bırakın kendiliğinden olsun her şey…”


“Ne kaldı ki bize,” dedi mürver kendine “var olmanın keyfini çıkarmaktan başka…Rüzgârın üzerimdeki kumruların tüyleri ile dallarımdaki yaprakları aynı zarafetle ve aynı anda titretmesini hissetmekten başka ne kaldı geriye? O halde tadını çıkartmalı…” dedi- dedi ama mürver, kafasını kurcalayan, olması gerektiği gibi huzurlu olmasına engel olan bir şey vardı.

Yakın bir zamanda aldığı bir haberden dolayı keyfi kaçıktı biraz. Tam olarak uyamıyordu toprak ananın “var olmaktan zevk al” kuralına…

Gelişmiş bir haber ağı gibi yerin altında tüm ağaçlar köklerinden birbirine bağlıdır… İşte bu yüzden birinin düşündüğü veya hissettiği bir diğerine, oradan bir diğerine, oradan bir diğerine derken derken neredeyse tüm dünya üzerindeki ağaçlara yansır…

Hele ki yakınlarda ise acı çeken bir ağaç, sinyal daha da kuvvetli - daha da ezici yansır diğer ağaçlara…

Mürver sanki soğuk bir rüzgâr esmiş gibi ürperdi birden. Kargalı bir ağaç vardı yakınlarda; hani şu endamlı selvilerden bir tanesi… Tüm suçu kara dostları kargaları kendine çekecek kadar gür olmaktı bu ağacın. Ha bir de yanlış yerde bulunmak belki… Yanı başında dikilen koca apartmanın içinde yüzlerce insan barınıyor olmalı… İşte o yüzlerce insan muhtemelen selvinin koynundaki onlarca karganın sesine dayanamadı. Bir toplantı yapıldı, acilce ve canice bir karar alındı… Birkaç gün geçmedi ki baltalı adamlar geldiler sokağa… O gün baltanın selviye her vuruşu ile selvi ile toprak altından kök temasında bulunan tüm ağaçlar derinden yaralandı. Kargalar kargalıklarını yaptılar elbet ve ortalıktan yok oldular, bir nevi toz oldular. Ama onları kim suçlayabilir, sevgili kumrular kulaklarınızı tıkayın lütfen, onlar, yani kargalar kuş beyinlidirler bilirsiniz. Nasılsa tüneyecek bir başka ağaç buluruz derler ve sıvışırlar. Yapılarında var, onlar kargadırlar… Doğduklarından beri karga… Karga hakları diye bir şey yoktur onların gündeminde, ya da dünyanın en asil canlısı olmak iddiası ile ortalıkta caka satarak dolaşmazlar… Sadece kargadırlar, sadece karga…


Fakat insanoğlu başka olmalıydı… Çünkü onların kafası da büyük, o kafanın içini dolduran beyin de… Ama işte olmadı… Seneler senesi toprağa tutunan, boy verip her katında 4 daire -12 katlı apartmanla yarışan güzelim selvi, beş-on balta vuruşu ile yerle yeksan edildi… Apartmanın yanında koca bir boşluk kaldı, civardaki olayın tanığı ve iç sızısı ortağı bir çok ağacın kalbinde de….

“Katliamın azı çoğu olmaz ama bunlar küçük katliamlar,” dedi mürver… Geçen gün köklerine başka ağaçlarca iletilen bir habere göre toplu meşe kıyımları yapılıyormuş az ötede. Hani az öte derken 70-80 km falandan bahsediyorlar… Ama az öte işte… Üstelik göz göre göre…
Hem de ağaçlardan sorumlu adamlarla işbirliği içinde…
Aslında ağaçlar için ne matematiğin ne de sayının önemi var. Kim oturup dallarındaki yaprakları veya gecenin en güzel anında dalların uzandığı gökyüzündeki yıldızları sayar?
Ama bu sefer sayı önemliydi ağaçlar için. Tam 1,5 milyon arkadaşları dirilikten ölülüğe, ağaçlıktan odunluğa geçmişti…. Ne acı bir gün …

Eskiden teker teker azalırlardı, selvi katlinde olduğu gibi keyfi nedenlerle, şimdi ise yüzer-biner milyonar milyonar gider oldular, daha çok para için daha da çok para…

-- / --

“Para neden vardır?” dedi halkalı küçük kumru bir diğer halkalı kumruya… Beriki mürverin leziz tohumlarını mideye indirmekle meşguldü, çok laf etmek istemedi, ağzı- kursağı dolu göbeğinden bir gugguuuk guk cevabı salabildi…

Soruyu soran tatmin olmadı, üsteledi: “parkta oturanlara kulak kabartmamak mümkün değil, ve birbirlerine anlattıkları şeylerin en çok 2 konu çevresinde döndüğünü fark etmemek de elbette. Tüm gün gelen giden ya çocuğundan bahsediyor bir diğerine, ya da paradan. Çocuk mevzunu az çok çözdüm de, para işine aklım yatmadı.. Nedir bu para denen şeyin sırrı?”

Çabuk çabuk yutkundu karnını doyurmaya çalışan. VE hızla dedi ki soruyu soran ufaklığa “para her şey değil” dese de insanlar bilirler ki çok şeydir… Doğadan – doğaldan kopmuş insan artık parasız ihtiyaçlarını ne giderebilir, ne de başını sokabileceği bir yer bulabilir…. İşte bu yüzden para hayatlarının başköşesindedir… Şu güzelim mürver para ile verseydi tohumlarını bize, bizim için de önemli olurdu para… Ama ne biz kuşlar ne de ağaçlar insan gibi düşmedi doğadan öyle çok çok uzaklara…

-- / --

Tostundan bir parça kopardı adam… Bankta, yanında oturan bir kedi esnedi, bir diğeri adamın el hareketine oyuncu oyuncu baktı, bir başkası ise ayaklarına süründü. Tüm gece uyanık ve ayakta olmaktan dolayı gündüz yatay olmaya hak kazanmış sokak köpeği ise kılını bile kıpırdatmadı… İki yavru kedi köpeğin yanında yumak olmuş arka ayakları ile hızlı hızlı birbirilerini tekmeliyorlardı. Adam güldü, elindeki tost parçasını hangi birine atacağını bilemedi… “Tok misafir ağırlamak zor zenaat derler,” dedi kendine ve bir de “şunlara bak yahu, karnı tok oldu mu kedi ile köpek bile birbirine dokunmuyor…”

Bankın az ötesinde duran mürverden iki kumru göğe kanat çırptı… Kediler dönüp de bakmadılar bile…
--

“İyiden iyiye derinleştirdi uykuyu, kalkıp işe yarar bir şeyler yapayım,” dedi kadın “burada oturup tüm gün endişelenmektense…
Mürverin yanındaki bankta oturan bir adam parkın kedilerini köpeklerini beslemeye çalışıyordu, tok hayvan nasıl beslenebilirse işte öyle…
Kadın gülümsedi. Geçen gün kargalı selviyi kesip kızdırsalar da onu çok, buranın insanı hayvanlara karşı merhametliydi.
“En azından hayvanlara karşı!” dedi mışıl mışıl uyuyan Yunus’un annesi.
Yerinden doğrulmadan önce pencereden dışarı son bir göz attı… Her öğleden sonra dalıp gittiği tek nokta olan mürverden de uzaklara şöyle bir baktı. Birkaç bina ötede duran reklâm panosu ilişti gözüne… Farklı bir reklâm asılıydı sanki bugün… Gözlerini kısıp resmi netleştirdi biraz…

Uzaktan bile olsa pek de iştah açıcı olmadığı belli bir ekmek:
Altında da bir yazı
“Toprak yoksa Ekmek de yok…”

Ekmek yoksa barış da yok dedi kadın kendine….

Durakladı biraz, aklın o akıl almaz çağrışımlar zinciri işini yine iyi yaptı. Kadın bu slogan kalıbını hatırladı… İki gün evvel gazetede görmüştü bir benzerini bu reklâmın. “Reklâmın mı? Yok canım uyarının ve ricanın, dedi kadın kendine…


“TEMA bu…” dedi
Gözlerini kırpıştırdı.
Aklın o akıl almaz çağrışımlar zincirine yeni – yepyeni halkalar eklendi.

Böyle giderse 30 yıl içinde tüm verimli topraklarımızı kaybedeceğiz diyordu uyarı… Toprak yoksa ekmek yok, ekmek yoksa barış yok. Barış yoksa neyleyeyim 100 metrekareye bedel A4’ü… Savaş varsa Yunus yok dedi kadın kendine

“İyiden iyiye derinleştirdi uykuyu Yunus,” dedi bir anne “kalkıp işe yarar bir şeyler yapayım burada oturup tüm gün endişelenmektense…”

Sessizce cep telefonuna uzandı…

3464’e bir mesaj attı… "Bu topraklar ve Yunus’un geleceği için bir beş YTL az bile" dedi, tekrar bastı tuşlara tek tek: 3 – 4 – 6 – 4
-
Resim-ler not: Sırasıyla
Benim çektiğim mürver ağacı .
BU sonuncusu TEMA'nın kampanyası hakkında detaylı bilgi edinmek için aynı zamanda...