19.1.07

Guguk kuşu da doğurur… Yumurtlamak bir çeşit doğurma eylemi ise eğer… Ama tüm türdeşlerinin aksine bir o ana sayılmaz, doğurduğun “çocuğa” bakarak esas ana olunuyorsa eğer.

Tembeldir guguk kuşu. Yumurtası için “ana gibi bir ana” bir başka kuşun yuvasını arar, ve elbet bulur ve elbet kendi yumurtasını o yuvaya bırakır ve elbet geri dönmemecesine uçar gider….

Hikaye bundan sonra daha da acımasızlaşır. Guguk kuşu yuvanın esas sahibi diğer yumurtaların kuşlarından daha çabuk olgunlaşır, kabuğunu kırar başını dışarı uzatır. Artık tek bir hedefi vardır, ilk fırsatta diğer yumurtaları tek tek yere, yuvadan metrelerce aşağıya yuvarlamak…Neden belli, kendisinden boyca küçük ana kuş kime yetişecek, rakipleri öldürmeli ve fedakar ana ağzında gelen kurtları, solucanları tek başına yemeli…

Belgesel biter.
Günler geçer.
Kapı çalar, “kim o?” dersiniz…”Postacıııııı” diye bir ünleme merdivenleri dolanır, sesin sahibinin yerine bizzat kendisi kapınıza ulaşır.

“Postacının kendisi gelse kapıya ne fark eder ki?” diye düşünürsünüz.. “Gelen belli.” Gün sektirmeyen faturalar, sıra sıra, dizi dizi, o ayki durumunuza veya harcamanıza göre kimi zaman zebani, kimi zaman yer cücesi boyutunda ama illaki faturalar işte…

Zarflarını “para tanrısı”nın yalayıp kapattığı bu “mektupumsular” size guguk kuşlarını hatırlatır.
Bu yuva onların değildir esasen.

İçine bin bir duygu boşaltılmış ve ya yavuklu, ya ana – baba- kardeş, ya da kardeş kadar yakın bir dost tarafından kapatılmış zarfların son durağı olması gereken kutu sanki işgal edilmiş gibidir para talep eden zarflarca…

Olsun varsın, olumlu düşüncenin gücü diye tutturan yazarlardan biri ne demişti? “Öpüp okşayarak ödeyin faturalarınızı, böylece gün geçtikçe daha kolay ödenecekler!”

Peki, bunu önerdiğin bir başka arkadaşın ne demişti? Gelen her fatura ile esas kendisinin öpüp okşandığını hissettiğini!

Hayat böyledir… Aşamadığınız duvarlara muzip bir oğlan çocuğu olup işemek istersiniz. Ve kıkırdamak bir dostla ortak bir sorunun suratına suratına doğru…

NE demişti okuldaki bir profesör(ünüz) bir şey her yerde ise aslında hiçbir yerdedir.

Demek hepimiz aynı dertten muzdaripiz, o halde yok böyle bir sorun. “Bu hayatın ta kendisi,” der geçeriz.

Ama es geçemediğimiz şeyler vardır…
Gülüp geçemediğimiz ya da…

Onlara evlat denir.

Onlarla ilgili şeyler gülünesi değildir.

Bilirsiniz dünyaya gelen her can düzenli kontrollerden geçmeli, belirli bir aşı takvimine tabi tutulmalıdır. Atlamaktan korkarsınız, aşıları eksik bırakmaktan. Ama bir teselliniz vardır.
Henüz hamile bile kalmadan önce, düzenli olarak devletin kapınıza gönderdiği, “(karnında) bebek var mı?” diye soran sağlık ocağı çalışanları içinize su serper.
Dersiniz ki “gerçekten 20. yüzyılda yaşıyorum.” Ve “her şey kontrol altında!”

Devletin uzattığı el ile çoğu zaman yetinmez anneler ve bir de özel doktora giderler.

İlk zamanlarda belli başlı – rutin kontroller ve burnunuzun dibine dayanmış size göre karman çorman bir aşı tablosu… Sorun değil. Unutması zor bir günden bahsediyoruz, her ay evladın doğum gününde doktora git, ne aşısı olunacaksa, ne kontrolü yapılacaksa yapılsın gitsin.

İlk bir yıl neredeyse her ay bir aşı vardır. Ve ilk bir yıl kimi aylarda aşı olsun olmasın doktora gitmek adettir. Cebindeki aybaşına kadar kalan son kuruşların da olsa doktora gidersin ve kendine huzur satın alırsın…

Ama bir yaş devrilince doktoruna şöyle der bulursun kendini :

“Bir daha ne zaman gelmeliyim? 3- ay sonra? Beş ay sonra?”

Der ki doktor 15. ay ve 18. ayda. Hesap edersin: Hmm Şubat ve Mayıs… Ya aklına kazırsın, ya da cep telefonunun hatırlatma komutuna…

Ancak doktorlar hep çok meşguldür… Dünyadaki tek evlat kendilerinin ki zanneden tüm anaların sorularına ama “gerçekten”, ama “zorunlu” içten bakışlarla kulak ve cevap verirler. Denmesi gerekenleri der, akıllarında bekleme odasındaki yığın, çaktırmadan saate bakış atarlar ve güler yüzle süslenmiş bir iki veda kelimesinin ardından rüzgar gibi muayene odasını terk ederler….

Onlar öyle meşguldürler ki sırt dinleme, kalça çıkığı var mı kontrol etme gibi nedenlerle analarına soydurdukları hastalarının giydirilmesini bile bekleyemezler… Bir anlamda güzel bir uygulamadır bu. Muayenehanenin bir başka odasına rüzgar hızıyla girmek maksadıyla sizi terk eden doktorunuz size geniş zamanlarda çocuk giydirme şansı tanıyor da olmaktadır bu sayede.

Bir odada bir çocuk giydirilirken diğer odada bir başka çocuk soydurulmuştur bile….

Şehir değiştirmenin gereklerinden bir de doktor değiştirmek şüphesiz. Kızımın 3 doktoru oldu şimdiye dek.

Bunlardan biri özel bir apartman dairesinde, diğeri bir poliklinikte, diğeri özel bir hastane de konuşlanmış ama hepsi de çocuk konusunda uzmanlaşmış doktorlar…
odadan odaya koşarken elini yıkayanı da vardı yıkamayanı da… Ancak hiçbirinde odalar havalandırılmıyordu ve dahi bekleme salonları da…
Durup düşünürdüm…”Buraya getirmek mi getirmemek mi! İşte bütün mesele bu…”

Evlat sadece zamanı gelmiş bir aşı için kucağınızda, az önce salonu terk eden bronşitli çocuğun soluduğu havayı solumakta… Ya kabakulak, ya kızamık, ya suçiçeği (bulaşıcı hastalıkların çoğu kuluçka döneminde bulaşsa da)?


Dur deli kafa dur. NE okumuştun doğumdan evvel, “bağışıklık sistemi gelişmesi adına çocukların hasta da olması gerekir!” Düşün ve rahatla.

Bunları geçelim aslında…Çünkü bir anaokulu sınıfı da çoğu zaman hastalarla dolu bir bekleme odası kadar tehlikeli olabiliyor… Allaha emanetler diyip geçilebilir…

Ama top ancak voleybolda sahipsiz kalıp yere düşmelidir. Çocuk sağlığı konusunda değil…

İşte bu yüzden kadın kadına bir araya gelip çocuklardan bahsetmek iyidir.

Doktorunuzun size söylemediği şeyler öğrenilir ve tatbik ettirilir…

Ne mi öğrenirsiniz mesela? Bir bebeğin sadece üç beş bacak hareketi yaptırılıp kalça çıkığı olup olmadığının sağlıklı öğrenilemediğini. Bunun net bir şekilde öğrenilmesi için aslında tüm bebeklerin kalça ültrasonografisine gönderilmesi gerektiğini.

Yapılan verem aşısı ile işin bitmediğini, aşının bir de tutup tutmadığını öğrenmek diye bir yöntem olduğunu (tutmadıysa aşının mutlaka tekrar ettirilmesi gerektiğini)

Çocuk felcine karşı yalnızca aşı yapmanın yetmediğini, bir de oral (ağızdan) doz alınması gerektiğini...
İlk madde hariç bunların sağlık ocaklarında ücretsiz gerçekleştirildiğini…

Çocuk antibiyotik alıyorsa demir damlasının kesilmesi gerektiğini.

Vesaire….

--

Kapı çalar… Kim o dersiniz…

Ay be ay,
Sektirilmeden gönderilen faturalar gelmiştir bilirsiniz…

Ah dersiniz… Bu özen evlatlarımız için olsa, kontroller- aşılar eksik kalmasa… Kendinizce uyanıklığınızın yetişmediği zamanlarda postacı kapıyı bir de çocuklarınız için çalsa…


Foto not: www.science-frontiers.com/sf119/sf119p04.htm Posted by Picasa

1 comment:

Anonymous said...

Merhaba Binnurcum!
Bir doktor,ama daha önemlisi anne olan bir doktor olarak böyle meslektaşlarımdan ben de-çevremdeki insanlar adına-muzdaribim.Maalesef özel sektörde çalışan çoğu meslektaşımın piyasa hekimi olması beni hem çok üzüyor,hem de korkutuyor açıkçası.Hastayı çizgi filmlerdeki gibi yolunacak kaz ya da en büyüğünden bir banknot gibi görmelerinden nefret ediyorum.Birisi böyle bir doktordan bahsettiğinde onların artık köseleye döndüğü için kızarması mümkün olmayan yüzleri yerine benimki kızarıyor,neredeyse onlar adına özür dilerken buluyorum kendimi.
Elinizdeki bir makine değil,bir can.Yıkıldığında,bozulduğunda onarılması belki de imkansız bir varlık...Yedeği yok,telafisi yok.Ama muhatabı o kadar ilgisiz ki hatasını farketmez bile ya da umurunda değildir.Yaşayan hiçbir canlının haketmeyeceği ihmale maruz kalmak hoş bir duygu değil.O yüzden benim vicdanım rahat.Şu an hekimlik yapmıyorum ama yaptığım dönemde hiçbir hastamın benden bu yönde bir şikayeti olmamıştır(Ayrılalı 5.5 yıl olduğu halde hâlâ hem iş arkadaşlarımdan,hem de hastalarımdan 'Geri dön!' çağrıları almak çok güzel).
Umuyorum bizim ülkemizde de belki vicdanen,belki kanunen zorlamalarla iyi şeyler olacak,olmalı.Biz bunu hakediyoruz.
Sevgilerimle...