28.4.08


Milli Kütüphane’nin halka açık olmayan bölümlerine girme şansım olmuştu, bir gün bir haber için. Merdivenlerden çıkarken merdivenleri benimle beraber basamak basamak çıkan (veya inen) bir yığın kitapla karşılaştım. Üst üste alt alta her basamakta diziliydiler. Sonradan hayat yoldaşım olan kameramana dedim ki “Dünyada ne kadar çok okunacak kitap var ve ne yazık ki çoğunu okuyamayacağız.”

O zamanlarda günlerimi 3 şey dolduruyordu. Biri işim, diğeri gençlik avareliklerim nihayetinde kitaplar. Annem, babamın genişçe bir mutfak hayali ile, taşınırken yıktığı orta duvardan dolayı odamın içi sayılabilecek diğer köşede yemek yapar, onların bulaşıklarını kaldırır toplar ve bir de yapacağı işleri öyle değil de böyle mi yapsın diye kendi kendine konuşurken benim yaptığım tek bir şey vardı; kitap okumak.
Aslında bu eylemin bir de ardıl eylemi olurdu, o da kendi kendine konuşan anneme ister istemez kulak vermek ve aklım dağılıyor diye sinir olmak.

Klasik tablo aslında şöyle olmalıydı: Anne iş yapar, evin tek kızı (bırakın konstantrem bozuluyor diye sinir olmayı) anneye yardım eder…

Annem kızını böyle bir tablo içinde pek nadir gördü. Bunun nedeni zamanında babamın benden yardım isteyen karısını hep “ bırak o ders çalışsın ben sana yardım ederim!” cümlesiyle durdurmasıydı. Tabi sonraları annem, ne sözünde duran bir kocaya ne de elini sıcak sudan soğuk suya sokmaya niyetli bir evlada sahip oldu. Şimdi düşünüyorum da tabir yerindeyse annem bana büyük bir “kıyak” geçmiş.

Birikimimin büyük bir kısmını bu kıyağa borçluyum sanırım. Sonraları kendi mutfağımın sahibi oldum, ve dahi kendi evimin de. Ev denen şeye karşı nasıl olur da 30 yıl boyunca böyle kendi kendine derli toplu temiz kalır gibi bir düşünce geliştirmiş olduğuma şaşırdım.

İlk evim iki odalı kutu kadar bir şeydi. O zamanlarda görecelilik kavramı ile tanıştım. Bu kutu ev içine sığışmaya istediğimizde minicik, iş temizlemeye gelince de kutusundan çıkarılmış t-box kıyafetler gibi kocaman bir şeye dönüşen bir acayip mahlukatdı sanki. Evet, en azından gözümde! Evim ile ilgili bir yığın tabire sahip oldum zamanla.
Farzı-ı misal ; demin de dediğim gibi T-box
Gayya kuyusu
Terkedilmiş bir vahşi batı kasabası,
Vs.

Sonuncu maddeyi hayatıma sokan şeyler temizliğin haftası dolmadan koridorlarda, yolluk kenarlarında yuvarlanan hav yumaklarıydı. Ancak bu durum halıların yeniliği ile doğru orantılı bir şey. Evlilik cüzdanı eskidikçe havlar gemiyi terkeden fareler gibi hayatından çıkıyor insanın neyseki.
Fakat mutfak öyle mi?
Tencere tava –bitimsiz bir evcilik oynamaca. Buzdolabımız küçükce, artan yemekler o tencereden bu tencereye o kaptan bu kaba derken yıka Allah yıka, bitimsiz ve gönülsüz bir hikaye….

Velhasıl evliliğimin ilk yıllarında ev izin veriyorsa kitap okuyor(d)um, ya da Aslı’nın dediği gibi kimi zaman çorba karıştırırken, kimi zaman tüm saframa rağmen otobüslerde, kimi zaman da eşimi yalnız bırakmamak adına bir gözüm tv’de bir gözüm kitapta bir hal içindeyim(dim). Ancak yine de soyadım babamın soyadıyken “metrekareye daha çok kitap düşürmüş gibiyim”!

Bir de o günlerde(aslında kökleri çok daha eveline dayanan zamanlar) bir kitaplık hevesim var ki sormayın. Annemin taa ilkokul zamanlarında kağıt kıyafetler giydirilen Ayşegül’lere saydığım paralara sinir olmasına inat, ha babam de babam kitap alıyorum. Kitaplığımı semirtmekten bir zevk alıyorum bir zevk alıyorum ki sormayın gitsin. Bu tutku, ki galiba bibliomani gibi bir adı var, okuma hızımı aşıyor, kitaplık da okunacaklar köşesinde duran kitaplar üst üste biriktikce birikiyor.
Sonra?
Sonra,galiba büyüyorum,
okumadığın kitapları kitaplığa dizmenin çiğlik olduğuna karar veriyorum.

Kitap almayı göreceli olarak kesiyorum işte o zaman. Göreceli diyorum çünkü bir hastalık bir anda yok olmaz, eseri kalır izi kalır insanın üzerinde. Akmasam bile damlıyorum, zaman zaman- ara ara… Bu damlamalar daha çok internet üzerinden oluyor. Ancak arzu ettiğim gibi olmuyor, olamıyor. Bunun nedeni seçeceğim kitabın içine burnumu daldıramamam, mürekkep ile ağacın iç içe geçmiş o muhteşem kokusunu içime çekememem.

3 yıl oldu bu sanayi devi şehre taşınalı. Bu şehrin çektiği kitapçı sıkıntısından ben utanıyorum da şehrin kendisi utanmıyor. Varsa yoksa fabrikalar, pis dumanlar, ve istihdan edildiğine sevinsin mi üzülsün mü türü çoğunluğu 600-700 liraya çalışan mavi yakalılar….
Sabahtan akşama deli gibi çalışıyor olmalılar, yok değilse insan 1 adet kitapçısı olan bir şehri (ve-veya o şehrin insanlarını) nasıl affedebilir. Ama siz büyük marketlerdeki kitap reyonlarını kitapçıdan sayanlardansanız onu bilmem. Ben sayamıyorum. Sayamıyorum ama yine de yolum birkaç litre süt, bir yolunmuş tavuk ve iki paket de kedi kumu için bunlardan birine düşerse eğer, yine de durup kitap raflarının arasında, şöyle bir kendimi kaybeder gibi oluyorum.

Biraz buruk bir kaybediş bu! Biraz da tedirgin…

Çok satanlar bölümü var mesela, yasak bir elma gibi beni kendine çeken ve “hemzamanda” iten.
Orada “sistem” neyi okumamı istiyorsa, onu önüme koyuyor gibi geliyor. Aslında ben bu hisse daha çok korsan kitapçıların önünde kapılıyorum ve her nedense korsan diye birşeyin olmadığı herşeyin bir kandırmacadan ibaret olduğu paranoyasına kaptırıyorum eteğimi….

Nerden nereye…

Kitap diyince
Anlatacaklarım bitmez kolay kolay.
Çünkü kitap kelimesi ben de sayısız çağrışımlar yapar.
Aslında,
esasında
Basite indirgediğinizde kitaplar düzene sokulmuş düşünce yumaklarına benzer.
Ve- veya birilerinin içinde binbir birbirine bakan ayna dolu beyin boşluğunda yankılanan düşünceleri döktüğü kağıt parçalarıdır kitaplar.

VE tüm bu düşünce yankıları, yankılanmaları (nihilist bir bakış açısıyla bakıldığında) ha vardırlar ha yokturlar, ne farkeder. Nasıl olsa her şey boş değil mi?
Rafları kitaplarla doldurmak kime göstermek için –kimin için?
Ya da 5 sene evel okuduğun kitabı tekrar eline aldığında sanki hiç okumamış gibi şaşırıp kalmak diye bir şey varken bu dünyada, her şey bir yalandan ibaret değildir de nedir?

Ama öyle değildir işte.
Bunu en iyi Bertolt Brecht bilir.
İlkokulda, 70’lerin o henüz güdülmemiş kafalarının aydınlığında okuduğum günlerde, genç ve idealist hocamın elime tutuşturduğu “Yarının Büyüklerine Şiirler” adlı kitabıyla ilk olarak tanıdığım Brecht der ki “Tiyatro (ama epik tiyatro, bir söyleyeceği olan adam gibi tiyatro) insanı hayatına kaldığı yerden devam ettirmez. Oyun bittiğinde izleyen bir kademe daha yüksekten devam eder hayatına. Farkındalık ve bilinç kazanır.” (tabi bu cümle benim Brecht’in düşüncesini aklımda yorumladığım, kendi kelimelerimle dönüştürmüş olduğum hali)

BU durumda hafıza ne derse desin, ya da diyecek bir şey bulamasın farketmez, kitap iyi birşeydir.

Ha bir de, biriktirilen kitaplar onların başkalarınca görülemediği yerlerde size kendinizi daha iyi hissettiriler. Adı “gösteriş” olan çirkin yaratık aradan çekilir ve siz kitaplarınızın dingin varlıklarında huzur bulursunuz. Laf uzadıkça uzuyor. Ben en iyisi odamın kapısını dış dünyaya kapadığımda başbaşa kalmayı sevdiğim ölümsüz dostlardan birkaç isim vereyim şimdi. Belki böylece bu yazının sonunu bulurum.

Şöyle bir düşününce bu dostların çoğunluk kimliğinde ay yıldız taşımadığını görüyorum. Bu neyin gereği, neyin sonucudur bilmem. Ancak bir basın mensubuyken üslubumu olumlu yönde etkilesin diye sıra sıra- dizi dizi Herman Hesse kitaplarını yiyip yutmama bugün bile şaşırıyorum. Ama öyle, ama böyle Hesse’in üzerimde hakkı vardır. VE-veya çevirmeninindir o hak bilmem (sahi bir ara Nihal Yeğinobalı saplantım vardı. Hesse’de değil de aldığım klasik kitaplar serisinde hangi kitaptan başlayacağıma yazarından ziyade çevirmenine göre karar verirdim. Genelde Yeğinobalı galip gelirdi). Sonra Marquez bir başka sığınağım (dı) ve Milan Kundera aynı şekilde. Bir ara (herkes gibi Irwin Yalom) sonra bir iki Julian Barnes, ucundan acık Umberto Eco, yakın zamanda ise Alaine de Botton… Daha başkaları da var elbette ama hafızam çağırmıyor, elden ne gelir.

Bu yazı bitmeden sivri diline ve keskin kalemine hayran olduğum Mine Kırıkkanat’dan ve “ne dedi -ne demedi, ondandı bundandı” meselesini es geçerek Nobelli Orhan Pamuk’tan bahsetmesem içim rahat etmez. Bahsetmek derken adlarını anmak diyim. Laf çok uzadı, detaylar bir başka bahara kalsın… Sobenin uzunu ebeyi bile sıkar…. Zeynep top sende…
-
Not: Bundan birkaç sene önce, seneler evvel kütüphanenin merdivenlerinde söylediğim lafı internet deryası için söylerken yakaladım kendimi . Tanrım ne çok sayfa var ve ne yazık ki bir çoğunu görmeyeceğiz bile. Fakat sonra, birkaç olgunlaşma yılı daha devirdikten sonra farkettim ki her sayfayı görmesem de olur, tıpkı her kitabı okumasam da olabileceği gibi..
-
Not 2: Resim Jessie Wilcox-Smith'in

3 comments:

asliberry said...

Canım çok teşekkür ederim. Bu yaz evine gelip kitaplarına bakıcam, belki bir ikisini araklarım:)

teyzenteyfik said...

Kitap okumak üzerine yazilmis, okumasi pek keyifli bir yazi olmus.

Tam bu resimdeki gibi bir cocukmussun sen, demek ki.

Sevgiler. Iyi okumalar :)

Gizem said...

Bana kitap okuma sevgisini kesinlikle annem asiladi ama bana kitap okuyarak degil. ben annemi kitap okurken cok gorurdum. veya elinde sozlukle bulmaca cozerdi.

kutuphaneye yazdirdi sonra beni. ders calismayi hic ama hiic sevmemer ragmen kutuphaneden kitap alir eve gelene kadar yollarda okur geri giderdim yenisini almaya.

cok seyler hatirlatti yazin bana, eline saglik