Sarışın, esmer, kumral, mühendis, doktor, yazar, 1.60, 1.70, ve en fazla 1.75, kentin şu veya bu semtinde ve daha ötesi memleketin çeşitli şehirlerinde yaşıyor fark etmez, neredeyse tüm kız arkadaşlarımla ve/veya onların da arkadaşlarıyla bir ortak noktam var: Hepimiz o adı resmen konulmamış kulübün üyesiyiz: Karnıyarıklar kulübü.
Bir ortama girdiğimde, tanıştığım kişi bir hemcinsimse ve, ya gözleri ya da bedeni ile bizzat koşmaktaysa bir evladın peşinden, kendimce sürdürdüğüm bir araştırmanın karşı konulmaz dürtüklemesi ile yapmak istediğim bir şey oluyor hep: O dişinin karnını açıp bakmak, bakıp da toplamda uterus dâhil 8 kata kadar indiğini bildiğim kesiğin o tek ve eşsiz çizgisini görmek…
Esasen son bir kaç yılı saymazsak öncesindeki son 10 yılda karın marın açmaya gerek yoktu o ince “kesi”yi görebilmek için. Şöyle bir suratlara, oturuş kalkış - hal ve gidiş kombinasyonuna, kısaca o bedenin taşıdığı kafanın hayat denen yolculukta hangi duraklara uğrayıp hangi sınıflara dâhil olduğuna bakıp üç aşağı beş yukarı kestirebiliyordunuz doğurmak denen o en doğal eylemin bedenin (bacak hariç ) en altından mı yoksa biraz daha üstünden mi gerçekleştirilmiş olduğunu…
Bir ara öyle zamanlar yaşadılar ki kadınlar, birbirlerine “normal mi sezaryen mi yaptın doğumunu,” diye sormaz oldular. Soru sadece ve sadece şuydu: “Hangi hastanede yaptın doğumunu?”
Artık doğumun şeklinden çok hastanenin adının daha önemli olduğu zamanlardı bunlar.
Doğumun nasıl olduğu sorulmasa da olurdu zaten. Cevap belliydi…
Analarının ne perişan bir doğum eylemi ile kendilerini doğurmuş olduğunu seneler senesi dinleyerek büyüyen eskinin “minik” şimdinin “kadın” kızları bu dehşetengiz hikaye zincirine bir son vermek istemişler ve noktayı koymuşlardı.
Artık son moda hastaneyi konuşmaktı.
Biri yapmaması gereken bir şey yaptığında o kişiyi bu konuda anlamamız adına ardına saklanabileceğimiz 2 bahane vardır.
Biri o kişinin eyleminin yanlış bir şey olduğunu bilmemesi
Diğeri yanlış olduğunu bilse de yapmak için kendini durduramaması…
Feci doğum hikayeleri anlatılan bir ortamda gözlerine endişe perdesi inmiş olarak aralarında dikilmekte olan çocuğun, geleceğin (büyük olasılıkla) “annesi” olacağımı fark edemeyen insanlara kızamıyorum işte bu iki nedenden her hangi biri yüzünden.
Sadece irdeliyorum. Acaba bu hikâyeleri anlatma arzusunun temelinde o zamanların hormonsuz gıdaları ile beslenmiş gebelerin apalak-topalak çocuklar doğururken dönemin hiç de öyle bol keseden sunulmayan doğum alternatifi sezaryen için tutturamamaları ve bu sıkıntıyı bari kendi evlatları çekmesin düşüncesi mi yatmakta diye.
Bir zamanlar sezaryen nadir vuku bulan bir şeymiş. 5 kiloluk bebeleri yırtılarak doğuran kadınlara önceden şöyle bir bakılıp
“Ay yok, sen normal doğum falan yapamazsın, gel karnını keselim, seni de bebeği de yormayalım!” denmezmiş pek.
Belki de bu, nüfusu anlamsız bir şekilde katlanarak artan memlekete o dönemin doktorlarının reva gördüğü bir çeşit doğum kontrol yöntemidir bilinmez. Ama bildiğim bir şey var ki annemin benden sonra bir 3. bebeğe asla ve asla cesaret edemediği.
İşte ben de bu yüzden, belki de ilk adetimi bile görmeden vermiştim kararımı..
“Ben bir gün anne olacağım, ama sezaryen sayesinde!.”
Hamile kaldım. Doğumdan hiç korkmadım.
Benden bir nesil yukarıdaki tüm kadınların buluğ çağımın kimi günlerini karartan tüm o bitmek tükenmek bilmez doğum hikâyeleri tuhaf bir dönüşüme uğradı ve “nasıl ve ne zaman” doğuracağını bilen bir kadının rahatlığı ile süper bir 9 ay yaşadım.
Hani şu popüler mafya dizisindeki yaman ve “en bi esas” esas adamın dediği gibi:
“Sonunu düşünen kahraman olamaz!”
Düşünmedim ve hamileliğimin tadını çıkardım.
Ve bir genelleme yaptım.
Sarışın, esmer, kumral, mühendis, doktor, yazar, 1.60, 1.70, ve en fazla 1.75 vs. vs. vs. 70’lerin dar doğum yollarından geçerek analarına bin tekrarlık kötü hikayeler edindiren bizler evlatlarımızı bu hikayelerden muaf tutmak istiyoruz.
Doktorumun önceden yaptığı benzetme ile narkoza nazaran pasta kıvamında epiduralle vücudumun yarısı acıya hissiz, ruhumun tamamı damarlarımda dolaşan sakinleştiriciler sayesinde mesut bir şekilde ameliyathane masasında yatarken, o zaman diliminin hayatımın en güzel geçen yarım saati olduğunu düşünmekteydim nitekim.
Mavi bir perdenin ardında kalan göğüs altıma abanmakta ve belimi ameliyat masasına bir kaç keredir vurmaktayken üstelik doktor.
Doğum yapmaktaydım. Dedikleri gibi teması, soğuğu ve sıcağı hissediyor ama acıya “pehh !” diyordum ve elbette son derece mutluydum.
9 aylık özlem bitmekte, canım yanmıyor, vücudumun altı kontrolsüzce yırtılmıyor, ehil ellerin neşter ile çizdiği ince bir çizgiden bebeğim geliyor ve kızım aklı erdiğinde tüm bu anlatacaklarımın garantisi altında doğumdan korkmuyor “olacak” üstüne. Ben daha ne isteyeyim.
NOT: BİR İKİ SENE EVEL YAZMISIM BU YAZIYI, UNUTMUSUM.. BULDUM CIKARDIM. YAZI TARZIMDA DEGİSMELER VAR ONU GORDUM. DEGİSİK AMA KARISIK BİR YAZI OLMUS. OLSUN VARSIN...
Bir ortama girdiğimde, tanıştığım kişi bir hemcinsimse ve, ya gözleri ya da bedeni ile bizzat koşmaktaysa bir evladın peşinden, kendimce sürdürdüğüm bir araştırmanın karşı konulmaz dürtüklemesi ile yapmak istediğim bir şey oluyor hep: O dişinin karnını açıp bakmak, bakıp da toplamda uterus dâhil 8 kata kadar indiğini bildiğim kesiğin o tek ve eşsiz çizgisini görmek…
Esasen son bir kaç yılı saymazsak öncesindeki son 10 yılda karın marın açmaya gerek yoktu o ince “kesi”yi görebilmek için. Şöyle bir suratlara, oturuş kalkış - hal ve gidiş kombinasyonuna, kısaca o bedenin taşıdığı kafanın hayat denen yolculukta hangi duraklara uğrayıp hangi sınıflara dâhil olduğuna bakıp üç aşağı beş yukarı kestirebiliyordunuz doğurmak denen o en doğal eylemin bedenin (bacak hariç ) en altından mı yoksa biraz daha üstünden mi gerçekleştirilmiş olduğunu…
Bir ara öyle zamanlar yaşadılar ki kadınlar, birbirlerine “normal mi sezaryen mi yaptın doğumunu,” diye sormaz oldular. Soru sadece ve sadece şuydu: “Hangi hastanede yaptın doğumunu?”
Artık doğumun şeklinden çok hastanenin adının daha önemli olduğu zamanlardı bunlar.
Doğumun nasıl olduğu sorulmasa da olurdu zaten. Cevap belliydi…
Analarının ne perişan bir doğum eylemi ile kendilerini doğurmuş olduğunu seneler senesi dinleyerek büyüyen eskinin “minik” şimdinin “kadın” kızları bu dehşetengiz hikaye zincirine bir son vermek istemişler ve noktayı koymuşlardı.
Artık son moda hastaneyi konuşmaktı.
Biri yapmaması gereken bir şey yaptığında o kişiyi bu konuda anlamamız adına ardına saklanabileceğimiz 2 bahane vardır.
Biri o kişinin eyleminin yanlış bir şey olduğunu bilmemesi
Diğeri yanlış olduğunu bilse de yapmak için kendini durduramaması…
Feci doğum hikayeleri anlatılan bir ortamda gözlerine endişe perdesi inmiş olarak aralarında dikilmekte olan çocuğun, geleceğin (büyük olasılıkla) “annesi” olacağımı fark edemeyen insanlara kızamıyorum işte bu iki nedenden her hangi biri yüzünden.
Sadece irdeliyorum. Acaba bu hikâyeleri anlatma arzusunun temelinde o zamanların hormonsuz gıdaları ile beslenmiş gebelerin apalak-topalak çocuklar doğururken dönemin hiç de öyle bol keseden sunulmayan doğum alternatifi sezaryen için tutturamamaları ve bu sıkıntıyı bari kendi evlatları çekmesin düşüncesi mi yatmakta diye.
Bir zamanlar sezaryen nadir vuku bulan bir şeymiş. 5 kiloluk bebeleri yırtılarak doğuran kadınlara önceden şöyle bir bakılıp
“Ay yok, sen normal doğum falan yapamazsın, gel karnını keselim, seni de bebeği de yormayalım!” denmezmiş pek.
Belki de bu, nüfusu anlamsız bir şekilde katlanarak artan memlekete o dönemin doktorlarının reva gördüğü bir çeşit doğum kontrol yöntemidir bilinmez. Ama bildiğim bir şey var ki annemin benden sonra bir 3. bebeğe asla ve asla cesaret edemediği.
İşte ben de bu yüzden, belki de ilk adetimi bile görmeden vermiştim kararımı..
“Ben bir gün anne olacağım, ama sezaryen sayesinde!.”
Hamile kaldım. Doğumdan hiç korkmadım.
Benden bir nesil yukarıdaki tüm kadınların buluğ çağımın kimi günlerini karartan tüm o bitmek tükenmek bilmez doğum hikâyeleri tuhaf bir dönüşüme uğradı ve “nasıl ve ne zaman” doğuracağını bilen bir kadının rahatlığı ile süper bir 9 ay yaşadım.
Hani şu popüler mafya dizisindeki yaman ve “en bi esas” esas adamın dediği gibi:
“Sonunu düşünen kahraman olamaz!”
Düşünmedim ve hamileliğimin tadını çıkardım.
Ve bir genelleme yaptım.
Sarışın, esmer, kumral, mühendis, doktor, yazar, 1.60, 1.70, ve en fazla 1.75 vs. vs. vs. 70’lerin dar doğum yollarından geçerek analarına bin tekrarlık kötü hikayeler edindiren bizler evlatlarımızı bu hikayelerden muaf tutmak istiyoruz.
Doktorumun önceden yaptığı benzetme ile narkoza nazaran pasta kıvamında epiduralle vücudumun yarısı acıya hissiz, ruhumun tamamı damarlarımda dolaşan sakinleştiriciler sayesinde mesut bir şekilde ameliyathane masasında yatarken, o zaman diliminin hayatımın en güzel geçen yarım saati olduğunu düşünmekteydim nitekim.
Mavi bir perdenin ardında kalan göğüs altıma abanmakta ve belimi ameliyat masasına bir kaç keredir vurmaktayken üstelik doktor.
Doğum yapmaktaydım. Dedikleri gibi teması, soğuğu ve sıcağı hissediyor ama acıya “pehh !” diyordum ve elbette son derece mutluydum.
9 aylık özlem bitmekte, canım yanmıyor, vücudumun altı kontrolsüzce yırtılmıyor, ehil ellerin neşter ile çizdiği ince bir çizgiden bebeğim geliyor ve kızım aklı erdiğinde tüm bu anlatacaklarımın garantisi altında doğumdan korkmuyor “olacak” üstüne. Ben daha ne isteyeyim.
NOT: BİR İKİ SENE EVEL YAZMISIM BU YAZIYI, UNUTMUSUM.. BULDUM CIKARDIM. YAZI TARZIMDA DEGİSMELER VAR ONU GORDUM. DEGİSİK AMA KARISIK BİR YAZI OLMUS. OLSUN VARSIN...
Foto kaynak için tıklayın: (17. yüzyıl'dan fildişi hamile kadın anatomi modeli )
No comments:
Post a Comment