30.5.06

......Çocuk bakımında zincirleme reaksiyon diye bir şey var bence…

Bu saptamayı bedelini ödeyerek yapma hakkına sahibim bugün ben…

Sabahtan beri başınızın etini yiyen bir çocuk ile haşır neşirseniz belki de bunun sebebi dün vakitsiz çalan bir telefondur…Evet dün, bugün değil.

Dün kızımı öğleye doğru yatırdım, ve kendi dünyama daldım. Uyuduğu odada bırakmış olduğum telefonun farkında bile değilim. En az 2 saat uyuması gereken cadı ancak bir saat uyumuştu ki çalan telefonla uyandı.

Yandı gülüm keten helva. Bir daha uyut uyutabilirsen… Bu durumda akşamı zor ettik tabi. Hava kararmadan uykuya teslim oldu Nehir.

Bunun iyi bir şey olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.
Sabah 6:30 olmadan yatağından fırlamış bir minik canavarla karşı karşıya kaldım.

Zaman biraz ilerledi, yerde mi gökte mi karıştırmaya başladı tabi… Uyumalı mı , uyumamalı mı, yemeli mi yememeli mi o da bilemiyor. E bunun eziyetini de hayatta en çok sevdiği insana yapmasında hiçbir sakınca görmüyor haliyle…

Nasıl bir şeydir bu gerilim, insanın bacaklarında bile hal kalmıyor. Şu an öyle bir durumdayim ki her fuar gezisi sonunda yorgunluğumuzun suçunu yerin altından geçen elektrik kablolarına attığımız günlerin bir benzerini yaşıyorum…İşin kötüsü elektrik yerin altında değil, bedenimde..Bacaklarım şu anki yaşıma 40 daha ekleyin, işte o zaman nasıl sızlaması gerekiyorsa öyle sızlıyor.

BU durumu iyi biliyorum ben. Bu sızıyı en iyi banyo geçirir. Tüm lüzumsuz elektrik su olur akar gider.

Kızı uyutmaya uğraş verirken sabırsızlandığım iki şey vardı:
1-uyusun da gideyim banyo yapayım, elektriğimi atayım.
2-uyusun da gideyim yazı yazayım, elektriğimi atayım.

İkisinin attığı elektriklerin yeri farklı farklı tabiî ki….

Tabi iyice yorulsun da şaşmış teptilini biraz daha şaştırsın ibreyi normale döndürsün diye öğle vakti sokağa çıkma hikayesini uzun uzun anlatmıyorum bile….

Çıkmışken, Mırnık efendi’nin maması bitmişti onu da alırım dedim, mama hariç her şeyi aldım döndüm.

Zincirleme reaksiyon onu mu vurdu beni mi belli değil…

Ama emin olduğum bir şey var, her şey bir telefonla başladı…. Posted by Picasa

29.5.06

....Uykusunu alamamış bir çocuk kadar zapt edilemez, ya da memnun mu demeli, başka bir şey daha bilmiyorum.

Bir araştırma yapmışlar: Laboratuvar ortamında tuttukları bir kaç kediye bir yemek vermişler bir vermemişler... Yemek verdikleri kimi zamanlarda hayvanların bastığı yere , elektrik de vermişler . Ama her zaman değil...


Bir kedi sever olarak bu araştırmayı tasvip etmiyorum tabiki. Ama çıkan bir sonuç var ortada :

Bu kediler belirsizlikten dolayı nevrotik olmuşlar….

Gelecek mi gelmeyecek mi? Eziyet edecek mi etmeyecek mi, yiyecek verecek mi vermeyecek mi?

Ah ne yazık ki bu şekilde nevrotik edilmiş kadınlar var ülkemizde…

Her yüz kadından 97’si hayatında en az bir kez şiddete maruz kalmış araştırmalara göre… VE yarısı kadarı da düzenli olarak, yemek yer gibi, dayak yiyormuş anladığım kadarı …

Kınamaya gerek bile yok. Aksiyom diye bir şey vardır… Doğruluğu tartışılamaz önerilere denir.
Güneş sıcaktır= bu bir aksiyom….

Şiddet konusunda yoruma gerek yok. Bu konuda herkesin net bir “aksiyomu” olmalı.

Umarım butun tanıdığım kadınlar %3’e giriyordur. Tanımadığım her 97 kadına da kendilerini ezdirmeyecek güç diliyorum Tanrı’dan…(adam diye nitelendirmenin hata olduğu heriflerine de biraz insanlık)

Şiddet ile iç içe yaşayan, hangi gün dayak yieyecekleri belli olmayan kadınların nevrotik edilmiş kedilerden farkı ne?
Fark şu, ikinciler bilim adına nevrotik oldular….

Neyse, bu yazıyı yazarken sorunlarımı küçümsemeye başladım.
Yazacagım şuydu:
Nehir bir benden yemek yiyor,
Bir yemiyor. (aynı yemek yeme sürecinde)

"Kaşığı uzatayım mı uzatmayım mı, ben uzatmazsam kendi beceremiyor " derken derken

Nevrotik kediler geldi aklıma….

Ama,

Bu yakınmamı erteliyorum.
NE tuhaf ki dayak yemeyen bir kadın olmayı sıra dışı bir şey sayıyoruz. Bunun için şükrediyoruz.
Yazık…. Posted by Picasa

28.5.06

.......BU sabah sol şakağımda var olmayan bir kurşunun var olan sızısı ile uyandım.

Daha insaflı da anlatılabilir bu ağrı: sanki sol şakağıma sol elimin işaret parmağını dayamışım, çok bastırmışım çok rahatsız olmuşum, işte öyle bir şey….

Bunun nedenini biliyorum ben.

Dün
bir çığlık- bir ağlama
koştum baktım
Nehir’in yüzünden kanlar akıyor.
Ertunç fırladı, onu kucakladı

Başımı iki elim arasına alıp
gözüne bir şey olmuş mu?
diyebildim sadece
ve yerimden hiç kıpırdayamadım.

NE olduğunu hala anlamış değiliz.
Alnında bir şişlik ve bir minik delik…
Nehir’in damarlarındaki kanın akışını bile yavaşlatan siniri (bu saptama bebek hemşiresine aitti) ilk defa işe yaradı. Kan bir şimşek gibi geldi ve ve geri gitti sanki…
Başını köşeye çarptı herhalde…

Eminim onun ağrısı yok bugün. Ama benim var, hem de başımı hiçbir yere çarpmadan...
Tam sol şakağımda, o orada oyalanırken yanında olmadığım için, ve bir de sürekli yanında duramayacağımı bildiğim ve şiddetle bunu reddettiğim için
karmaşanın olduğu yerde, başımda bir ağrı var…. Posted by Picasa

24.5.06


.......1-2 yıl evvelki deyişle laptop, şimdiki jargon ile notebook, adı her ne olursa olsun ondan yok işte bizde.

BU demektir ki bilgisayarımız “ kadı oturtmuş” kadar sabit, daha da kötüsü evin “jeopolitik açıdan en kritik :) noktasında, sıcağın fırın kıvamında olduğu ve klimanın o noktayı kör nokta bellediği bir yerde konuşlanmış durumda.

Cephesi tüm gün güneş alan kapatılmış bir balkon burası. VE ben daha varmadan bıktıran yazdan dolayı bilgisayar önünü terk ettim. (bu bölgenin benim yangında kurtarılacaklar listemin başlarında yer aldığını düşünüyordum oysa.)

Arka balkon püfür püfür, pazardan Pazar günü alınmış, mutlulukla dikilmiş çiçeklerle ilişkimiz ise henüz cicim aylarında…

Sanal hayatım ile somut hayatım arasında en başta sıcaklık farkı var :) Bir de boyut farkı tabi. Bilgisayarda gördüğüm hiç bir nesne iki boyuttan öteye geçemiyor. Bu durumda balkonumdaki 2 ytl’lik çiçekler, PC’de görebileceğim (forward edilmiş) nadide orkidelerden binlerce kat daha değerli tabi. Yalnız bilgisayar ile edinilmiş ya da devamlılığı sağlanmış kimi dostluklar var ki onları ayrı tutarım bu acımasız saptamamdan…

Balkona dönelim. İzmir’den aldığım kitaplardan birine en nihayetinde sıra geldi. Murat Belge, Yemek Kültürü.
Henüz bir iki sayfa ilerledim ki işte içimdeki dürtükçü dürttü yine beni yaz diye.

Dürtükçüyü uykusundan uyandıran ve iş başına koşan şey ise Belge’nin bir saptaması (ya da aktarması diyelim)

“…..BU tavır bir süreden beri tamamen değişti. Adı bile kondu: “Mikro – tarih” deniyor.
Bildiğimiz büyük tarih anlatılarında hemen hemen hiç kendine yer bulamayan günlük hayat konuları artık didik didik işleniyor: Giyim kuşam genel olarak çok işlendi, “korse”nin kitabı yazılıyor, deprem tarihinden salgın tarihine, oradan kahveye, bu görece “mikro” alanlarda son derece değerli bilgiler üretiliyor ve bunlar “makro” tarihi anlamamızı da kolaylaştırıyor.”


Büyük hayallerle büyüdük. Okurken zannederdim ki Türkiye’nin en iyi kadın yönetmenlerinden olacağım ben… Sonra baktım bu o kadar da kolay değil, üstelik kolay olmayan en iyi kadın yönetmenlerden biri olmak kısmı değil, yönetmen olmak kısmı. Yönetmen olsaydım belki en iyilerinden biri olmak bile o kadar zor olmazdı …

Paraya para demeyeceğimi, istediğim kadar seyahat edebileceğimi de sandım ben. Sizi bilmem ama ben paraya hala para diyorum, bunun için ek bir jargon geliştimedim :) Hayallerin dünya seyahati kısmına gelince durum daha da vahim. Bakıyorum da burnumu Rodos adasından öteye uzatamamışım. Bunları geçelim, çünkü göreceli olarak daha zor hayaller bunlar.

Esas beni sıkan, çocuk da yaparım kariyer de şarkısının benim için koca bir yalan olması…

İşte bu noktada bilmem bana kızan kırılan olur mu ama, hayatımıza mikro tarih kavramı giriyor. İnternet ummanında bir çoğu benim gibi hayallerini katlayıp sandığa kaldırmış, kırmış dizini evladının yanında oturakalmış, çalışıyor olsa da hayallerinin işlerinde çalışmayan, o yüzden biraz burulmuş yüzlerce mikro tarihçi var. Kmisi benim gibi mutfak deneylerini anlatıyor, kimisi analık tecrübelerini, kimisi sadece o günü, kimisi de hayatı işte.

Yine de Murat Belge’de panzehir: NE demişti lafının en sonunda?

…. bu görece “mikro” alanlarda son derece değerli bilgiler üretiliyor ve bunlar “makro” tarihi anlamamızı da kolaylaştırıyor……

Uygarlık tarihine bir katkımız oluyor demek ki…

VE bir de bunaldığım anlarda beni rahatlatan tüm iyi kalpli dostlarımın dediği gibi:
En önemli şeyi yapıyorum ben, bir insan yetiştiriyorum
Galiba…..


resim Monet'den Posted by Picasa

22.5.06

.....“Hayatta” kelimesini “hayatta” kullanmam, çünkü bilirim ki hükümsüzdür. .

Hatta bir çocuğum olmadan önce söylemiş olduğum tüm “hayatta”lar için tam şu anda bir tekzip yayınlıyorum. Bu yazı başlı başına bir tekziptir…

Çocuk olmadan önce zannederdim ki:

Şurda burada, toplum içinde,
vızıldarken bir bebe,

onu susturmayan, hatta onu duymaz gibi görünen anne

Olsa olsa bir morondur.

İtiraf ediyorum, ben bir moronum.
Yok , o kadar değil, abarttım tabi. Şşşşşşşşt, sus bakiyim, aaa ne ayıp türü şeyler diyorum tabi.

Ama,
Ama,

Hani bir ortama girersiniz rezil bir koku vardır, ya da gül kokuyordur mesela… İlk girişte koku çarpıcıdır. Sonra artık algılamaz olursunuz. Beyniniz değişmeyecek kimi gerçeklere karşı kendini, içinde ki (ruh denen şey artık onun mu içinde kalbin mi bilmiyorum ama) ya da bedenin bir yerlerindeki ruhu korumak adına yok sayar baskın bir şekilde süre giden iyiyi de kötüyü de …

Nehir bağırırken tiz bir şekilde, işte ben bu yüzden, çoğu zaman uzaklara nirvanaya ulaşmış bir mistiğin bakışlarıyla bakıp, yemeğimi kaşıklamaya devam ediyorum.

İşte ben bu yüzden, Nehir’in çığlığını görünmez iki el benim için aralarken, aradan süzülüp haberleri sunan spikeri ya da film’in en can alıcı diyalogunu yapan artistleri duyabilir hale geliyorum. Olmadı dudak okuyorum. Olmadı Nehir’e bakıyorum, olmadı sıkılı dişlerimin arasından Nehir’e “kızım sussssss!” diyorum.

Olmadı kitap okuyorum, adı “Çocuğunuzun İnatçılık Döneminde Sinirlerinize Hakim Olun!” olan.

Yazar Cornelia’nın kitabı illa alın diyeceğim türde bir stile sahip değil gerçi. Ama bir laf vardı içinde , ki aynen şöyle:

“Sürekli yeni kurallarla karşılaşan, günde yüz kere “Hayır!” ve “İzin vermiyorum!” kelimelerini duyan bir çocuk, yasak ve kural tabelalarından dünyayı göremez.”

Çok hoşuma gitti.

Bir de bir öneri var unutamadığım.

Diyor ki: 2-3 yaş arası çocuklar, hem anne kucağından inip dünyaya karışmak isterler hem de o kucakta kalmak. Bu onları sinirli yapar. Krizler geçirip bağırdığında sakın ona sırtınızı dönüp gitmeyin, ona en ihtiyacım olduğu zamanda beni bırakıp gidiyor der. Eğilin, sarılın ona….

Yaptım.

Bunu yaptım ben. VE sustu. Geldi sarıldı bana. Cornelia’yı tebrik ediyorum. Ama tabi bunun sürekli uygulayacak motivasyona sahip olmam için hayatla alıp veremediğim şeyleri bir hale yola koymuş olmalıyım.

Bir insan yetişiyor. Ama onu yetiştiren insan da hala şu koca dünya üzerinde varlığının önemini ispat etme çabasında, herkese ve de en zoru kendisine…Hele ki yaşım da şiirlere konu olmuş artık, hayatın ipinin ucunu kaçırdım kaçıracağım kaygısında iken

Her neyse,
Cornelia’ya teşekkür ederken sitayişde bulunmak istediğim çok bilenler var: Bazen birileri çıkıyor ve “çakacaksın bir tane” türü pedagog tüyleri dikenletecek laflar ediyor. Bu lafları edenleri anlıyorum.

Çünkü bir zamanlar “hayatta”lar listemde benim, bu tür şeyler de vardı. Hayatta böyle şımarıklığa tahammülüm yok türü…

Tüm hayattalara tekziptir, ve elbet bir gün herkes benim gibi tekzip çekecektir



Not: Bu foto her ne kadar 3-4 ay önce çekilmiş ve de ben ona sarıldığım halde ağlıyor gözükürken olsa da Nehir, esasında gerçek öyle değildir. Gerçek şudur, inat krizine girmiş bir evlat eğilinip sarılınıldığında susar. Bu resim konuyu ifade etmesi açısından seçildi. Resmin çekildiği zaman başrolde uykusuzluk başına vurmuş bir çocuk vardı...

 Posted by Picasa

21.5.06

.......Ata yaşgünü olarak 19 Mayıs'ı sayarmış. O halde yaş günü kutlu olsun. Buyüzden bugün onunla ilgili bir hikaye anlatmak istiyorum. Gerçi bu hikaye daha çok onun tek eşi Latife Hanımı anlatır gibi ama bir kadın sayfasında Ata'mızı kadınca bir şekilde anıyoruz işte. (Bu yazımı İzmir Plus Dergisi için yazmıştım)

Uşakizade Köşkü’nde bir nikah
Mustafa Kemal’in “Latife”si....


1860 yılında mavi körfeze hakim ıssız İzmir tepelerinden birinde bir köşk kuruldu. Aradan tam 40 yıl geçti ve köşkün 2. nesil sakinleri kucaklarına ilk çocuklarını aldılar. Bebeğe “şaka” anlamına gelen Latife adını koydular.

Kendinden sonra doğacak 3ü erkek 5 çocuğa rağmen Latife, adı sonraları konakla özdeşleşecek tek çocuktu. Oysa o çocukların ne en güzeli ne de en heybetlisiydi. Latife’nin heybeti kalbinde saklıydı.Tutkulu, farklı ve ne istediğini bilen Latife aynı zamanda çok da şanslıydı. Şanslıydı çünkü karakterinin bütün bu özelliklerini sergilemesine izin veren bir ailenin, Uşakizade ailesinin içine doğmuştu. Cinsiyetine bakmadan tüm evlatlarını okutmak isteyen baba Muammer Bey kızını önce Üsküdar Amerikan Kız Lisesi’ne gönderdi ardından da ona Avrupa kapılarını açtı.

Sorbonne Üniversitesinde Hukuk ve Siyasal eğitimi alan Latife’yi Fransız kadınlarından ayıran tek şey onun doğululara has koyu renk gözleri ve derin bakışları olsa gerek. O dönem yaşıtı binlerce Türk kadınının rüyalarında göremeyeceği imkanlarla donanmış Latife çocukluğundan beri aldığı eğitimler ile Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve Rumca’yı konuşabildiği diller arasına kattı ve kendini geliştirmeye devam etti. O kendini geliştirirken geride bıraktığı vatanı, doğduğu şehir dahil düşman işgali altında kaynayan bir kazana döndü.

Latife Hukuk eğitimini tamamlamadı. Ama onun farklı bir gerekçesi vardı: “Ben inandım İzmir kurtulacak, Mustafa Kemal Paşa yakında ordularıyla İzmir’e girecek. Ben onların girişini görmek için gideceğim,” dedi babasına.

İşgal kuvvetlerince işbirliğine zorlanan bu yüzden İzmir’i terk edip Fransa’ya yerleşen babası ve ailesini geride bırakarak 1921 yılında İzmir’e döndü Latife. Bundan sonraki 1 yıl babaanne ve dadının eşlik ettiği, kendince sessiz ama beklenti dolu bir zaman dilimidir Latife için. Beklenti sadece şehrinin kurtuluşu için değil, şehrini kurtaracağını bildiği paşa’yı görmek adınadır da aslında...

Zaferle sonuçlanan Sakarya Meydan Savaşı’nın kumandanı Mustafa Kemal Paşa, zaferi haber veren bir Fransız gazetesinde çıkmış resminin İzmir’li bir genç kız’ın boynundaki madalyonda asılı olduğunu bilmiyordu elbet. Ama Kemal Paşa madalyonu görecek ve çok da etkilenecekti. Fakat hemen değil, zaferden bir yıl sonra, bir başka zaferde, İzmir’in kurtuluşunda...

Ordular İzmir’e girerken Türk askerlerinin üzerlerine, ayaklarının dibine kırmızı beyaz çiçekler yağdığı söylenir. Halk tarifsiz bir coşku içinde süvarilerin atlarına bile sarılmış sevinç gözyaşları sel olmuş.

Fakat Paşa güvenlik nedeni ile ordusundan 1 gün sonra, 10 Eylül 1922’de şehire girdi. Bu Kemal Paşa’nın İzmir’e 4. gelişiydi. İzmir için hareketli günler henüz bitmemişti. Paşa’nın gelişini takip eden 3. gün de Ermeni mahallelerinde baş gösteren daha sonra rüzgarın etkisi ile yayılıp şehrin alçakta kalan mahallelerinin neredeyse tümünü etkisi altına alan yangın İzmirlilerin zafer sevincine gölge düşürdü. Genç Latife ise telaşlıydı. “Paşa güvende mi?”

Artık 24 yaşındadır Latife ama Halide Edip Adıvar’ın dediği gibi yaşından çok olgun bir tavırdadır ve aslında çoktan beri “Latife Hanım”dır. Şehrin yangına uzak bir tepesindeki aile mülkü köşkün 1 yıldır hanımıdır o.

Latife Hanım başına bir eşarp sırtına da siyah bir manto geçirir. Hikayesini sonradan anlatanlardan kimilerine göre eşarbı karadır, kimilerine göre ise mor; köşke bügün bile bekçilik eden, köşkle yaşıt Erguvan ağacının çiçekleri gibi mor.

Kumandanlık Karargahından içeri emin adımlarla girer Latife Hanım; Mustafa Kemal Paşa’nın yaveri Salih (Bozok) direnç gösterse de az sonra Paşa ile aynı odadır. Onu şehri saran alevlerden uzakta, sakin bir tepede yer alan köşklerine davet eder. Bu şerefe nail olmak adına kendi kendine yemin ettiğini de ekler. Daha sonra Mustafa Kemal, Halide Edip Adıvar’a gözleri parlayarak şöyle diyecektir: “Halide, boynunda içinde resmim olan bir madalyon vardı.” Adıvar’ın dilinin ucuna kadar gelip de söyleyemediği, ama daha sonraları anılarında dile getirdiği düşüncesi ise kıskançlık izleri taşır: “Oysaki o günlerde hepimizin boynunda O’nun resmi vardı.”

14 Eylül Paşa’nın 4 ay kadar sonra damat olarak gireceği köşke ilk adım attığı gündür. O gün Mustafa Kemal Latife Hanım’a elini öptürmedi. Onunla balkonda yan yana oturup alevler içindeki İzmir’i seyrettiler...

“Ne işi var bu donanmanın limanda?” der paşa, Anlaşma Devletleri’nin topları şehre dönük 64 gemisini işaret ederek. “Siz İngilizce yazar mısınız?” diye sorar evsahibesine. Aldığı olumlu yanıtın üzerine:“24 saat içinde, İzmir limanından çıkıp gitmesi için filo komutanına bir ültimaton yazınız!” diye buyurur “Kurtuluşun” içinde bizzat görev almak için can atan Latife Hanım’a.

Paşa’nın arzu ettiği gibi 24 saat dolmadan düşman donanması çekilir körfezden, o ise kendisine “Paşam donanma çekiliyor” diyerek dikkatini denize yönlendirmeye çalışanları duymamış gibi, dönüp de bakmaz bile, konuşmasını sürdürür.

22 Eylül gecesi köşkün odalarından birinde Halide Edip’in kıyafetine çavuş rütbesini kendi elleri ile diken Latife Hanım, Paşa’nın nüktedan deyimiyle artık “Karargah Komutanı Hanım”dır.(TBMM ikinci Başkanı Ali Fuat Bey’in –Cebesoy- anıları) Ve hepsinden önemlisi kendisine eş olarak seçtiği kadındır.

Halide Edip anılarında şöyle yazar: ''Izmir'i bir baştan bir başa geçerken, Mustafa Kemal Paşa Latife Hanım'dan büyük bir saygı ile söz ediyordu. Bana ne denli iyi yetiştirilmiş olduğunu, kibarlığını, çok ıyi yol yordam bildiğini ve vatanseverliğinin, babasının uğradığı maddi kayıplara bile hiç önem vermeyecek düzeyde olduğunu anlattı. Duyduklarımdan, bu sert askerin artık bir ev düzeni kurmaya kararlı olduğu sonucuna vardım.

Körfezin mavi sularına bakan, çok güzel düzenlenmiş bir bahçeden geçtik. Verandaya çıkan basamaklar ve verandanın kendisi yemyeşil sarmaşıklarla kaplıydı; yaseminler, güller, hanımelleri çok hoş bir düzensizlikle iç içe geçmişlerdi. En üst basamakta duran sıyahlar giyinmiş, ufak tefek bir genç hanım bizi karşıladı. Yirmi dördünde ya var ya yoktu ama, sakin tavırları ve olgunluğu ile yaşından büyük gösteriyordu. Selamlaşma tarzındaki şekilcilik, eski Osmanlı dünyasının soyluluğuna ve büyüsüne sahipti. Saçlarını örten siyah eşarp, vücudu gibi biraz topluca olan yüzünün hatlarını daha bir belirgin kılmıştı. Sert, ince ve pek de sevgi ifade etmeyen dudakları inanılmaz gücünün ve iradesinin simgesi gibiydi ve güzel, ciddi bakışlı, pırıl pırıl parlayan gözlerinden zekâsı okunuyordu. Grimsi kahverengi gözlerinin kendisini daha da çekici kılan çok özel bir ışıkla yanıp tutuştuklarını bugün bile çok iyi anımsıyorum.

Mustafa Kemal Paşa birkaç dakikalığına yanımızdan ayrıldı ve sonra beyaz bir takım elbise giymiş olarak geri döndü. Renksiz bir ışıkla parlayan saçlarını geriye doğru fırçalamıştı, kıvırcık kaşları ise her zamanki gibi inatçıydı. Içki şişeleriyle dolu masanın yanında dururken, som mavi gözlerinin içten gelen bir hoşnutlukla pırıl pırıl parladıklarını farkettim. Latife kanepede benim yanımda oturdu ve gözlerini bir an bile ondan ayırmadı. Ona taptığı belliydi ve o da görünüşe göre Latife Hanım'a âşık olmuştu. Içimden, Paşa'nın zevkli olduğuna kanaat getirdim. ''

Eylül’ün 14’ünden 29’una 15 günlük bir süreç Mustafa Kemal’in evlilik kararı vermesine yeter. Ankara’ya dönüşte yakın çevresine hep Latife hanım’dan söz eder Paşa. Şimdiye kadar memleket meselelerinden başını kaldırmayan bir askerin tavrındaki heyecan annesinin gözünden kaçmaz, hastalığına ve doktorların yasaklamasına rağmen trenle İzmir’e doğru yola çıkar Zübeyde hanım.

Zübeyde Hanım oğlu ile Latife’nin aşkının filizlendiği Göztepe’deki köşkü hiç göremez. Hastalığı o kadar ağırdır ki Karşıyaka tren istasyonuna yakınlığı nedeni ile Karşıyaka Uşakizade Köşkü’ne getirlir ve hayatının son ayını burada gelin adayının bakımı altında geçirir.

Paşa İzmir’e 5. kez gelişinde karışık duygular içindedir. Annesini kaybedeli 2 hafta olmuştur. Eskişehir den İzmir’e yola çıkar. Tren Karşıyaka’ya vardığında yaverine Latife’nin babası Muammer Bey’I buldurur. Trenden inmeden ister Latife Hanım’I babasından. Annesine olan düşkünlüğü bilinen Paşa kimilerine göre bu acının getirdiği boşluğu zaten eğilimi olan bir başka kadınla izdivac yaparak doldurmak için böyle davranır.

Teklif karşısında 2 gün süre ister Latife Hanım. İki günün sonunda tam 2 yıl, 6 ay, 4 gün sürecek olan evliliğin töreni yapılır, sessiz sedasız.

29 Ocak 1923, saat 17:00. Eve gelen misafirler çay ziyaretine çağrılılar, nikahtan haberleri yok. Köşke girişte hemen solda kalan adı büyük kendisi küçük bir oda: Baş Oda her zamankinden biraz farklı görünüyor. Ortada bir masa çevresinde sandalyeler. Günlerden Pazartesi, nikah için geleneklerle sabit Perşembe değil. İçeri şehrin müftüsü giriyor, kıyılacak nikahta kadın da erkek de yan yana yer alacak. O zamanlarda bir dini nikah için görülmemiş bir düzen. Müftü boşanma halinde hanım’a ödenecek bedeli soruyor, Paşa kadına bedel biçilemeyeceğini anlatmak ister gibi cevaplıyor: “İki dirhem gümüş”. Nikah kıyılıyor, Paşa arkadaşı Yarbay Asım Bey’in kulağına eğiliyor “İnşallah zaman olur, nikahı vali bey kıyar.”...

Köşkün içine giriyorum...Anılara saygılı bir hayalet gibi sessizce dolaşıyorum. Yalnızca ayaklarımın altında gıcırdayan rabıtalar...Hissetmeye çalışıyorum 93 yıl öncesini. Onların gözüyle görmeye çalışıyorum Baş Oda’nın iki dar penceresinden görünen denizi. Peki onların gözü görmüş müydü İzmir’in mavi gözlerini. Odada bulunan herkesin, en çok da Latife’nin gözlerinin Paşa’nın gözlerinin mavisine takılıp kalmış olduğuna inanıyorum ben. Kruvaze lacivert elbisesi, astragan kalpağı ve hepsinden önemlisi gözlerindeki heyecan ile ışıl ışıl bir beyefendi, bir lider. Bir çok kadın değil gelinin yerinde olmak, o odada konuk olarak bulunmak için bile neler vermez...

O günden bugüne kalan çok az şey var ne yazık. Baş oda’nın bir avizesi ile şöminesi tanık o tarihi güne. Tam karşıdaki oda da ise duvardaki heybetli ayna, avize ve bir de fincanlar: Paşa’nın kullandığı kahve fincanları...İşte fincanlardan gözlerimi alamıyorum. Daha dün kullanılmış gibiler, zamana direnmiş beklemedeler. Kimilerinin “damat girdi köşkü” dediği köşk sessiz, tıpkı ayrılırlarken Paşa’nın Latife’den söz aldığı gibi “Asker sözü ver Latife, özel hayatımızı kimseye anlatmayacaksın!” ... Köşk bana bir şey anlatmıyor, benim anlamamı bekliyor.

Hangi ilişki kalpte yara bırakmadan biter. Latife ile Paşa’nın ayrılığı da sancılı olmuş. Ayrılık nedenleri o dönem tanıklarınca iki kuvvetli kişiliğin çatışması olarak da yorumlanıyor, tutkulu Latife Hanım’ın Mustafa Kemal gibi bir güçlü kişiliği kontrolü altına alma arzusuna da dayandırılıyor. Arkadaşlarının yanında iken “Kemal, sen hala içki mi içiyorsun!” diye sesini yükselttiği, emrindeki askerlerle şakalaşmalarına verdiği tepkiler, Paşa’nın halkına ve çevresindekilere karşı yaşamayı tercih ettiği samimiyete rağmen Latife Hanım’ın seremoniler silsilesi ile boğucu bir ortam yarattığı hep yazılanlar çizilenler arasında. Ancak bütün bunlar çözülen bir evliliğin ardından yakınlara gönderilen mektuplarda dile gelen pişmanlıkların gölgesinde etkisini yitiriyor...

Manevi babası saydığı Salih Bozok’a şöyle yazıyor bir mektubunda Latife Hanım “"... Salih Bey, bundan üç sene önce bana karşı babalık görevini yerine getireceğini babama vaad etmiştin... Öksüzüm, kimsem yok. Onun için ikinci babalık görevini yüklenen ve sözünün eri olan Salih Bey'e yazıyorum. Git, Paşa ile görüş. Ben kocamdan eminim. Çünkü kadirşinastır. Yüksek ruhludur. İnsandır. Aramızdaki gerginliğe bir son vermesini, güzel bir geçmişin vereceği kuvvetle rica et... Bir haftadır, uykusuz, gıdasız, idama mahkumum. Nedeni, çocukluk. Oysa çocuklar, bu ağır cezadan muaftır..."

Bir peri masalı gibi bitsin istiyor insan bu hikaye. Ama gerçek öyle değil. Paşa kararından dönmüyor. İki buçuk yıl şehir şehir yanında dolaştırdığı, sadece bir eş değil kendisine yoldaş, bir dost gibi gördüğünü zaman zaman Latife değil “Latif” diye seslenerek belirttiği eşini affetmiyor Ata bir türlü.

"Eşini mutlu edebilecek herkes evlenmelidir. Çoluk çocuk sahibi olmalıdır. Bana bakmayın. Bu meselede örnek İsmet Paşa'dır. Benim hayatım başka türlü düzenlenmiştir. Buna rağmen tecrübesini yaptım. Sonradan anladım ki, bu iş benim başaracağım bir iş değildir." Diyor Ata bir gün bir arkadaşına.

Latife Hanım’ın hayatına girişi ile 5 kere daha geldiği İzmir’de topu topu 91 gün kalıyor Mustafa Kemal Paşa bu köşk’te. Ama anılar yaşayanı rahat bırakmıyor. 5 Ağustos 1925’te sona eren bu evliliğin ardından 1975 yılında hayata gözlerini yumuncaya kadar İstanbul’da, çok sevdiği Paşa’sının fotoğrafları ile dolu bir köşkte geçirdi hayatını Latife Uşakizade. Verdiği asker sözünü ise hep tuttu. Özel hayatlarını kimseye anlatmadı. Evliliği ise uzun hayatının içinde küçük ama unutulmaz bir şaka gibi kaldı…




*Uşakizade Latife Hanım Köşkü bugün İzmir Özel Türk Lisesi sınırları içinde kalmıştır. Özenli bir restorasyondan geçirilen köşk, müze olarak halkın ziyaretine açıktır.

Not:Fotografta Mustafa Kemal, Uşakizade ailesi ile görülmekte. Latife Hanım en sağda, duvar dibinde duruyor.Posted by Picasa

18.5.06

.......... Sınır zamanlar vardır karar vermek için acele etmeniz gereken.

Nedense ne zaman bir karara varmanız gerekse hep işte böyle bir sınırda hissedersiniz kendinizi.

Sanki bir an evvel karar vermezseniz treni kaçıracağınızı ama karar verirseniz de bir başka şeyi, bir başka güzelliği kaçırmakta olduğunuzu düşünürsünüz.

Ay geriye gider mi dünya çevresindeki rotasında, ya da dünya güneş çevresindeki yörüngesinde?

Gitmez değil mi? O zaman “zaman da” geri gitmez.

Çünkü aslında zaman diye bir şey yoktur, zaman denen şey uzay cisimlerinin birbirleri çevresindeki hareketleri ile ölçülür.

Dünyanın bu yörüngede hiç geriye gitmeyeceğini bildiğim kadar net biliyorum bir daha asla 1,5 yaşında olmayacak Nehir.

Kimilerince şiddetle savunulan “Anne ile geçirilmesi gerek zaman” kavramı eğer ben bir çalışan anne olursam kalbimin bir köşesine çizik atacak her okuduğum yerde.

Ama eğer tam bugünlerde başvurularımı yapmazsam, bir yıl daha boşa gidecek. …
“Annesi çalışan çocuklar kendi benliklerini daha çabuk algılarlar, daha güçlü bireyler olurlar” savları batacak bu sefer kalbime, yok yok beynimde bir yere…

Tüm ikilemler bu iki organ arasındaki yaşanıyor zaten. Kalp ve Beyin… Genelde uzlaşamazlar. Yorarlar adamı. Kendinle barışık olmak diye bir laf vardı bir zamanlar söylemesi moda. İşte o insanların söz konusu bu iki organı arasında zıtlaşma olmadığını düşünüyorum. VE bir de ellerindekilerle yetinmeyi bildiklerini.

Bir kitap okuyorum, Fizik üzerine yazılmış en komik kitap diye betimlenen. Hayatımda ilk bütünlemem Fizik dersinden olsa da aldım işte bu kitabı:
“Tanrı Parçacığı: Cevap Evrense soru ne?” adında.

Diyor ki Leon Lederman, “Tartışmacılar (filozoflar) vardı, onlar evrenin güzelliği ile yetinmek yerine onu tartışmaya başladılar…”

Kadın olmak da buna benzer bir durum. Şimdilik çalışmak zorunda değilim (her ne kadar çalışsam fena olmayacak olsa da) bunun güzelliğinin tadını çıkarmak varken, tartışmasını yapıyorum kendi kendimle.

Toplam 17, 5 sene eğitim+13 yıl iş hayatı= Yaş 36 denklemi gazetelerde “30 yaşından gün almamış” cümleleri ile gölgelenmiş ilanlar eşliğinde bozulup darmadağın olurken, işte tam da o girişte bahsettiğim sınırlarda hissederken kendimi Çocuk ve Ergen Psikiyatristi Prof. Dr. Yankı Yazgan’a kulak kabartıyorum:


“Çalışan anneler, işlerini güçlerini bir kenara bıraksınlar demiyorum tabii ki, ama 0-3 yaşta yoğunluğun annede olmasının önemli olduğunu biliyoruz. Özellikle de 0-1 yaş arasında bu hakkın annelere verilmesi yani annelere ücretli izin verilmesi, bir lütuf değil, bir zorunluluk. Aileye ve çocuğa önem verdiğini iddia eden bir toplumda, bu hakların da yasalarla sağlanması gerekiyor. Bu arada beğenelim, beğenmeyelim, aile büyükleri çocuklara çok büyük katkılarda bulunuyor.”

Anneanne uzaklarda kaldı, bu şehir bana işte bu yüzden sağında solunda başka sıfatlar barındırmayan “ev kadınlığı” titrini getirdi.

“Kakasını yaptığı anda altını hemen temizlerler mi?”
“Ellerini yıkadıklarında kollarını sıvamazlarsa ıslaklık kollarını buz gibi eder mi?”
“Ona bağırıp alt dudağını büzmesine neden olurlar mı?”
“Tüm gün benim hasretimle yanıp tutuşur mu?
“Gelecekte, ruhunun köşelerinde böyle bir terk edilmişliğin izlerini görebilir miyiz?” türü sorular da geldi beraberinde.

Bir de tabi, e peki ben ne olacağım? Sigortam ne olacak? Sosyal hayatım ne olacak, kendime ait paralarla dolu bir cüzdan isterim cümleleri de geldi tabi….

Bir yıl daha beklersem şansımı tümden yitirebilirim. Artık basına sabahtan akşama şeklinde dönemem, öğretmenliğe döneyim, peki ama o zaman özgeçmişimi tam şu günlerde dağıtmalıyım okullara. Ama ya beni almazlarsa, daha da kötüsü ya alırlarsa….

Aklım beni şu Fizik dersi meselesi ile rahatlatıyor.
Ağabeyim’in zoru ile fen bölümün seçtim lisede. Bana demişti ki:
-Fen bölümünü seçmezsen üniversiteyi kazanamazsın.

Nefret ede ede okudum fen bölümünü. Fizik’ten de Kimya’dan da çakarak. Bütünlemeler de zar zor geçerek.
Sonra ne mi oldu?
Üniversite seçme sınavı sistemi tam da benim gireceğim yıl tamemen değişti.
Sözele, dile yatkınlığı olan ben İletişim, Radyo-Tv bölümü için bir tek matematik, fen ya da kimya sorusu cevaplandırmadım. Sadece sözel/dil soruları cevaplandırarak 02 barajında bulunan okuluma, ilk tercihime, göbekten girdim.

Planlar, şunun için böyle yapmalıyımlar boş- bomboş belki de…

Bilmem anlatabildim mi? (Daha çok kendime)

Posted by Picasa

17.5.06

......her şeyin ters gittiği bazı günler vardır.

Kurusun diye astığınız çamaşır’ın üzerine kuş def-i hacet yapar mesela.

Ya da rahatlamak için dinlediğiniz online klasik müzik kanalında birkaçı hariç her eserini içiniz akarak dinlediğiniz Mozart’ın bile işte o en sevmediğiniz, en “zorlama sevimli” bulduğunuz parçası çalmaktadır (A little Night Music'in tanınmış olan parçası değil de diğerlerinden biri).

Kızınız 1,5 yaşında olmasına rağmen 1 yaş sınırını geçtiği için artık otoriteler tarafından 2 yaşında sayılmaktadır ve işte tam o yaş “ inat yaşıdır” ...

Ve siz de tam bu yüzden, onun yemek yemesini sağlamak için değişik taktikler geliştirmişsinizdir:

---Kaşığı ters tuttuğu için çorbayı bardakta ver,

---sen içirmek istediğinde, ne kadar aç olsa da, genizden gelen tuhaf bir ses ile itiraz ettiği için bardağı çaktırmadan onun yakınlarına koy,

---ilgilendiğinde içmediği için hiçbir şey olmamış gibi mutfağa geri dön,

---bir ara kafanı uzatıp baktığında genelde çorbanın içilmekte olduğunu gör.

Ama işte tam o gün iki elini birden çorbaya sokan evladının bu işi koltuk okşayarak taçlandırmaya karar vermiş olduğunu izle acı bir gülümseme ile.

Uyanık olmamın da insanı bunalttığı anlar vardır. BU durumda hesap biraz karışık: bunalmış olan tabiî ki çocuk değil, çünkü uykusuzluk ona hiperaktivite faturası halinde dönüyor, o fatura da siz de bunaltı yaratıyor.

Çok düşündüm cevabını bulamadım. Uykusuzluk ben de mahmurluk yaratırken kızımı nasıl bu kadar enerjik yapar?

Bu fırtınadan önceki sessizlik deyişinin tam tersi bir hal midir?
“Sessizlik Öncesi Fırtına”

3. denemeden sonra artık bu günün her şeyin ters gittiği bir gün olduğunu düşünmüyorum.

Sessizlik zamanı.

Yazımı yazarken pencereden dışarıya bakıyorum. Kuş kakası bulaşmış bebe pantolonu görüntüsü bile beni deli etmiyor artık.
Deterjan var, makine var, su var, elektrik var.

Bir de şu an mola var.
Daha ne isteyeyim..

Not: Ayrıca Mozart’ın tahminen Fiagaro’nun Düğünü operasından son aria çalıyor (bundan mutluyum). “Herkes mutlu” gibi bir adı vardı yanlış bilmiyorsam. BU tür rastlantılara kozmik şakacının işi dendiğini biliyor muydunuz?

 Posted by Picasa

12.5.06

......... Anneler günü sadece anneler için midir?(Bir de hayatımızda iz bırakanlara ithafen)

Geçen hafta bir yıldız daha kaydı: Atıf Yılmaz…
Kaç gündür bu konuda yazmak istiyorum, elim gitmiyor… Şimdi tam sırası…Çünkü annelik- anneler günü- babalık, ikincillik , sevmek ve emek vermek üzerine kafamdakiler.

Emek deyince de beynim tereddütsüz Atıf Yılmaz’ı çağırıyor…

İşte o yüzden bugün bunları yazmalıyım:

Anneler günü geliyor. Kafamda bu kavram ile ilgili tuhaf düşünceler uçuşuyor. Anneliği kutlamak ve kutsamak lazım evet, evet ama….

Kimilerinde olmayabilir ancak annelik içgüdüsü diye bir gerçek var…Evladını bitimsiz bir sevgi ile benimsemek çok şaşılası bir durum değil o yüzden.
Ama söz konusu gün, verilen emeklere atfen kutlanıyorsa işte özellikle buna diyecek bir şey yok…

Anahtar kelime: Emek…

A. Yılmaz’a dönelim: Hepimizin hayatına birçok filmle girdi çıktı Yılmaz. Ancak bir tanesi var ki kimse unutamaz.

Bir kere bile ağlamadan seyretmeyi başaramadığım Selvi Boylum Al Yazmalım’dan bahsediyorum.…

Başarı tam olarak kime ait? Hikayeyi yazan Cengiz Aytmatov’a mı, sinemaya uyarlayan Ali Özgentürk’e mi, filmi çeken Atıf Yılmaz’a mı, rol kestiklerini düşündürmeden rol yapan Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin’e mi, sadece ilk notasını duyduğumda bile boğazımı düğümleyen film müziğinin sahibi Cahit Berkay’ın mı? Cevap belli: Hepsinin.


Film’in son sahnesi. Asya (T. Şoray) zamanında onu terk eden çocuğunun babası İlyas (K. İnanır) ile onu sahiplenen, başkasının çocuğuna tüm iyiliği ile babalık yapan Cemşit (A. Mekin) arasında durmaktadır. Ortada küçük Samet, tercih yapma zamanı. Asya’nın gönlü İlyas’a dönük, ama kararsız.
Samet “babaaa” diyerek Cemşit’e doğru koşar.
Asya’nın iç sesini duyarız, aslında İlyas ile konuşmaktadır:

Sevgi nedir?
sevgi emektir.
(ve bir kaç kelime daha)

Asya Cemşit’e doğru yürür…

Bundan daha iyi sözler, bundan daha iyi bir ekip, bundan daha iyi bir final bulunamayacağını düşünür ağlarım her seferinde…

Anneler günü mü dedik?
Annelik bir iç güdüyse, ve babalık iç güdüsü diye bir şey yoksa eğer, ben anneler gününde bana gelecek kutlamaların yarısından çoğunu Ertuncumuza, kızımın babasına iletiyorum.

Not: annecigime ve babacığıma da hiç bitmeyecek sevgimi gönderiyorum...


Posted by Picasa

11.5.06

******* Kedi bakımı zor iş. Adı üstünde “bakım”. Çocukken annem ile aramızda gelişen “kedi alalım” “almayalım” “alıcaz”,“almayacaz” (alacağız ve almayacağız) diyaloglarının nedenini kendime ait bir evim olduğunda bedelini ödeyerek öğrendim.

Kediler hiç büyümeyen çocuklar. İsterlerse halının üzerine kusarlar, size düşen pisliği yok etmek ve ortalığı bol amonyaklı deterjanlarla dezenfekte etmektir. İsterlerse kaka yaparlar (neyseki binlerce yıl öncesine dayanan asil bir içgüdü ile sadece ve sadece kumlarına) size düşen sık sık değiştirmek üzere koku emen kedi kumlarına para bayılmak kısaca kaka avcılığı yapmaktır.

Kedili hayat ile kedisiz hayat resimleri arasındaki 7 farkı bulun derseniz size 7’den çok madde işaretleyebilirim. Artık elinizde tuhaf bir fırça vardır mesela. Anacığının onun yalayıp temizlediğini zanneden kediniz mırıl mırıl mırıldanırken siz ıslattığınız fırça ile kediyi kaşağılamaktasınızdır. Kedi maması diye bir genelleme olmadığını bilirsiniz mesela: iyi mama vardır,- kötü mama vardır. Hekimden sorma çekenden sor deyişini haklı çıkaracak deneyimlere sahip olursunuz. Kısırlaştırılmış kedinizin magnezyumu bol mama yemesinin idrar yollarının kumla kaplanması demek olduğunu öğrenir, şehir ve dolayısıyla veteriner değiştirdiğinizde, veterinere “bu mamada ne kadar magnezyum var? Normalde ne kadar olmalı?” türü sorular yönelttiğinizde veterinerin verecek cevap bulamamasına içten içe kızarsınız.

Annenize küpe bile takamadığınız yılları hatırlarsınız kedinize iğne yapmayı öğrendiğinizde (tam 5 kere yaptım- iğrenç bir duygu)

Siz ne kadar temizleseniz de misafirler geldiğinde üzerilerine bir tel kedi tüyü bulaşır da onlar size bu konuda ukalalık yapar diye tedirgin olursunuz hep. İşte bu yüzden kedi beslemiş ya da beslemekte olan misafirlere karşı kendinizi baba evinde gibi rahat ve güvende hissedersiniz. Hamilelikte seçtiğiniz doktora suçlu suçlu

“yalnız benim kedim var,” dediğinizde onun tepkisi
“ne olmuş ben de 7 kedi arasında büyüdüm. Tıp fakültesinde toksoplazma nedir öğrenir öğrenmez test yaptırdık, bende çıkmadı kimi kedisiz arkadaşlarda çıktı,” olduğunda kalkıp onu öpmek istersiniz.

Ama bir lafla sakinleşecek kadar cahil olsaydınız zaten kedi besleyen biri olmazdınız ! Anlattırırsınız ona, ve dalarsınız internet deryasına. İçiniz iyice rahatlar.

Öğrenirsinizki daha çok sokak kedileri bu riske açıktır, çünkü lağım suyu- fare gibi mikrop taşıyıcılarla iç içedirler. Bir kedi hayatında (eğer geçirecekse) yalnız bir kere t. geçirir ve o dönem genelde yavruluguna rastlar .
15 gün içinde atlattığıbu hastalıga karşı bağışıklık geliştirir ve bir daha yaşamaz da yaşatmaz da böyle bir şeyi.

Ayrıca o dönemde hayvanın dışkısındaki mikroplar size ağız yolu ile bulaşmalıdır.
Hasta bir hayvanın dışkısında kakasını yaptıktan ancak 24 saat sonra patlayıp mikrop yayan kistler olur.

Siz kediniz sokaklarda geziyor ve çiğ et yiyorsa
hayatında daha evel t. geçirmemiş ve bağışık olmadığı için o an t taşımaktaysa
ve eğer dışkılamış da bir gun içinde kokuya dayanıp temizletmediyseniz kumu
ve dışkı ile birebir temas edip elinizi ağzınıza soktuysanız

işte o zaman tehlike altındasınız demektir (hamile iken özellikle). Tabiî ki hayat da başka türlü aksilikler de olabilir. Ancak iş sade bir biçimde anlatılırsa böyle.

Nasıl ki her gördüğünüz köpek kuıduz değilse, kediler de her an t. değildirler.

Ama evlat her şeyden önemli. Tüm testleriniz yaptırır ve dikkatli olmaya devam edersiniz (İşe artık çiğ köfte yememekle bşlayın mesela- inanın bir kediden daha tehlikeli)

Herneyse t. konusunu geçelim.

Bir de kist yapma olayı var. Kedi tüyü kist yapıyor bebeği koru lafları..

Valla köpeksever veterinerim söyledi: kist yapan ekinekok türü köpek tüyünde bulunurmuş kedi tüyünde değil.

Ama yine de kedi bakımı zor iş arkadaşlar. Henüz kızıma bir kardeş yapacak enerjiye, fikre, niyete sahip değilim. Evde onun boyuna yakın bir canlı olması içimi rahatlatıyor. Ayrıca hayvan seven insan da sever genellememe hizmet eder bir tavır sergiliyorum. Hayvan seven bir evlat yetiştiriyorum.

Hayvanları eşim de ben de çok severiz, ama onları yine de Nehir’in gözünden görmek isterdim. Neden mi Ne zaman gülen surat resmi görse miyyyyyyyaw, huv huv diyor da ondan. Posted by Picasa

8.5.06

******** Kadın saçı başı dağınık ütü yapmakta. Arka planda görünen adam kadının varlığının farkında bile değil, çok şık bir duruş ile gazetesini okuyor.

Kadın yılgın, dönüp adama bakıyor.

--Bu bana reva mı, sen keyif çat ben (muhtemelen Pazar olan o günde) tatil günü bile çalışayım, üstelik kendimi bile toplamamışım sizi toplamakla meşgulüm, diyeceğineeeeee.

Evet diyeceğine adamın kendisi ile ilgilenmemesinin kusurunu kendinde arıyor. Gidip filan marka şampuan ile saçını yıkıyor.
Artık saçları bir Japon kadınının saçları kadar düz, parlak ve kuzguni omuzlarına dökülmekte…
İşte istenen son. Adam gazeteleri bir kenara attı, kadını bir prensese eşlik edemişcesine tuttu kolundan yemeğe götürdü….

Bu bir reklam.. Ne yazık ki biz kadınlara ve tabiî ki adamlara da derinden derine mesajlar veren bir reklam.

Birkaç zaman önce bir yazı yazmıştım, yayınlamadım. Nedeni de kızgın ve saldırgan olarak gözükmek istememem. Her ne kadar içindeki avukat hiç susmayan bir insan olsam da hep varmak istediğim, olmak istediğim kadın tipi “sakin- prensesler kadar emin ve yavaş- bir iki kelime ile demesi gerekenleri özetleyen, diğer zamanlarda bir kuğu gibi süzülen dingin bir ruh ve beden sahibi” şeklinde özetlenebilir.

Buna süper ego diyorlar. Olmak istediğiniz ve olmak için didinip ödünler verdiğiniz şekil :) İşte egonuz bu yüzden hep yorgun, hep didinmekte ama çıtayı çok yüksek tuttuğu için sonuca varmakta zorlanmakta ve tam olarak bu yüzden kendine eziyet etmekte.

Bugünlük süper egoyu görmezden gelmek istiyorum*.
Çünkü gerçekler var. Ya da “şeytanın gör dediği” var.

Acaba kadınlardan çok şey mi isteniyor?

Bir yazı yazmışım, protesto dolu. Bir türlü kimi suçlayacağıma karar veremeyen bir giriş yapmışım. Bir erkekler kadınları bu hale soktu demişim, bir yok yok esas suçlu biziz demişim.

Gerisi şöyle:
Aslında bu konu bu kadar basit değil, inin bakalım bilinç altımın(mızın) derinliklerine onlar mı suçlu biz mi suçlu.
Onlar (yani bizi tamamlayanlar- erkekler) bizden güzel olmamızı istediler, bizden çok çalışmamızı istediler, bizden hem anne hem ev yöneticisi (bırakın öyle diyeyim- bu laf beni daha çok rahatlatıyor) hem iş kadını olmamızı istediler onlar biz bu üç “istihdama” (ki yalnızca biri para ve sigorta kazandırır) sahipken bizden hiç yorulmamızı istediler ve onlar tüm bunları yemek yemeden yapmamızı istediler (söyleyin bana başka nasıl 34 beden olunur) ve onlar tüm bunları g-string denen ve bir insanın bu işkenceye 10 dakikadan fazla nasıl katlandığını anlamadığım bir “iç” giysisi giyerken vasıl olmamızı istediler, demek istiyorum ama bilmiyorum hakkını veriyor muyum.

Yahu kim bunları karşısındaki istedi diye yapar. Yok yok yazının akışını değiştirdim. Bunu biz istiyoruz.

Süper güzel yemekler yapmamız gerek, ama yememeliyiz. Bir tuhaf işkence daha… Çok severek okuduğum birçok samimi blogda görüyorum ki bu enfes yemeklerin sahibi arkadaşlar “ay biraz kilo vermeye çalışmalıyım” cenderesindeler.

Aslında en bir sevdiğim alet ekmek makinemde pizza hamuru olmaktayken ve rendelenmiş kaşar, dilimlenmiş sosis ve satın alındığında zaten doğranmış halde olan (kadınları düşünenler de varmış demek) sucuk, yıkanmak üzere yazı yazmayı tercih eden sahip Ben’ i gözleyen mantarlar dizi dizi bankomun üzerinde beklerlerken ve bir de yine kızıma yediriyorum bahanesiyle 3–5 parça çikolatayı ağzımda gevelerken öfkem neye acaba?

Tabiî ki kendime. Çünkü ben de o kadınlardanım (ama normal giysiler giyen). XX kromozomun yan etkisi bu olsa gerek.

Ekmek yap, bir dilim al, kalanını komşulara olmadı kargalara dağıt… VE seni usta bir ekmekçi sansınlar. İnsan doya doya yiyemediği bir şeyin ustası olabilir mi? Sadece hastası olabilir, ama o şeyin değil, başka şeyin: “Süper kadın olma” hastası.

Ah yazık bize…

İşte bu yüzden ben bu reklama çok sinirleniyorum. VE işte bu yüzden “Çocuklarımıza verdiğimiz gizli mesajlar” adlı kitabı en yakın zamanda alacağım. Neme lazım yanlış bir mesaj vermeyelim.


Not: Sevgili eşimi tenzih ederim. Bahsettiğim şeyler binlerce yılın getirdiği cinsler arası eğme-bükme çabasıdır.


Not 2 *zaten bu süper ego'yu da babamın çocukken bana söylediği "kızım biraz yavaş ol, kız gibi ol!" türü laflara borçlu da olabilirim. O yüzden bu da vahim bir durum. Fakat yine de babama kızamıyorum. Sakinlik hoş bir şey. Ağır ol da saygı duysunlar :) Posted by Picasa

5.5.06


.........Arizona Üniversitesi’ne bağlı bilim adamları demiş ki , mikroplara en fazla maruz kalan meslek grubu öğretmenler.

BU şimdi mi söylenir!

Üstelik bilim adamlarının birkaç lafı daha var (bana). Masanız, hele hele klavyeniz tuvaletinizden 400 kat daha pis…

Çok meslek ve iş yeri değiştirdim. Ama en mikroplusunu hamileliğime denk getirdim. Bravo doğrusu. ( basından sonra, okul öncesi ve ilköğretim öğrencilerine bilgisayar öğretmenliği yaptım. Sayısını hatırlamayacağım kadar miniğin ellerinin dokunduğu mouselar ve yüz binlerce klavye vuruşu eşliğinde )

Bu bilim adamları "doktorları" telaffuz bile etmemişler. Yani mikroba maruz kalma konusunda.
E adamlar haklı. Hamileyken zaman zaman çocuklar yok oluverirlerdi, sorardım nerdeler.

-HA o mu, suçiçeği geçiriyor, evde yatmakta.

Peki suçiçeği ne zaman en bulaşıcıdır?
Döküntüler başlamadan, yani siz karşınızda sağlıklı bir insan duruyor zannederken.

Peki doktora ne zaman gidilir? E döküntülerden sonra. Bu durumda mouse’ı tutamayan ellere yardım eden ben, doktordan daha çok risk altında görünüyorum. Üstelik ben suçiçeği de geçirmedim.

Bahar su çiçeği ile özdeş benim için bu yüzden. Adı üzerinde çiçek işte, açmak için baharı bekliyor. Bir biri, bir diğeri sıradan bütün çocuklar sapır sapır açıyor …
Ayrıca bahar benim hamileliğimin ilk üç ayına da denk geliyordu. İçinizdeki gelişmekte olan ikinci canınızın en narin olduğu zamanlar.

HAspel kader durumlar.
Oysa annem benim son derece tetikte, çok dikkatli ve bebek için özenli bir hamilelik geçirdiğimi düşünüyor. Esas haspel kader doğanlar bizlermişiz.

Tokso plazma mı, o da ne yahu? “Yoksa ne “ala”zma” olarak adını değiştirmek lazım bizim neslimiz için.

Oysa, meslek değiştirememek (ki mazur görülür sanırım) dışında her türlü önlemi aldım ben.

Annem hamile oldugunu fark etmeyen gerzekler yüzünden ağabeyim ile beraber röntgen odsaına bile girmiş. Abim 3 yaşlarında, durmuyor. Rontgen çekildikten sonra demişler ki ona, aa siz hamile miydiniz?

Geçenlerde ben de girdim rontgene. Kapıda asılı olan hamileler giremez yazısını kör olsa okurdu.
70ler ve 2000ler

Arada uçurum var (sayılara bakın zaten) ...

------Valla Allaha emanet doğduk gitti. Ben x ışınlarının anne karnına giremeyeceğinin bir kanıtıyım galiba….

Foto: Nehir bir kaç saatlik... Posted by Picasa
******** İnternet deryası içinde bin bir hayat var.
Hepsini tanımak istiyor insan. Ancak son zamanlarda takıldığım bir nokta var. İnsan kendi hanesinden dışarıdaki insanlara yüzünü dönmek ve onları yazdıkları vasıtası ile görmek isterken kendi hanesine sırtını dönmüş olmuyor mu?

Sürekli dikkatimi Nehir’e veremem gerçi. Hatta bu onun istediği bir şey de olmasa gerek...

Yada bir yerde okuduğum gibi:
Çocuklar filizler gibidir iyi büyümeleri için fazla gölge yapmamak gerek.


Serdar Turgut’un geçenlerde bir yazısını okudum.
“Çocuğun doğduktan sonra endişeli bir hayat yaşamaya alışmalısın,” diyordu.

Ben bunu şöyle değiştiriyorum.
“Çocuğun doğduktan sonra, suçluluk duygusu ile yaşamaya alışmalısın!”

Şey, bunu daha çok anneler için söyledim tabi.

Kariyerden vazgeçsen de, ve hatta biraz da seni sen yapan bir çok şeyden, yine de suçluluk duygusu duyargaların hiç olmadığı kadar hassaslaşacaktır.
Alış buna!

Not: İşte bu yüzden sen netsin ben flu:) Posted by Picasa

3.5.06

******* Çocuklu hayat ne demek biliyor musun?

Ara ara sorduğum bu sorunun muhatabı çocuklu bir adam, üstelik çocuğu benim çocuğum.
-Biliyorum.
-Yok ya bir tek sen biliyorsun!
-Yahu sen ne diyorsun akşam akşam!!

Türü muhtelif cevaplarla susturulabilirim tabiî ki. Ama benim kibar eşim genelde anlatacak bir şeyim olduğunu, daha da önemlisi bunu anlatmazsam patlayacağımı ve bu sorunun anlatılacaklara bir girizgâh olduğunu bilir ve bekler.

Bu durumda genelde lafı uzatmam.
Tek cümle ile çocuklu hayat ne demek onu özetlerim.
Mesela şöyle:

Ne kadar üşüyor olsan da banyo kapın açık yıkanmaktır.
(VE tabi yerleri ıslata ıslata 2-3 dakika da bir banyodan uzanıp salonda oynayan çocuğun iyi mi hoş mu diye bakmaktır.)

Ya da şöyle:
Çöp tenekesinden nefret eder olup çöp torbalarını yüksekçe bir yerdeki bir vanaya asmaktır .
(Sürekli çöp tenekesinin kapağını açıp elini içine daldıran bir maymun var evde çünkü)

Ya da böyle:
Banyoda makyaj yaparken klozet kapağını mutlaka kapalı tutmaktır.
(ele geçirilmiş makyaj malzemelerinizden biri her an tuvalete atılabilir.)

Ve böyle:
Mutfak çekmecelerinin yönetiminin sana ait olduğunu SANMAKTIR.

Vs. vs.

Listeyi elbette uzatabilirim. Ama Bunu zaman içinde yapmak isterim. Diğer yazılarda mesela.

Bugün oturmuş yine çocuklu hayatın gerekliliklerinden ya da insanın hayatına getirdiklerinden bahsediyordum kendi kendime, kendimle….Vardığım sonuçlardan biri özgürce zap yapamamaktı. Çünkü Nehir o anda es kaza denk geldiğim “S” logolu kanal hangisi ise onda kalmam için vücut dilini konuşturuyordu.

Bu kanal insanların cep telefonlarına belirli sms (yani bedel )karşılığı melodiler gönderen bir kanal. Sanırım varolma amacı da bu. Bu sebeple tahmin ediyorum iki elin parmakları ya da hadi olsun 3-4 elin parmakları kadar şarkıyı ezberletme ve sevdirme mantığı ile sürekli çalıyorlar. Zap arasında her gün bir kez bir şarkısına denk gelseniz o şarkıya alıştınız gitti bile. VE sanırım Nehir’de bu tür duruma iyi bir örnek teşkil etmiş.
Daha başkası da beklenemez zaten. Damarlarında büyüme hormonu dolaşmakta şu an. Bu hormon tanıdığım en iyi kafa yapıcı :)

Bir çocuğum olmadan önce, gazetecilik maceramdan sonra, öğretmenlik esnasında, yani tam da yüzlerce çılgın ilköğretim öğrencisinin arasındayken çocuklar için dilime pelesenk ettiğim bir tanımlamam vardı:

Çocuk olmak demek, bir çeşit deli olmak demek!

Düşünsenize gazeteciyken belediye başkanlarınının, vali’nin, başbakanın ve hatta bir kez denk geldim ama Cumhurbaşkanı’nın bulunduğu toplantılarda bulunuyorsunuz. Herkes edebinle oturmakta ve hatta otokontrol diz boyu demek eksik kalır, boğazımıza gelmiş boğulmaktayız… İnsanlar bacak bacak üstüne atarken bile 2 saat düşünüyorlar…

Ama çocukluk öylemi. 2 yıl bir bilgisayar kursunda eğitmenlik yaptım. Sırasını beklerken ayakları yerde oturan çok az çocuğa rastladım. Hele bir tanesi, Kadir, sırtında sırt çantası, bir uğur böceği gibi sandalyenin üzerine konmuş, hatta daha da ötesi, poposunu tepeye dikmiş, kendine göre bir oturma fiili gerçekleştirmekte….

Bu çocukların kafaları sürekli “iyi”. Yani sokak konuşması ile söylersek “kıyak”.

Ayrıca sizinkileri bilmem ama benimki 1 köfte, 2-3 kaşık pilava bir öğün yemek diyor, üzerine de kalkıp 5 saat dans ediyor, yıkılmıyor…..

Süper bir hormon şu büyüme hormonu.
Ama tabi o dediğimden ben de yok. Varsa varsa yaşlanma hormonu var bende. O yüzden Nehir bugün “S” kanal ardı ardına marifetlerini sıralarken hiç yerinde durmadı. Ben de elim elimin, ellerim göbeğimin üzerinde oturdum onu seyrettim.

Bir ara kendimi iyi hissettim. Meğer 80’lerden de birkaç parça varmış repertuarda.
HEllo Africa tell me how you doin?

Onu bunu bilmem , perdeyi kapatırım, ben de kalkarım. Hem Nehir’de birkaç figur öğrenir. Ama öncesinde çok keyiflendiği kesin.

Şu an başka şeyler yapıyor olabilirdim. Ama dans etmekteyim.

İçimdeki ses konuşmakta:
-Çocuklu hayat nasıl bir şey biliyor musun?
Posted by Picasa