28.5.07

Başka bir yere bak, örneğin bulutlara...

Kızın kaç yaşında dedi kadın.

2,5 derken katalogun içinde çoktan kaybolmuştum aslında. Sayfalar rengarenkti. Birileri, muhtemelen yaşarken insanlık alfabesinin ünsüz, ölümle beraber ünlü harflerine terfi etmiş ressamlar muhteşem resimler çizmişti. Ama ay be ay, yıl be yıl belli ki.
Ve şimdi, tüm bu emekler sayılı saatler içinde çerçevelenip ellerime teslim edilmek için ama öncelikle seçilmek için elbette, kucağımdaki koca kitapta arz-ı endam etmekteydiler.


Röprodüksiyon.

Modern çağın sanata bir hediyesi, belki de laneti.

Ama öyle ama böyle.

Gözümü Monet’lerden alamıyorum.

“Benim ki de 2,5,” diyor kadın
“Ama sizin ki daha büyük gösteriyor!”

Muhteşem bulutlar var arka planda ve önde MOnet’nin gözüyle iki insan figürü. Gözlerimi bulutlardan alamıyorum.
“Bundan nefret ediyorum,” diyorum kendime “ Ne diye sorarlar ki çocuğun yaşını…”

“Babası uzun, ondan biraz uzun bizimki,” diyorum.

Bu adam nasıl böyle resimler yapmış. Bir de gerçeklerini gör demişti Fransa’ya gidip gelen bir arkadaş.
Gidemeyenler için süper bir icat bu…

Hangi yıl diyor kadın… Sonra da hangi ay, susmaya niyeti yok.

“Bizimki bir ay da büyükmüş,” diyor…

Özür diler gibi “bizimki de zayıf ama,” diyorum.

Bezlerden bahsediyoruz. Onun ki 1 yıl evel kurtulmuş bezden. Benim ki eh işte birkaç gün evel. Havada karşılıklı acıma duyguları uçuşuyor. Ben onun vakitsiz disipline edildiğini düşündüğüm kızına, o da 2,5 yıldır çişle kakayla, havaya atılmış parayla uğraşan bana.

Bulutlardan gözlerimi alamıyorum.
Yeni taşınacağımız evde çok güzel duracak bu tablo.

Birkaç ay daha mı büyük söylemek lazım acaba diyorum kendime. Kafadan hesap yapmaya çalışıyorum. 3 ay, yok yok 4 ay daha büyük desem, kaç yaşında olur, hangi ayda doğmuş olur.

22 milyon diyor kadın. Piramit yeşili çerçeve ve bu ebada…

Ödüyor çıkıyorum.

Derin bir soluk alıyorum.

3 gün içinde elimde kalan sadece basit bir reprodüksiyon ama harika bulutlar olacak.

Bir dahaki sefere gelirken acaba kızı getirmesem mi diyorum.


Ben nazardan çok korkuyorum.

İşte o yüzden gözümü dikip en çok bulutlara bakıyorum. İster röprodüksiyon, ister gerçek, farketmez.. Nasıl olsa en kötü ihtimalle dağılırlar ve tekrar toplaşırlar...

Ben başka hiçbirşeye gözümü böyle uzun uzun dikip de bakmıyorum...

25.5.07

“Bilmeden” Prenses Sendromu

Eski Türk filmlerinde kötü anne imajı yaratmak çok kolaydı.

Sigara dumanları arasından seçilen kabarık saçlı 4-5 sarışın kadın, ve ortalarında bir de konken masası.

Kenarda ilgi bekleyen masum yavrucağı da unutmamak lazım. Hatta o çocuğa “illaki” adını takasım var. Bu “illaki” çocuklar Küçük Ömer, Sezercik ve ilerleyerek görüntü kalitesi düşen yıllarda küçük Emrah bakışı olarak özetlenebilecek bakışlarla bakmakta pek bir maharetliydiler.

Kaşlar burun kökü ile birleştikleri noktada alına doğru yükselti yapmış, dudak hafif titremekte. Ve “İllaki” soruyor :

“Anne, ama babam gelmeyecek mi?”
Ya da
“karnım acıktı benim!”

Bu cümleler aslında hiç de içerdikleri kelimeler silsilesinin işaret ettiği anlamları içermiyor.
Her cümle birbirinden faklı olsa da hep aynı anlama geliyor: “Anne benimle ilgilen !”

Konken kağıtlarını tutan el, ya da kırmızı ojelerin sabırla sürüldüğü parmakların sahibi ya “nerden de çıktı bu velet şimdi. Ne güzel dalıp gitmiştik kağıtlara,” bakışıyla,
ya da
“doğurduysak doğurduk- e ne olmuş yani, göbek bağımızı doğumda kesmemişler miydi?” kaş kaldırışıyla,
ya da
“ne yapayım her senaryoda bir vamp ve adi kadın vardır, bu fimde de bu görev bana düştü, kahretsin ki Filiz Akın gibi bir masum suratım yok!”
göz süzüşüyle İllaki’ye dönerdi- nihayet.

Konuşmaktan çok tıslamak olarak tanımlanabilecek bir eylemle

“Ocakta yemek var, git ye,”

Ya da

“Baban olacak o herif evin yolunu unutalı çok oldu,” türü verilmemesi verilmesine yeğ cevaplar verirdi…

Bizler çok üzülürdük.

Zannettik ki konken kötü bir şeydir. Konken oynayan anneler çocuklarını ihmal eder..

Yok tabi öyle bir şey. En azından yukarıdaki önermenin parçalarından biri değişmez değil.

Parçalar ve çözümlemeleri:
İlgi hırsızı: Konken
İlgi vermesi gereken:Anneler
İlgi bekleyen: Çocuklar

Aslında yukarıdaki parçalardan hiçbiri sabit değil.
Gelin önermeyi baştan ele alalım.

İlgi hırsızı: Bilgisayar
İlgi vermesi gereken Anne (veya baba)
İlgi bekleyen: Çocuk

İlgi hırsızı: Bilgisayar
İlgi vermesi gereken :Koca
İlgi bekleyen: Karı (bu son iki parça yer değiştirebilir)

--
Ben iyi bir anne miyim?
Bilmiyorum.

Tüm bunlar, yazının başından beri anlattıklarım ama, az önce elimi kafama attığımda bir film şeridi hızıyla gözlerimin önünden geçti. Çünkü elime çarpan bir taçtı. Her şeyden öte bir çocuk tacı, daha da kötüsü süslü bir prenses tacı…

Aman allahım korkunç.
Teybi hızla başa sardım.
Acaba Nehir’in deyimiyle “annnnnaannnnnnuuuuuuu”dan gelen içi çikolatalar sakızlar ve şekerlemeler dolu kargoyu getiren adama kapıyı açtığımda kafamda ne vardı?

Eğer kafamda prenses tacı vardıysa bunun avuntusu kafamdaki tacın boynuz ve kulak takılı taç olmamış olması olabilir miydi?

Gibi gibi gibi.

Önümdeki masa bir bilgisayar masası, konken değil. Ellerimde kırmızı ojeler yok. Çünkü bilen bilir kırmızı ojeler sudan nefret eder. VE hatta kırmızı ojeler bir nevi statü sembolü gibidir. Ve yine bilen bilir ki bir 2,5’luğun annesi parmaklarını tuşlara basmadığı zamanlarda mutlaka ama mutlaka suya basar. Hele ki evlat tuvalet eğitimini yeni alıyorsa…
Ayrıca kabartılmış saçlı sarışınlarla da çevrili değilim. VE şükürler olsun ki son senelerde ağzımdan çıkardığım tek “duman” olsa olsa soğuk havalarda kedi – köpek, çocuk bebek herkesin ağzından çıkan türde bir dumandır (su buharı diyelim).

Fakat yine de hayatımda bir “İllaki” var ki (hayatım boyunca illakim olsun) ben klavyenin tuşları ile yakın temasa geçtiğimde gelip gelip ellerime bir şeyler tutuşturuyor.
Bazen kucağımda oyuncak bebekler buluyorum, bazen kafamda prenses tacı. Bir kısmını aldığımı ya da taktığımı az çok hatırlıyorum. Bir kısmını ise itiraf etmeli ki pek değil.

VE her ne kadar yaptığım iş bir şeyler üretmek maksatlı olsa da kendimi konken masasındaki vamplar gibi hissediyorum. Elimdeki taç dile geliyor ve bilin bakalım bana ne diyor?

“Anne benimle ilgilen !”

4.5.07

"Paralel oyuna" taraf olmanın yaşı başı yoktuuuuuur.. Bu biiiir...

Öğleden sonra uykusu akşam üzerine sarkmış kızım apartman boşluğundan gelen arkadaşının sesi ile yerinden fırlıyor. “ ah – huh –ah Anne Güneşşşş!” diyor sersem sepelek.

Her akşam üzerinin senaryosu neredeyse hep aynı: Anaokulu çıkışı yorgun argın 3. kattaki evlerine doğru merdivenleri çıkan Güneş 2. kata geldiğinde açılan kapıdan neredeyse vakulanmışçasına içeri uçuyor. Bu kuvvetli vakumlamayı yapan kendisinden 2,5 yaş kadar küçük, uykudan “zönk” diye fırlamışlığın verdiği “geçici hasar”dan dolayı şiş gözlü bir kız, benim kızım.

“Bu çocuklar olmasa bu kadar görüşemezdik,” türü karşılıklı tuhaf bir itirafın tarafları olan biz annelere düşen görev ise ya onlara eşlik edip bir araya gelmek, ya da her iki çocuğu da annelerden birine teslim edip diğerini “azat” etmek.

Tüm gün beklenen şeymişcesine büyük bir istekle bir araya gelen çocukların ise rutini hep aynı: Oyuncak odasına koşmak.

Birkaç dakika burada zaman geçiren iki küçük kız mutlaka ama mutlaka ellerinde “bebekler arasından seçilmiş birer bebekle” salona zuhur ediyorlar.

Sonra yine ortalıktan yok oluyorlar. Bu kez rota başka; yatak odası.

Bir pembe biri mavi ama birbirinin aynı modelde iki ayrı küçük battaniye her birinin elinde tekrar sahnedeler.
Görevleri belli, üstelik de çok önemli. Bunu yüzlerindeki ciddi ifadeden anlayabilirsiniz. Her ikisi için de şu an hayatta en örnek alınası ve kayda değer insan anneleri belli ki…

Bu fikir çok değil 8-10 sene içinde değişecek, hatta buharlaşıp uçacak, zihinlerinde kalan tortu hayranlık değil muhtemelen küçümseme kokacak ama olsun bunun da bir tesellisi var. Eğer yaşar da görürsek, ergenlik başlangıcının üzerine konacak bir 10 -15 yıl sonrasında küçümseme tortusu "yaşam" denen "deneyimler silsilesi bezi" ile silinip tertemiz olacak. Hele bir de evlenir üzerine de çoluk çocuğa karışırlarsa tortunun yerinde “anlama” çiçekleri açacak. Anneyi anlama ve hürmet etme çiçekleri… Boy boy renk renk- meneviş meneviş hem de….

Fakat yine de tüm bu çiçekler nazlarının en çok geçtiğine emin oldukları insanla zaman zaman çatır çatır kavgalaşmalarına engel olamayacak. Neticede “aman be anne,” diyecekler, gözlerini pörtletecekler, brezilya dizilerindeki insanlar gibi hararetli hararetli ellerini kollarını sallayacaklar üzerimize üzerimize.

Fakat benim anlatacaklarım bunlar değil. Biraz geriye dönelim.

Önce bebekler seçiliyor oyuncak kutusundan,
sonra battaniyeler seçiliyor yatak odasından.
Büyük bir özenle sarıp sarmalıyorlar bebeklerini kendileri bebeklikten yeni çıkmış küçük kızlar…
Bu oyun bir yenilik onlar için, bir nevi büyüdüklerinin göstergesi. Çünkü artık aynı evcilik oyunun iki ayrı parçası durumundalar. Çok değil 3-5 ay önce durum daha farklıydı. Bir araya gelmek için çıldırır, bir araya geldiler mi de ayrı telden çalarlardı. Biri bir köşede bir bir köşede, birbirlerinden tamamen bağımsız, sanki odada bir başka çocuk yokmuşçasına – sanki sadece birbirlerine görünmez olmuşçasına oynarlardı…

O bir dönemmiş ve o tarz oyun oynamanın adı bile varmış: Paralel oyun.

Biz onların birbirinin farkında olmadığını düşünsek de meğer ziyadesiyle farkında üstüne üstlük mutluymuşlar da.

Aslında durum ne kadar da tanıdık! Bir evin iki yetişkini evin teknoloji nimetlerini paylaşmış--biri PC başında, diğeri DVD player… Bu bir paralel oyun. Elbette birbirimizin farkında üstelik bundan mutluyuz da….

Yalnız beni endişelendiren bu aşamadan sonraki aşama!
İkimizin elinde birer battaniye birinci ve “ikinci” bebeği sarıp sarmalayacağımız günler yakında mı acaba?

Sizi bilmem ama gelişimin bu aşaması için ben henüz yeterince büyümedim galiba.

2.5.07

Cep delen sümüklüböcek kurtarıcısı...


Yağmurun sokaklara saldığı sümüklüböceklerden altısını kurtardığım bir akşamüzeri.
Bunun için miyadı dolmuş bir kredi kartından faydalandım.
Henüz kazanmadığımız paraları harcama şansı tanımaktan başka yararlıkları da varmış bu kartların meğer.
Aslında daha evel, yani kızım bir buçuk yaşlarındayken bir kez daha denemiştim ben bu kartların hayatın başka yönlerindeki işlevselliğini.
Ancak filmlerden öğrenilen hilelerin yalnızca ve yalnızca kötü niyetlilere yaradığını unutmuşum- kapı açılmadı.
Açmaya çalıştığım kapı bir alış veriş sonrası torbaları içeri almaya çalışan annesini sokakta- kendisini içerde naçar bırakan kızım ile aramda kalan sokak kapısıydı.

Kapı koluna anca yetişen bir “bir nevi” bebek içerde, elindeki kredi kartı ile kapının kilidini (tabiî ki) açamayan çılgına dönmüş kadın dışarıda.
Çok zaman geçmedi, tüm apartman sökün etti. Ama daha öncesinde ben karşı komşunun kapısını çalmış- yüzümde çözümlenemeyecek bir ifade ile ekmek bıçağı istemiştim.. Kadın bir anlam veremedi elbet. Hani sapıkça bir durum. Komşudan bir fincan şeker istenir, bir iki dilim ekmek istenir de pek bıçak istenmez. Azrail gibi kapıya dayanmış bir komşu- gözleri de fır dönüyor ve “bıçak!” diyor “ ekmek bıçağını versene bana!”

Sonraki replik: “Hayrola Binnur?”
Sonraki eylem: Kapı ile doğrama arasına umutsuzca bıçak sokmak.

Bıçak da işe yaramayınca çaresiz anlarda her beşere zühur ettiğini sandığım “deli kuvveti”ne sığınıp kapıya omuz atmaya başlıyorum... Çünkü daha sonraki eylem buymuş- gayri ihtiyari oluyor. Fakat gördüm ki ne kadar çaresiz olsam da, ne kadar delirsem de bendeki kuvvet beş para etmez*

Çevremi saran kadınların yapma etme, kızı da korkutuyorsun türü laflarını hayal meyal duysam da ben kulağımı aklımda ki daha baskın sese vermişim: “Babasının gelmesine yarım saat var … yarım saat boyunca bu velet evde ne yapar. Ya gidip deterjan yerse, ya ağlamaktan katılırsa” falan filan…

Apartmanın diğer erkeklerine göre daha serbest saatlerde evde olan bir adam varmış, neden sonra kadınların bana onu dediklerini duydum. Öyle ya bir erkek delirmeden de kapı kırabilir. (Kadın olmak ne zor iş… Karnında aylarca bebek taşıyacak güce sahipsin de kapı kırmak gibi “elzem” bir işi yapacak kas gücün yok. Bu ne yaman tezat.”

Çaldım tabi kapılarını, çalmam mı?

Pek de samimiyetimiz olmayan kadıncağız kapıyı açar açmaz aynen üst komşu gibi çözemediği bir surat ifadesi ile karşılaştı. Daha da beteri karşısındaki tuhaf bakışlı kadın şöyle diyordu :”Kocan evde mi?”

Tüm bu çabalar hiçbir işe yaramadı. Genelde evde yakalanabilecek adam evde yok, bıçak sadece ekmek kesmeye, kredi kartı da ekmek almaya yarıyor..
Sonra,
Birden,
her şey durdu. Bir tıkırt sesi duyduk.
Yüzünde başarmışlığın açtırdığı güller ile kızım kapıda. Yüzüme açılan kapılardan hiçbirine bu kadar sevindiğimi hatırlamıyorum …
Bir aydır görüşmüyormuşuz gibi kucaklaştık. Kadınlarda sevinç nidaları…. Komşu ne kadar da önemli şeymiş (o anda pek işe yaramasalar da)

İçeri girdiğimde gördüklerim ise duyguları şaha kalkmış bir anne için dramatize edilecek detaylardı. Bir şeyler yapabilme arayışı içindeki miniğim bir o odaya bir bu odaya koşmuş, yere yakın elektrik düğmelerimizden odaların ışıklarını (ki hava karanlık değildi) açıp eşyalar aramış. NEticede kapı koluna uzanabilmek adına kapı önüne bir çıtçıtlı body, bir oyuncak bir de oyuncak mama tabağı yığmış kendince.
Ah ah çaresizlik.
Minnacık bir bebeğe bile çare aratıyor. Ve hatta parmak ucuna kalkıp kapı açmayı öğretiyor.
VElhasıl dostlar, aman ihtiyacınız olmasın - temennim hiç değil-- ama bir gün ihtiyacınız olursa kredi kartları bu anlamda güvenilecek şeyler değil.... Siz en iyisi onları yağmurlu günlere saklayın.


--
*(bu laf seneler evel ağabeymle beraber yazdığmız bir şiiri hatırlattı bana. O günlerdeki hayat görüşümüzü yansıtan aptal bir şiir ama her nedense ezberimden silinmek bilmiyor)
Beş para etmez
Keki bile kesemez
Kardeşini dövemez
Karıncayı ezemez
Beş para etmez


http://disha82.sulekha.com/content/blogs/img/woman_crying_1.jpg