26.11.08

Nehir'in Gagalı Bebeği...


Ortalıkta karnı burnunda dolaşıyordu bugün Nehir. Bluzunun içine Irmak'ı sokmuş. Irmak Nehir'in ördeği. Neden orada taşıdığı sorulduğunda ise "içerde süt içiyor," cevabını veriyormuş. Komik geldi bana, geleceğe not düşeyim dedim.

24.11.08

Sessizlik

Okulun en güzel köşesine kaçtım. Kapıyı açtığımda beni karşılayan şey sadece eski kitaplara has sararmış yaprak ve solmuş mürekkep kokusu. Burası kütüphane. Kitaplar kendi kendilerini okuyorlar, tek başınalar. Gece karanlığında düşünceleri ile başbaşa kalmış insanlar gibi tıpkı.

Ancak gecenin huzursuz kafalara ettiği eziyet bir başkadır. Mezarların karanlığını mı yoksa ölenin tek başınalığını mı çağrıştırdığından belirsiz, gece ölüme benzer. Ve bir de rüyalar vardır, Shakespeare'e göre cennetimiz, ya da cehennemimiz. Korktuğumuz ölmek değil, muhtemel ki hissedeceklerimiz....


Ama şimdi çok uzaktayım bunlardan. Kitaplar birbirlerine başlarını yaslamışlar dört duvarda durmaktalar. Sessizlik güzel...

20.11.08

Yeter ki üzülmeyeyim...


Yukarıdayım. Evin içinde korkunç bir düşüş sesi yankılanıyor. Nefesimi tutup bekliyorum. Kısa bir an içinde çığlığı basıyor. Düşmüş.

Koşup kucağıma alıyorum.

Çok mu kötü düştün diye soruyorum.Çok üzgünüm, anlıyor.

"Hayır anneciğim çok iyi düştüm," diyor.

bilgisayarda özür dileme tuşu


bilgisayarın önünde bir şeyler yazıyorum. araya nehir giriyor. klavyede x'e basıyor. bana kızmıs. bu onun dilinde bir şeye çizik atmak, onu bir nevi hayatından çıkarmak demek. sonra ettiği nazın fazla ileri gitmis bir naz oldugunu düsünüyor ki, sil tusuna basıp x'i siliyor. ve "bilgisayarda özür diledim," diyor.

Nehir'e göre silmek, yaptığını geri almak- özür dilemek demek.

Keşke gerçek hayatta da özür dileyince tüm yapılanlar ortadan kalksa. Hiç yapılmamış gibi olsa. Hani bir şarkı da olduğu gibi "bir hata yapınca geri sarılsa"...

12.11.08

dört sene evvel bugün....


4 sene evvel bugun, sabah herkesten önce kalktım. Aynanın karşısına geçip gözüme sürmeler çektim. Yanaklarımı mat, dudaklarımı canlı kırmızılara boyayıp saçlarımı dışa dışa şekillendirdim. Saçım başım tamam olunca yerlere kadar uzanan batik bir elbise geçirdim üzerime. Ardından kısa belli ve zımbalı bir deri ceket.

Herşey tamamdı, artık seni doğurabilirdim.


Hastaneye girdiğimizde tüm gözler dönüp bize baktı. Zira senin tuhaf anan doğurmaya değil de partiye gider gibi durmaktaydı. Odamız hazır değilmiş, öncekiler vaktinde mi terkedememiş, süpriz bir doğum mu meydana gelmiş, hemşireler geveledi bir şeyler. Koydular babanla beni bir ara durak odasına.


Ben kendimden ziyade doğum sonrası atılacak mesajların derdine düştüm. Yazdık sen doğmadan "Nehir bebek dünyaya geldi, hepimiz iyiyiz. Binnur -Ertunç- Nehir" diye. Mesaj henüz beklemedeydi, derken hemşirenin biri geldi, "Sizi yukarı çıkaracağız," dedi.

Sandım ki beni odama yerleştirecekler, kuzu kuzu giydim ameliyat kıyafetini. İnsan zaman zaman çok saf olabiliyor, senin anan gibi "nasıl olsa ardımdan o da geliyor," diye evladının babasını öpmeden (ve dahi günler evelinden planlanmış bir şekilde vedalaşmadan) asansöre koşturabiliyor. Asansöre binip yüzümü kapıya döndüm bir de ne göreyim, kalmışım hemşirelerle başbaşa. Baban farketmiş alıklığımı, ses etmemiş- eh iyi de etmiş. Benden sonra gelen kadınlar meğer kocalarının boyunlarına atılıp atılıp pek göz yaşı dökmüş.


Sonra?

Sonrası ameliyathane. Sakin bir başlangıç, belime taktıkları iğneyi hissetmedim bile. Ancak oradan verdikleri sıvı her neyse insana sırtında soğuk-ılık sular akıyor hissi veriyor. Masaya su mu döküldü diye sormaktan başka bir çıkıntılığım oldu desem yalan olur. Bana demişlerdi ki doğum esnasında ne dilersen olur. Damarlarımdan akıttıkları tüm o muhteşem ilaçlar eşliğinde huzura erip bin bir dilek diledim kızım seni dünyaya getirirken ben. Eğer dedikleri doğruysa harika bir hayatın olacak, bil!


Çok güzel dakikalardı, eşsizdiler hatta. hayatımda bir benzerini daha tatmadım hisler...

12 Kasım 2004'de saat 10:00 olduğunda karnımdaki 8. ve son kesiği atarak dünyaya açılan kapını tam olarak araladı doktorlar. İlk anda sesini duydum: gür, sonra ayağını gördüm: upuzun. Seninle ilgili ilk düşüncem kızım, şudur: "Aman Tanrım ne kadar büyük ayağı var!"


Aslında büyük olan ayağın değilmiş de zayıf olan bileğinmiş meğer. Sonradan farkettim ki benim 52 cm2e 3.650 kg'lik kızım aslında bir minik kedi yavrusu kadar.


İşte kedişim, ilk anlar böyle özetlenebilir. Fakat ilk haftayı özetlemek gerekirse doğum sonrası depresyonunun kollarında perişan bir anne, bebeğinin üzerine titreyen bir baba ve elbette bebeğin özverili Nikol teyzesi unutulmamalıdır.


Uzun zamandır yazmıyordum. Neye, kime diye düşünüyordum. Sonunda cevabı buldum. Zamana ve unutmaya karşı, sana ve senin için kızım (ve elbette kendim için de)