Şimdinin, betonlar arasında yeşermeye çalışan çocukları, acıkavun nedir biliyor mudur acaba?
İsmen değil de cismen bilmek ama…
Hani tüylü eliptik meyvesinin az biraz sıkıştırmayla patladığını bilmek ya da. (Ve) patladı mı ucundan fışkıran acı suyundan ağzı gözü kollamak gerektiğine dair başkaca detayları bilmek kastettiğim. Bilmek derken cismen bilmek, kurur kuruya ismen bilmekten ziyade. Dokunmuş olmak bir şeye, ya da zamanın bir kıyısında o şeyin senin hayatına dokunmuş olması bir şekilde, peşinde olduğum…
Zira çok da matah bir şey değildir acı kavun… Farkeder mi ? Kimilerince çöplük bitkisi diye adlandırılacak kadar mütevazi bu bitkiyi eşsizleştiren başka başka faktörler var şüphesiz.
Ona ait detaylar henüz yamaçlarına beton dökülmemiş çocukluğuma ait detaylar. Kİ o zamanlar, aslında nazsız –tuzsuz ve kimilerine göre arsız olan acı kavunların, şehir denen beton ormanında (insanlara rağmen) insanlardan hala kendilerine yer bulabildikleri zamanlar…
Sonra “yeni zamanlar” kronolojideki sıralarını talep ediyorlar artık eskimiş zamanlardan.
Ve betonların da daldan, yapraktan, çimden, çiçekten talebi var elbet.
Gerilimin o hoş tadı heybenizde, mahalle çocukları ile bir gün önce oynadığınız acı kavun savaşı ertesi gün maziden bir parça artık. Bir inşaat şirketi gelmiş- daldırmış kepçeyi yamaca, temel çukuru açıyor. Üstelik hayatınızdaki tüm tuhaf gelişmelerin vuku bulduğu ve bulacağı bir zaman diliminde: henüz siz uyurken! Ve/veya - Sen uyurken- Ben uyurken- Biz uyurken!
Uyumak, işte bu yüzden güzel,
ama işte tam da bu yüzden çirkin….
Hani o eşsiz parçasında dediği gibi John Lennon’un : “Yaşamak, gözlerin kapalıyken (çok) kolay!”
Görmeden çevreni sarmalayan nasırlı kalpleri, rahatsız edici değişimleri!
Çünkü,
Kepçe ile beraber gidenler yalnızca acı kavunlar değildi.
Gelincikler de çekildi, henüz kökleri sökülmeden koca makineyle, korkudan döküldüler muhtemelen. Sonra arapsaçları vardı, hani komşu teyzenin biz çocuklara toplayalım diye para verdiği bir keresinde. Ve papatyalar beyaz beyaz, alelade kır çiçekleri rengarenk, ve içlerinden belki bir tanesi 4 yapraklı çıkacak kadar çok yonca….
Hepsi gittiler. Elbette temsilen “bir gecede”. Aslında tüm çocukluğuma yayılarak ve yerlerinde önce su basması denen su dolu çukurlar sonra da koca koca binalar bırakarak gittiler.
Zaman geldi dedik ki birbirimize, “bu mahallede içine taş atmadık temel çukurumuz yok!”
Tanık olduk tüm betonların doğumuna – büyümesine ve tanık olduk tüm yeşilin ölmesine….
Belki de bü yüzden üniversite yıllarında en büyülü şarkı ismi niyetine “Strawberry Fields Forever!” diye yazdık defterlerimizin üzerine.
Yoktu yamaçlarımızda çilekler belki ama, vardı işte birilerinin çocukluk anılarının bir köşesinde.
Diyordu ki John, çocukluk anılarına atfen ve gerçek hayatın gerçekliğinden yorulmuş bir yetişkin olarak: çilek tarlalarına gidiyorum, (orada) hiçbirşey gerçek değil….
Ve diyordu ki, gerçek hayatdan dili yanmış bir şekilde: kimse ağacımda değil, kimseyle aynı frekansı tutturamıyorum.. Ve ekliyordu neticede: bu pek de farketmez (aslında)…
Nerden nereye…
Dolanıp duruyor aklımın müzikden sorumlu hücrelerinde işte bu şarkı son zamanlarda. Çünkü birkaç cabbar çilek fidesi bahçemde boyvermekte…
Gün be gün gözümle severek büyütüyorum onları…Öyle gerçek dışılar, öyle gerçek dışılar ki sormayın.
Yoktu bizim yamaçlarımızda çilekler elbet. Tadı acı, anısı tatlı acı kavunlar, çeşit çeşit çiçek ve yemeğe dönüşebilecek otlar sadece, alabildiğine yayılmış yeşillikler üzerinde…
Ama çilek öyle bir bitki ki yanılsama yaratıyor insanda. Gerçekdışılığın sınırları hayallerle öpüşüyor bir bakmışssınız. Ve sanıyorsunuz ki o çocukluk bu çocukluk, seninki – benim ki hepimizin ki aynı, ve bir gün bir şekilde senle de oynadım onla da, bunla da zamanın bir köşesinde…
Şimdi ise kim gerçekten ağacımda bilmiyorum, ama bu pek de farketmez aslında…. Bahçedekileri bilmem ama düşüncelerimde çilek tarlaları uzanmakta sonsuza….
İsmen değil de cismen bilmek ama…
Hani tüylü eliptik meyvesinin az biraz sıkıştırmayla patladığını bilmek ya da. (Ve) patladı mı ucundan fışkıran acı suyundan ağzı gözü kollamak gerektiğine dair başkaca detayları bilmek kastettiğim. Bilmek derken cismen bilmek, kurur kuruya ismen bilmekten ziyade. Dokunmuş olmak bir şeye, ya da zamanın bir kıyısında o şeyin senin hayatına dokunmuş olması bir şekilde, peşinde olduğum…
Zira çok da matah bir şey değildir acı kavun… Farkeder mi ? Kimilerince çöplük bitkisi diye adlandırılacak kadar mütevazi bu bitkiyi eşsizleştiren başka başka faktörler var şüphesiz.
Ona ait detaylar henüz yamaçlarına beton dökülmemiş çocukluğuma ait detaylar. Kİ o zamanlar, aslında nazsız –tuzsuz ve kimilerine göre arsız olan acı kavunların, şehir denen beton ormanında (insanlara rağmen) insanlardan hala kendilerine yer bulabildikleri zamanlar…
Sonra “yeni zamanlar” kronolojideki sıralarını talep ediyorlar artık eskimiş zamanlardan.
Ve betonların da daldan, yapraktan, çimden, çiçekten talebi var elbet.
Gerilimin o hoş tadı heybenizde, mahalle çocukları ile bir gün önce oynadığınız acı kavun savaşı ertesi gün maziden bir parça artık. Bir inşaat şirketi gelmiş- daldırmış kepçeyi yamaca, temel çukuru açıyor. Üstelik hayatınızdaki tüm tuhaf gelişmelerin vuku bulduğu ve bulacağı bir zaman diliminde: henüz siz uyurken! Ve/veya - Sen uyurken- Ben uyurken- Biz uyurken!
Uyumak, işte bu yüzden güzel,
ama işte tam da bu yüzden çirkin….
Hani o eşsiz parçasında dediği gibi John Lennon’un : “Yaşamak, gözlerin kapalıyken (çok) kolay!”
Görmeden çevreni sarmalayan nasırlı kalpleri, rahatsız edici değişimleri!
Çünkü,
Kepçe ile beraber gidenler yalnızca acı kavunlar değildi.
Gelincikler de çekildi, henüz kökleri sökülmeden koca makineyle, korkudan döküldüler muhtemelen. Sonra arapsaçları vardı, hani komşu teyzenin biz çocuklara toplayalım diye para verdiği bir keresinde. Ve papatyalar beyaz beyaz, alelade kır çiçekleri rengarenk, ve içlerinden belki bir tanesi 4 yapraklı çıkacak kadar çok yonca….
Hepsi gittiler. Elbette temsilen “bir gecede”. Aslında tüm çocukluğuma yayılarak ve yerlerinde önce su basması denen su dolu çukurlar sonra da koca koca binalar bırakarak gittiler.
Zaman geldi dedik ki birbirimize, “bu mahallede içine taş atmadık temel çukurumuz yok!”
Tanık olduk tüm betonların doğumuna – büyümesine ve tanık olduk tüm yeşilin ölmesine….
Belki de bü yüzden üniversite yıllarında en büyülü şarkı ismi niyetine “Strawberry Fields Forever!” diye yazdık defterlerimizin üzerine.
Yoktu yamaçlarımızda çilekler belki ama, vardı işte birilerinin çocukluk anılarının bir köşesinde.
Diyordu ki John, çocukluk anılarına atfen ve gerçek hayatın gerçekliğinden yorulmuş bir yetişkin olarak: çilek tarlalarına gidiyorum, (orada) hiçbirşey gerçek değil….
Ve diyordu ki, gerçek hayatdan dili yanmış bir şekilde: kimse ağacımda değil, kimseyle aynı frekansı tutturamıyorum.. Ve ekliyordu neticede: bu pek de farketmez (aslında)…
Nerden nereye…
Dolanıp duruyor aklımın müzikden sorumlu hücrelerinde işte bu şarkı son zamanlarda. Çünkü birkaç cabbar çilek fidesi bahçemde boyvermekte…
Gün be gün gözümle severek büyütüyorum onları…Öyle gerçek dışılar, öyle gerçek dışılar ki sormayın.
Yoktu bizim yamaçlarımızda çilekler elbet. Tadı acı, anısı tatlı acı kavunlar, çeşit çeşit çiçek ve yemeğe dönüşebilecek otlar sadece, alabildiğine yayılmış yeşillikler üzerinde…
Ama çilek öyle bir bitki ki yanılsama yaratıyor insanda. Gerçekdışılığın sınırları hayallerle öpüşüyor bir bakmışssınız. Ve sanıyorsunuz ki o çocukluk bu çocukluk, seninki – benim ki hepimizin ki aynı, ve bir gün bir şekilde senle de oynadım onla da, bunla da zamanın bir köşesinde…
Şimdi ise kim gerçekten ağacımda bilmiyorum, ama bu pek de farketmez aslında…. Bahçedekileri bilmem ama düşüncelerimde çilek tarlaları uzanmakta sonsuza….
1 comment:
nefis.
Post a Comment