Hayal ettiği kadar gezemeyen insanların gönlünce gezen insanlara karşı beslediği çeşitli duygular vardır. Ruhunuzun iyilik– kötülük göstergesinde ibrenin bugün hangi tarafta durduğuna bağlı olarak bu duyguların adını siz koyun. GIPTA, KISKANÇLIK, İMRENME, FESATLIK, HAYRANLIK, HASETLİK.
Herneyse….
Duygularınız ne olursa olsun teselliniz Anselmus’un sözleri olsun.
“İnsana özgü hiçbir şey bana yabancı değil…”
Sözün özü yukarıdaki duyguların her bir tanesini hayatımın çeşitli evrelerinde ve günlerinde söz konusu gezginlere karşı besledim, ama kendimi affettim Gelecek günler için hayal topraklarıma umut tohumları ektim- beklemekteyim..
İşin bu kısmı ile sorunumu çözdüm ama muhtemelen tek geliş bileti ile vasıl olduğumuz şu gözünü sevdiğimin dünyasını daha çok göresim ve hakkında daha çok yorum yapasım var. Bir de bu “göresim ve yapasım” duygularını müteakip gayri ihtiyari bir gerilimim….
Oturduğum yerden Platon’un mağarası* misali görebildiğim (gerçekliğinden şüpheli) ne kadarsa o kadar şeyi görüp yorumlayarak uçsuz bucaksız siyahlıktaki büyük mavi bilyenin üzerinde dönenleri, olan bitenleri, sakinlerinin (yoksa tepişip duranlarının mı demeli) ürettiklerini kavramaya çalışmakla meşgulüm. Tüm bunları anlamak ve yorumlamak neyime yarayacak pek bilmesem de içimdeki ses “bunun nedeni var oluşuna anlam kazandırma çabası,” diyor.
VE dışımdaki ses de “ben bilmem var oluşuma anlam kazandırmak manlam kazandırmak gibi alengirli lafları, bana göre geldin madem şu mavi topa- onu avucunda yuvarla, alabildiğine oyna onunla ve keşfet, tadını çıkar doya doya,” diyor.
Fakat görünen o ki şimdilik ben o mavi bilye ile değil de o mavi bilye benle oynuyor, hoplatıp- zıplatıp- çabalatıp çabalatıp yine de yerinde saydırıyor. Sol – sağ- sol sağ- sol sağ (üstelik iktidar hangisinde olsa da yine de aynı şekilde aynı vasatlıkla…)
Velhasıl gezemeyen ama yazabilen bir çok insanın akşamları malzeme arayışı içinde ya Tv başında ya da Pc başında geçiyor.
Kader bana bunlardan birincisinin eğitimini almak, ikincisinin ise eğitmenliğini yapmak gibi bir rol biçtiği için son yıllarda daha çok yörüngesinde olduğum nesne elbette ki Pc’ler…
Birinci nesneyi dışlamak için tüm bu laf kalabalığından öte çok sağlam nedenlerim var aslında. Bu nedenlerin arasında biz aval aval bakarken milyarları götüren yarışmacıların samimiyetine inanmamam, dizi dizi dizilmiş dizilerin zaten gerçek olmadığını ve yine birilerinin cebini daha çok doldurmak adına sakız gibi uzatıldığını düşünmem, ülkenin ezici çoğunluğu meteliğe kurşun atarken haspel kader bir yerlere gelmiş kimilerinin bir ayda 45 öğretmenin hayatından koca bir ay vererek aldıkları maaşa bedel maaşlar aldığını ve bunları kesinlikle hak etmediklerini düşünmem, ayağımdaki ayakkabı bir asgari ücret bedelinde diye gerim gerim gerilirken paçalarından duyarsızlık akan insanları beyaz cam ötesinden dahi evime sokmak istememem gibi nedenler var. Ha bir de şehit cenazeleri, ve bir de çocuk tacizleri…..
Eşimin evde olmadığı geceler televizyon işte tüm bu nedenlerden dolayı beyaz değil siyah ekran bizim evimizde. Ve bu siyah son derece huzur verici bir siyah… Gönül rahatlığıyla tavsiye ederim.
Yine de kabul etmek lazım ki akşamları ekranı siyahtan beyaza dönüştüren ben olmasam da ona hiç bakmıyor da değilim. Kimileri buna optik kayma da diyebilir. Hani sokakta yanından geçen güzele ister istemez bakan erkeklere bilim adamlarının sunduğu bilimsel bahane alternatifi....
Bahanem ne olursa olsun ve hangi sıklıkla bakıyor olursam olayım gerçekten de televizyonun bir “yazan” için zengin bir malzeme kaynağı olduğunu düşünüyorum. Beni ben yapan görüşler silsilem içinden o gün hangisi baskın çıkmışa gözlerimde o görüşün gözlükleri ile malzeme ayıklarken buluyorum kendimi.
En çok malzeme toplayan gözlüklerimden biri de feminizm gözlüğüm…. Bu gözlük gözümdeyken ekrana bakmak gerçekten çok acı verici. Ülke gerçeği budur diyerek yabancı dile çevrilemez bir kelime olan “namus” eksenli dizilerle genç kızlara dokunulmamışlıkları bir şekilde dokunulmuşluğa dönüştüğünde ölmeyi, erkeklere ise bu durumlarda terk etmeyi öğreten hikâyeleri sevmek söz konusu bile değil. Daha da fenası, erkek aşkına yenik düşüp kızı bir şekilde affedecek gibi olsa da yönetmenin kızı bir türlü affedememesi ve ona son kostüm olarak kefen giydirmeden içinin rahat etmemesi…
Dizileri geçelim, reklâmlara gelelim diyeceğim ama onlar da “al birini vur ötekine” deyişini onaylar bir hava içinde oldukları için pek de iç açıcı değiller.
Tatlı rafı önünde kocalarının kendilerinden beden şekli bağlamında taleplerini dile getirip ağızlarının suyu aka aka kalori hesabı yapan kadınlar mı daha iğrenç, yoksa beni şu kadarcık olsun sevmiyor musun diyerek parmağının ucunda hayali bir tek taş yüzüğü canlandıran kadınlar mı hiç bilemiyorum…
Velhasıl üniversitede bir hocamızın dediği lafı hatırlamadan emiyorum.
“Televizyon ortalama 13 yaş civarı zekâların anlayabileceği verilerle hazırlanır…”
Ve ne yazık ki o yaş insanların kendilerine ya da sevgilerine kıymetli taşlarla bedel biçmemeleri, cinsel tercihlerine göre yargılanmamaları, kimi deneyimlerin başkalarına kendisini aşağılama hakkı tanımadığını anlayacakları- düşünüp bu tür sonuçlara varamayacakları bir yaş gibi gözüküyor…
PLATONUN MAĞARASI:
Platon'a göre, insanlar bir mağaranın içinde yaşarlar ve yüzleri mağara girişinin karşısında bulunan duvara dönük olduğu için sadece ve sadece buraya düşen gölgeleri görebilirler.
Herneyse….
Duygularınız ne olursa olsun teselliniz Anselmus’un sözleri olsun.
“İnsana özgü hiçbir şey bana yabancı değil…”
Sözün özü yukarıdaki duyguların her bir tanesini hayatımın çeşitli evrelerinde ve günlerinde söz konusu gezginlere karşı besledim, ama kendimi affettim Gelecek günler için hayal topraklarıma umut tohumları ektim- beklemekteyim..
İşin bu kısmı ile sorunumu çözdüm ama muhtemelen tek geliş bileti ile vasıl olduğumuz şu gözünü sevdiğimin dünyasını daha çok göresim ve hakkında daha çok yorum yapasım var. Bir de bu “göresim ve yapasım” duygularını müteakip gayri ihtiyari bir gerilimim….
Oturduğum yerden Platon’un mağarası* misali görebildiğim (gerçekliğinden şüpheli) ne kadarsa o kadar şeyi görüp yorumlayarak uçsuz bucaksız siyahlıktaki büyük mavi bilyenin üzerinde dönenleri, olan bitenleri, sakinlerinin (yoksa tepişip duranlarının mı demeli) ürettiklerini kavramaya çalışmakla meşgulüm. Tüm bunları anlamak ve yorumlamak neyime yarayacak pek bilmesem de içimdeki ses “bunun nedeni var oluşuna anlam kazandırma çabası,” diyor.
VE dışımdaki ses de “ben bilmem var oluşuma anlam kazandırmak manlam kazandırmak gibi alengirli lafları, bana göre geldin madem şu mavi topa- onu avucunda yuvarla, alabildiğine oyna onunla ve keşfet, tadını çıkar doya doya,” diyor.
Fakat görünen o ki şimdilik ben o mavi bilye ile değil de o mavi bilye benle oynuyor, hoplatıp- zıplatıp- çabalatıp çabalatıp yine de yerinde saydırıyor. Sol – sağ- sol sağ- sol sağ (üstelik iktidar hangisinde olsa da yine de aynı şekilde aynı vasatlıkla…)
Velhasıl gezemeyen ama yazabilen bir çok insanın akşamları malzeme arayışı içinde ya Tv başında ya da Pc başında geçiyor.
Kader bana bunlardan birincisinin eğitimini almak, ikincisinin ise eğitmenliğini yapmak gibi bir rol biçtiği için son yıllarda daha çok yörüngesinde olduğum nesne elbette ki Pc’ler…
Birinci nesneyi dışlamak için tüm bu laf kalabalığından öte çok sağlam nedenlerim var aslında. Bu nedenlerin arasında biz aval aval bakarken milyarları götüren yarışmacıların samimiyetine inanmamam, dizi dizi dizilmiş dizilerin zaten gerçek olmadığını ve yine birilerinin cebini daha çok doldurmak adına sakız gibi uzatıldığını düşünmem, ülkenin ezici çoğunluğu meteliğe kurşun atarken haspel kader bir yerlere gelmiş kimilerinin bir ayda 45 öğretmenin hayatından koca bir ay vererek aldıkları maaşa bedel maaşlar aldığını ve bunları kesinlikle hak etmediklerini düşünmem, ayağımdaki ayakkabı bir asgari ücret bedelinde diye gerim gerim gerilirken paçalarından duyarsızlık akan insanları beyaz cam ötesinden dahi evime sokmak istememem gibi nedenler var. Ha bir de şehit cenazeleri, ve bir de çocuk tacizleri…..
Eşimin evde olmadığı geceler televizyon işte tüm bu nedenlerden dolayı beyaz değil siyah ekran bizim evimizde. Ve bu siyah son derece huzur verici bir siyah… Gönül rahatlığıyla tavsiye ederim.
Yine de kabul etmek lazım ki akşamları ekranı siyahtan beyaza dönüştüren ben olmasam da ona hiç bakmıyor da değilim. Kimileri buna optik kayma da diyebilir. Hani sokakta yanından geçen güzele ister istemez bakan erkeklere bilim adamlarının sunduğu bilimsel bahane alternatifi....
Bahanem ne olursa olsun ve hangi sıklıkla bakıyor olursam olayım gerçekten de televizyonun bir “yazan” için zengin bir malzeme kaynağı olduğunu düşünüyorum. Beni ben yapan görüşler silsilem içinden o gün hangisi baskın çıkmışa gözlerimde o görüşün gözlükleri ile malzeme ayıklarken buluyorum kendimi.
En çok malzeme toplayan gözlüklerimden biri de feminizm gözlüğüm…. Bu gözlük gözümdeyken ekrana bakmak gerçekten çok acı verici. Ülke gerçeği budur diyerek yabancı dile çevrilemez bir kelime olan “namus” eksenli dizilerle genç kızlara dokunulmamışlıkları bir şekilde dokunulmuşluğa dönüştüğünde ölmeyi, erkeklere ise bu durumlarda terk etmeyi öğreten hikâyeleri sevmek söz konusu bile değil. Daha da fenası, erkek aşkına yenik düşüp kızı bir şekilde affedecek gibi olsa da yönetmenin kızı bir türlü affedememesi ve ona son kostüm olarak kefen giydirmeden içinin rahat etmemesi…
Dizileri geçelim, reklâmlara gelelim diyeceğim ama onlar da “al birini vur ötekine” deyişini onaylar bir hava içinde oldukları için pek de iç açıcı değiller.
Tatlı rafı önünde kocalarının kendilerinden beden şekli bağlamında taleplerini dile getirip ağızlarının suyu aka aka kalori hesabı yapan kadınlar mı daha iğrenç, yoksa beni şu kadarcık olsun sevmiyor musun diyerek parmağının ucunda hayali bir tek taş yüzüğü canlandıran kadınlar mı hiç bilemiyorum…
Velhasıl üniversitede bir hocamızın dediği lafı hatırlamadan emiyorum.
“Televizyon ortalama 13 yaş civarı zekâların anlayabileceği verilerle hazırlanır…”
Ve ne yazık ki o yaş insanların kendilerine ya da sevgilerine kıymetli taşlarla bedel biçmemeleri, cinsel tercihlerine göre yargılanmamaları, kimi deneyimlerin başkalarına kendisini aşağılama hakkı tanımadığını anlayacakları- düşünüp bu tür sonuçlara varamayacakları bir yaş gibi gözüküyor…
PLATONUN MAĞARASI:
Platon'a göre, insanlar bir mağaranın içinde yaşarlar ve yüzleri mağara girişinin karşısında bulunan duvara dönük olduğu için sadece ve sadece buraya düşen gölgeleri görebilirler.
Duyumlarımız yoluyla varlığından haberdar olduğumuz bu görünümler, gerçek değil, gerçeğin iyiden iyiye bozulmuş gölgeleridir.
Gerçeği görmek isteyen bir kimsenin, akıl yoluyla duyusal zincirlerden kurtularak başını mağaranın girişine çevirmesi ve orada geçit töreni yapmakta olan ideaları, yani görüntülerin oluşumunu sağlayan gerçek biçimleri seyretmesi gerekir.
Bu nedenle bu alemde duyumsadığımız varlıklar birer gölgedir ve asıl var olan şeyler, bu gölgeler ve bu yanılsamalar değil, onların ardındaki ölümsüz idealardır.
Mesela bir at ne kadar olağanüstü olursa olsun, zamanla bozulur ve kaybolur; oysa at ideası ezelî ve ebedîdir, değişmez.
bilgi alıntı:kimkimdir.com
2 comments:
Bence bazen tv'lere cok haksizlik ediyoruz. Plansiz programsiz ve kontrolsuz yapian hersey kotudur insanlar icin. Ve tv'de bu duruma en kolay gelen alet. Yoksa iradeli ve akillica kullanimla gayet fonksiyonel olabilir, olmaz mi?
O da olur gizem'cim.
Mesela zaman zaman muhtesem belgesellere denk geliyorum. Ya da kimi dizilere dönem dönem ben de taklıyorum durust olmak gerekisrse. Ama sanırım 2-3 diziden sonra adagılıyorum artık.
Hic acmadıgımı soylersem yalan soylemis olurum.
Post a Comment