“Neden Jethro Tull t-shirtini giymedin?” diye soruyor Ertunç.
“Kirliydi,” diyorum.
“Heyecanlı mısın?” diye soruyor bir de…
Heyecanlıy(d)ım tabi.
Hayatımın yarısına bir çeşit fon müzik gibi, alttan alta yerleşmiş bir gruptan, aslında sembolden bahsediyoruz.
Gençliğimin sembolü, hayatımın baharını hatırlatan bir isim: Jethro Tull…
Çabucak bir hesap yapıyorum. 37 yıl ve bir de sahibi tarafından kaale alınmayan bir adet buçuk var ortada. Tüm bu kadar zaman ben doğalı beri geçmiş. Bunun yarısından üç fazlası, koskoca bir 19 yıl ise onların eşliğinde.
İlk kasetlerini aldığım günü hatırlıyorum; Thick as a Brick.
1989’un Mayıs ya da Haziran’ı.. Üzerinde bir gazete sayfası resmi var kapağın. Eve gidip çabuk hareketlerle teybe takıyorum kasedi. Bir şarkı başlıyor, bitimsiz- inişli çıkışlı bir şey. Kasedin bir yüzü bir şarkı, çeviriyorum arkasını bir şarkı. Bildiğim kaset süresi ne ise o kadar ama, hepi topu iki şarkı işte.
Hani hayat gibi, kesintisiz ve bir yükseklerde, bir alçaklarda.
Sanki kücük öykülerle yetinmeyip roman yazmış adamlar müzikle.
Sonrası,
sonrası hep anlattığım hikaye.
Ben doğmadan evel başlamışlar müzik kariyerlerine. Bende bir telaş! Dar öğrenci bütçemle tüm kasetlerini toplamaya çalışıyorum grubun.
1968 yılında, sanki kendilerine “yan flüt ile progresif rock bu mudur” diye sorulmuşçasına “This was” (Buydu) albümü ile atılıyorlar dünya müzik arenasına.
Ertesi sene s”Stand up”- Kalk ayağa diyorlar henüz kendilerini farketmemiş rockerlara. Sonra, benim doğduğum yıl geliyor. “Benefit”-Fayda diyorlar, derken derken seneler su gibi akıp geçiyor, geride onlarca muhteşem album ve binlerce konser bırakarak.
Bu sene Jethro Tull’ın saçlarına ak düşmüş üyeleri birlikte 40 yıl kutlamaları yapıyorlar. (arada gruba giren çıkanları da unutmamalı) .
VE günlerden bir gün hayat arkadaşım arıyor beni iş yerinden.
“Bak,” diyor “konser”.
Biliyorum konseri ama başında kavak yeleri esen eski rocker, hayatın gerçekleri ile biraz dibe çökmüş sanki: “Pahallı,” diyorum. “Hem nasıl gidecez?”
Nişanlılık dönemimiz biterken arabasız hayatımız başlamıştı. Nicedir tabanvayız…
“Bak,” diyor “sen orasını düşünme, araba kiralar hallederiz. Kapatıyorum ben, iyice bir düşün karar ver. Ama unutma 40. yıl bu. Bir dahaki sefere olmayabilir. Maazallah içlerinden biri ölür, ya da ne bileyim grup dağılır falan…”
Ha bir de diyor ki bana “Hani hayatımın en mutlu bir buçuk saati demiştin 20 yıl evelki konsere.” Üniversitedeyken ben, yine gelmişlerdi. Ama Efes Anfi tiyatroya. Öğrencsin ve yine hayat her köşeden masraf kapısı açıyor sana. Nasıl gideceksin. Girmiştim sanat festivaline gönüllü yer gösterici olarak. Anlattım geçenlerde, biliyorsunuz. Muhteşemdi. O zaman solist Ian’ın kıvır kıvır rocker saçları omuzlarında. Sahnede leylek gibi bir bacagını kaldırıp diğerine dayayarak flüt çalıyor, biz bağırıyoruz: aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa..
Sonra Fat Man şarkısında oturduğu tabureye, My God şarkısının çıkış noktasında kalkıp bir tekme vuruyor, biz bağırıyoruz: aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa..
Telefon elimde hala. Destekçi arayışı içinde Aslı’yı arıyorum. Bu Aslı, o Aslı. Hani çarşının altını üstüne getirip bana Jethro Tull t-shirti arayan, neticede yaptıran Aslı.
Diyor ki “git tabi deli misin, düşündüğüne bak. VE bir de diyor ki canım benim: Sıkışırsan ben sana destek atarım ay başında.
Ah be Aslı, senin varlığın yeter, ne parası. Dünyanın para işlerini çözdüm ben çoktan. Kaydıra kaydıra ödedin mi faturaları her bir şey yeşerebiliyor hayatında.
Tekrar telefon açıyorum hayat yoldaşıma. Al aman be gideyim diyorum.
Gideyim…
Tekil..
Çünkü babası kızıma bakacak ben konserde çığlıklar atarken.
Konser başlamak üzere.
Belki hızlı çakılmış bir biranın etkisiyle, belki eskiyerek, giderek daha bir kabarmış yüreğimden dolayı bilmem, yerimde duramıyorum. Ağlayacam.
Ucuz yerden de almamış biletimi kocam.
Orta bloktaki yerime ilerliyorum.
Çok mutluyum. Sağıma soluma çoktan yerleşmiş kalantorlara muhteşem bir gülücükle “iyi akşamlar,” diyorum.
Sonra sahne aydınlanıyor. Benim adamlar geliyor. Ağlıyorum yahu, ağlıyorum. Sağıma soluma bakıyorum. Ulen kimse ağlamıyor. NE bu Zamfir mi dinlediğinizi sanıyorsunuz? Size davetiyesi mi geldi bunun, kıymetini bilmiyorsunuz.
Ah gerzek kadın diyorum kendime. Diyecekler ki Beatlesmania bir nevi. Yok yok ben kimsenin gülcemali için ağlamıyorum. Sahnede gençliğimin rüzgarları esiyor ama adamlar ağartmışlar çoktan ……. belli ki…
Geberecem mutluluktan.
Nedir?
Altı üstü bir konser mi?
Değil işte, değil.
Aslı’ya telefon açıyorum. Dinleee, diyorum, dinleeee, mutluluktan geberiyorum…..
Sonra bir ara öne doğru gidiyorum.
Biraz daha öne.
Derken, derken kendimi sahnenin önünde buluyorum. Ayaktayım. Çevremde gençler. Bağrışıyoruz deli gibi. Yağmur yağıyor. Sıçana dönmüşüz. Muhtemel ki davetiye şımarıkları kendilerini şeker sanıyorlar, kalkıp gidenler var, inanamıyorum.
Sahneye dayanmışım. Çevremde bir yığın üniversite talebesi, Ian nerdeyse bir – iki metre ötemde. Deliler gibi şarkı söylüyorum. Şarkı aralarında “Song for Jeffreeeeeeeeeeeeeeeeeeey, Song for Jeffreeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeey,” diye bağırıyorum.
“çaldıracaz onu da” diyorlar gençler, bana eşlik etmeye başlıyorlar.
Deliler gibi bağırıyoruz : Song for Jeffreeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeey
Çalmayacaklar ama olsun. Bana yetmiş çalınanlar, tekrar 18 yaşındayım, en azından bir buçuk saatliğine.
Üzerimde Jethro’nun t-shirti yok çünkü onun yerine özellikle seçilmiş bir başka şey giymişim.
Bu bir Texas Hold’em Poker t-shirti.. Üzerinde ise bir floş royal…
Sana adıyorum t-shirti hayatım. Canım biricik hayat arkadaşım. Sen hayatımda açtığım en iyi kartlarsın çünkü…..
“Kirliydi,” diyorum.
“Heyecanlı mısın?” diye soruyor bir de…
Heyecanlıy(d)ım tabi.
Hayatımın yarısına bir çeşit fon müzik gibi, alttan alta yerleşmiş bir gruptan, aslında sembolden bahsediyoruz.
Gençliğimin sembolü, hayatımın baharını hatırlatan bir isim: Jethro Tull…
Çabucak bir hesap yapıyorum. 37 yıl ve bir de sahibi tarafından kaale alınmayan bir adet buçuk var ortada. Tüm bu kadar zaman ben doğalı beri geçmiş. Bunun yarısından üç fazlası, koskoca bir 19 yıl ise onların eşliğinde.
İlk kasetlerini aldığım günü hatırlıyorum; Thick as a Brick.
1989’un Mayıs ya da Haziran’ı.. Üzerinde bir gazete sayfası resmi var kapağın. Eve gidip çabuk hareketlerle teybe takıyorum kasedi. Bir şarkı başlıyor, bitimsiz- inişli çıkışlı bir şey. Kasedin bir yüzü bir şarkı, çeviriyorum arkasını bir şarkı. Bildiğim kaset süresi ne ise o kadar ama, hepi topu iki şarkı işte.
Hani hayat gibi, kesintisiz ve bir yükseklerde, bir alçaklarda.
Sanki kücük öykülerle yetinmeyip roman yazmış adamlar müzikle.
Sonrası,
sonrası hep anlattığım hikaye.
Ben doğmadan evel başlamışlar müzik kariyerlerine. Bende bir telaş! Dar öğrenci bütçemle tüm kasetlerini toplamaya çalışıyorum grubun.
1968 yılında, sanki kendilerine “yan flüt ile progresif rock bu mudur” diye sorulmuşçasına “This was” (Buydu) albümü ile atılıyorlar dünya müzik arenasına.
Ertesi sene s”Stand up”- Kalk ayağa diyorlar henüz kendilerini farketmemiş rockerlara. Sonra, benim doğduğum yıl geliyor. “Benefit”-Fayda diyorlar, derken derken seneler su gibi akıp geçiyor, geride onlarca muhteşem album ve binlerce konser bırakarak.
Bu sene Jethro Tull’ın saçlarına ak düşmüş üyeleri birlikte 40 yıl kutlamaları yapıyorlar. (arada gruba giren çıkanları da unutmamalı) .
VE günlerden bir gün hayat arkadaşım arıyor beni iş yerinden.
“Bak,” diyor “konser”.
Biliyorum konseri ama başında kavak yeleri esen eski rocker, hayatın gerçekleri ile biraz dibe çökmüş sanki: “Pahallı,” diyorum. “Hem nasıl gidecez?”
Nişanlılık dönemimiz biterken arabasız hayatımız başlamıştı. Nicedir tabanvayız…
“Bak,” diyor “sen orasını düşünme, araba kiralar hallederiz. Kapatıyorum ben, iyice bir düşün karar ver. Ama unutma 40. yıl bu. Bir dahaki sefere olmayabilir. Maazallah içlerinden biri ölür, ya da ne bileyim grup dağılır falan…”
Ha bir de diyor ki bana “Hani hayatımın en mutlu bir buçuk saati demiştin 20 yıl evelki konsere.” Üniversitedeyken ben, yine gelmişlerdi. Ama Efes Anfi tiyatroya. Öğrencsin ve yine hayat her köşeden masraf kapısı açıyor sana. Nasıl gideceksin. Girmiştim sanat festivaline gönüllü yer gösterici olarak. Anlattım geçenlerde, biliyorsunuz. Muhteşemdi. O zaman solist Ian’ın kıvır kıvır rocker saçları omuzlarında. Sahnede leylek gibi bir bacagını kaldırıp diğerine dayayarak flüt çalıyor, biz bağırıyoruz: aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa..
Sonra Fat Man şarkısında oturduğu tabureye, My God şarkısının çıkış noktasında kalkıp bir tekme vuruyor, biz bağırıyoruz: aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa..
Telefon elimde hala. Destekçi arayışı içinde Aslı’yı arıyorum. Bu Aslı, o Aslı. Hani çarşının altını üstüne getirip bana Jethro Tull t-shirti arayan, neticede yaptıran Aslı.
Diyor ki “git tabi deli misin, düşündüğüne bak. VE bir de diyor ki canım benim: Sıkışırsan ben sana destek atarım ay başında.
Ah be Aslı, senin varlığın yeter, ne parası. Dünyanın para işlerini çözdüm ben çoktan. Kaydıra kaydıra ödedin mi faturaları her bir şey yeşerebiliyor hayatında.
Tekrar telefon açıyorum hayat yoldaşıma. Al aman be gideyim diyorum.
Gideyim…
Tekil..
Çünkü babası kızıma bakacak ben konserde çığlıklar atarken.
Konser başlamak üzere.
Belki hızlı çakılmış bir biranın etkisiyle, belki eskiyerek, giderek daha bir kabarmış yüreğimden dolayı bilmem, yerimde duramıyorum. Ağlayacam.
Ucuz yerden de almamış biletimi kocam.
Orta bloktaki yerime ilerliyorum.
Çok mutluyum. Sağıma soluma çoktan yerleşmiş kalantorlara muhteşem bir gülücükle “iyi akşamlar,” diyorum.
Sonra sahne aydınlanıyor. Benim adamlar geliyor. Ağlıyorum yahu, ağlıyorum. Sağıma soluma bakıyorum. Ulen kimse ağlamıyor. NE bu Zamfir mi dinlediğinizi sanıyorsunuz? Size davetiyesi mi geldi bunun, kıymetini bilmiyorsunuz.
Ah gerzek kadın diyorum kendime. Diyecekler ki Beatlesmania bir nevi. Yok yok ben kimsenin gülcemali için ağlamıyorum. Sahnede gençliğimin rüzgarları esiyor ama adamlar ağartmışlar çoktan ……. belli ki…
Geberecem mutluluktan.
Nedir?
Altı üstü bir konser mi?
Değil işte, değil.
Aslı’ya telefon açıyorum. Dinleee, diyorum, dinleeee, mutluluktan geberiyorum…..
Sonra bir ara öne doğru gidiyorum.
Biraz daha öne.
Derken, derken kendimi sahnenin önünde buluyorum. Ayaktayım. Çevremde gençler. Bağrışıyoruz deli gibi. Yağmur yağıyor. Sıçana dönmüşüz. Muhtemel ki davetiye şımarıkları kendilerini şeker sanıyorlar, kalkıp gidenler var, inanamıyorum.
Sahneye dayanmışım. Çevremde bir yığın üniversite talebesi, Ian nerdeyse bir – iki metre ötemde. Deliler gibi şarkı söylüyorum. Şarkı aralarında “Song for Jeffreeeeeeeeeeeeeeeeeeey, Song for Jeffreeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeey,” diye bağırıyorum.
“çaldıracaz onu da” diyorlar gençler, bana eşlik etmeye başlıyorlar.
Deliler gibi bağırıyoruz : Song for Jeffreeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeey
Çalmayacaklar ama olsun. Bana yetmiş çalınanlar, tekrar 18 yaşındayım, en azından bir buçuk saatliğine.
Üzerimde Jethro’nun t-shirti yok çünkü onun yerine özellikle seçilmiş bir başka şey giymişim.
Bu bir Texas Hold’em Poker t-shirti.. Üzerinde ise bir floş royal…
Sana adıyorum t-shirti hayatım. Canım biricik hayat arkadaşım. Sen hayatımda açtığım en iyi kartlarsın çünkü…..
4 comments:
öyle bir anlatmışsın ki, ben de seninle izlemiş kadar oldum. 50.yıllarına da birlikte gidelim tamam mı? O zamana ben müdür de olurum, seninlen en ön sırada protokol takılırız:)
en kalantor cinsinden:)
güzel yazının hatrına bugün jethro tull dinliyorum :)
"hatrına" değil de "şerefine" diyeyim, daha uygun olur :)
Post a Comment