2. Yeni miydi?
Hani Orhan Veli, Melih Cevdet falan filanın (filan filan
diye anılmak bir gün hepimizin kaderi olacak) hayatımıza kattıkları, “Ben
merkezli” anlatımları özetleyen akım…
İşte o pek tatlı bir şeydir. İşte bu söylem ( e ) tarzı, uzuuuuun
bir süre, henüz sıradan vatandaşın tekeline girmeden evvel, sıradan vatandaşın
iç sesi olmak görevini üstlenmiş ve (edebiyat sayesinde) hiç yaşlanmayan ve
ölmeyen adamların zaman denen kaygan zemin üzerine çaktıkları bir çivi olmuş.
Ama ne çivi!
İşte tam da o dönem, tez yazar gibi (ne soğuktur tez dili!
Tüm araştırmayı sen yaparsın ama tez yazarken “yaptık, ettik” diye anlatırsın,
külliyen yalan. Tüm be tüm yalnızdın oysa…) yazılmış romanlar, denemeler,
hikayeler, işte bu adamlar sayesinde tüm inandırıcılıklarını yitirmişler, bir nevi
çöpe gitmişler.
İnsanlar “ben” i anlatan şiirlerde “ben”i bulmayı çok
sevmişler. Yazamadıkları, dile dökemedikleri hatta ve hatta “cümleleştirebilemedikleri”
duygularını kendi adlarına somutlaştıran insanları sevmişler, bir nevi
affedilebilir bir yanılsama sonucu, bu cümleleri kendilerinin kurduklarını
düşünmüşler.
Böylece aslında ne kadar da naif, ne kadar da kurulası
cümleleri,
(“Beni bu güzel havalar mahvetti!” gibi mesela) kurana
hayran olmuşlar. Çünkü bilmişler ki öyle güzel havalar onları da mahvedebilir
bir gün, ve belki de mahvetti bile…
İnsan hamuru bu, neticede ekmek hamurunda da un su tuz maya
yok mu, öyle bir şey işte. Üç aşağı beş yukarı herkes aynı soyun boku. Cık cık
cıkkkk…. Sevmem ben böyle avam konuşmaları… Ama neticede ben de bir insanım ve sortımda
taşıdığım kelime dağarcığımın içinde hepinizin bildiği o malum kelimeleri de
taşımaktayım.
Süper ego dedikleri de bir yere kadar.
Her neyse…
Sonra bir gün birincil tekilden (ki o aralar bloglar, mloglar cikleyen -bakınız twitter- ciklemeyen
siteler derken birincil tekilin b(l)okunu çıkarmış insan kitlesinin arasından [ki
kendimle çelişiyor olabilirim, ama dünyayı algılamanın yolu elbette kendinizden
geçer, bakınız benim tüm saçma sapan bloglarım] bulantı ilacı alacak kıvama
gelecek kadar bombardımana tutulmuşken) vazgeçmiş bir şair bulursunuz.
Şairi bulma yolunda geriye dönüp baktığınızda siyasi görüşünüze ters
dönemeçlerin internet sayfaları, acı dolu tecrübelerden geçmiş yakınlar durduğunu
görürsünüz.
Bundan sonra söyleyeceğim şeyler bir dizi tadında veya
klasik giriş gelişme sonuç babında heyecan verici şeyler değil. Hatta böyle
olmasını istemiyorum bile. Belki de kendim dahil herkesi hayal kırıklığına
uğratmak istiyor bile olabilirim. Hatta sırf bunun için sol omzumda oturan
demektedir ki yazıyı böyle bitir. Ama yok bitiremeyeceğim. Çünkü 100 yıldır
yazı yazmıyorum ben.
Konuşup duracağım işte sürekli. Hani Murathan Mungan’ın Kırk
Oda kitabındaki yüzyıl uyuyan prensesin uyandırıldığında bir türlü
susturulamaması gibi.
İşin kötüsü nizam düzen artık umrumda da değil.
Neydi, serbest bilinç akışı tekniği miydi?
Ahanda işte ondan.
Bilseniz uzun süredir susarak sizi ne kadar çok laf
salatasından kurtardım. İşte beynimin her gün bana yaptığı da bu. Hiç susmak
bilmiyor, devamlı konuşuyor. Hem de vır vır vır.
Kendime dışarıdan baktığımda, oysa, son derece akl-ı selim,
oldukça munis bir kadın görmekteyim. Belki
de ruhum başklarına davrandığı kadar bana da iyi davransa hiç sorun kalmayacak.
Ancak “nazımı beni en çok seven çeker!” kıvamında kıvranmalara özne olmuş
yaşayıp gitmekteyim.
Kızım dinlediğim müziklere bakıp soruyor: “80’li yıllarda mı
doğdun sen?”
Hayır, daha da ötesi, 70’ler.
Algılayabildiğini bile sanmıyorum.
Bir çıtır çerez (ki sonra çok değil 3-5 seneye beni çiğ çiğ
yiyecek, bilemediğim teknolojilerden, çözemediğim sokak argolarından dolayı
hatır kütür harcayacak, elinin tersi ile itecek bir taze) tarafından şimdiden
bir dinozor olarak algılanmaktayım.
Ergenliğe girmemiş bir evlat olarak şu an bizi çok seviyor
olmasından mütevellit, “Hayır sen 42 yaşında değilsin, 40 yaşındasın” diyerek
ölümlülüğümüze isyan etmekte. Henüz tabi. Son iki yıldur onun gözünde 40’ı bir
türlü aşamam bundan. Yani yaşlandıkça ölebilir olma ihtimalim olmasına
katlanamamasından. Ancak ben yaşlıyım… Ian’ın dediği gibi “Too old to rock-n
roll too young to die” kadar yaşlıyım. Yaşlı olduğumu hayatımın hiçbir döneminde
sevemediğim rakamlar (saatlerden de nefret ederim zaten. Kolumda saat göreniniz
oldu mu hiç) sayesinde fark etmiyorum işin kötüsü. Yaşlandığımı b ana hissettiren
şeye bir isim vermem gerekirse ona “sombrero etkisi” derdim.
Hani Meksikalıların güneş altında uyuklamak için kafalarına
geçirdiği şu devasa şapka.
(Meksika’ya) Hiç gitmedim ama filmler sağolsun, hiçbirşey
yapmadan, üretmeden uyuklamak, zaman geçiyormuş geçmiyormuş, ürettiklerimle bu
dünyaya en azından osuruktan teyyare bir çivi çakacakmışım çakmayacakmışım
umursamamak, bir kedi naifliğinde sadece varolmaktır benim için sombrero….
Belki de vazgeçiş.
Ne yaparsan yap boşuna! fikri…
Yaşasın sombrero…
Ve sonra “Bulantı”yı hatırladım.
Henüz 20’lerde okumaya çalışmıştım.
Tek hatırladığım neye baksa bulanan bir adam. Ve bir de
kitabı fırlatıp attığım.
Sanıyorum kardeleni yaz ortasında çıkarmaya çalışmanın alemi
yok.
Vakti gelmiş. Kışa girmişim ben… Kardelenler açıyor
beynimde. Harıl harıl Bulantı’yı ararken buluyorum kendimi, orada burada şurada
ve işte bedava pdf’lerde.
Oysa çatıya çıkıp karıştırsam kitaplarımın arasında bir
yerde duruyor Bulantı….
Ama üşeniyorum.
Sombrero’mun altına sığınıp uyuklamak istiyorum.
Çünkü güneş ruhumu yakıyor… Hem de çok yakıyor….
Not1: Bu süper bir intihar mektubu olurdu ama haha! sizi hayal kırıklığına uğratacağım,
Not 2: Yine olamadım, yine o bahsettiğim şair gibi olamadım. Hep kendinden bahset vıdı vıdı vıdı. vıcık vıcık vıcık.....