6.8.12

Sombrero Yaşı.....


2. Yeni miydi?
Hani Orhan Veli, Melih Cevdet falan filanın (filan filan diye anılmak bir gün hepimizin kaderi olacak) hayatımıza kattıkları, “Ben merkezli” anlatımları özetleyen akım…

İşte o pek tatlı bir şeydir. İşte bu söylem ( e ) tarzı, uzuuuuun bir süre, henüz sıradan vatandaşın tekeline girmeden evvel, sıradan vatandaşın iç sesi olmak görevini üstlenmiş ve (edebiyat sayesinde) hiç yaşlanmayan ve ölmeyen adamların zaman denen kaygan zemin üzerine çaktıkları bir çivi olmuş. Ama ne çivi!

İşte tam da o dönem, tez yazar gibi (ne soğuktur tez dili! Tüm araştırmayı sen yaparsın ama tez yazarken “yaptık, ettik” diye anlatırsın, külliyen yalan. Tüm be tüm yalnızdın oysa…) yazılmış romanlar, denemeler, hikayeler, işte bu adamlar sayesinde tüm inandırıcılıklarını yitirmişler, bir nevi çöpe gitmişler.

İnsanlar “ben” i anlatan şiirlerde “ben”i bulmayı çok sevmişler. Yazamadıkları, dile dökemedikleri hatta ve hatta “cümleleştirebilemedikleri” duygularını kendi adlarına somutlaştıran insanları sevmişler, bir nevi affedilebilir bir yanılsama sonucu, bu cümleleri kendilerinin kurduklarını düşünmüşler.

Böylece aslında ne kadar da naif, ne kadar da kurulası cümleleri,
(“Beni bu güzel havalar mahvetti!” gibi mesela) kurana hayran olmuşlar. Çünkü bilmişler ki öyle güzel havalar onları da mahvedebilir bir gün, ve belki de mahvetti bile…

İnsan hamuru bu, neticede ekmek hamurunda da un su tuz maya yok mu, öyle bir şey işte. Üç aşağı beş yukarı herkes aynı soyun boku. Cık cık cıkkkk…. Sevmem ben böyle avam konuşmaları… Ama neticede ben de bir insanım ve sortımda taşıdığım kelime dağarcığımın içinde hepinizin bildiği o malum kelimeleri de taşımaktayım.

Süper ego dedikleri de bir yere kadar.

Her neyse…
Sonra bir gün birincil tekilden (ki o aralar bloglar, mloglar cikleyen -bakınız twitter- ciklemeyen siteler derken birincil tekilin b(l)okunu çıkarmış insan kitlesinin arasından [ki kendimle çelişiyor olabilirim, ama dünyayı algılamanın yolu elbette kendinizden geçer, bakınız benim tüm saçma sapan bloglarım] bulantı ilacı alacak kıvama gelecek kadar bombardımana tutulmuşken) vazgeçmiş bir şair bulursunuz. Şairi bulma yolunda geriye dönüp baktığınızda siyasi görüşünüze ters dönemeçlerin internet sayfaları, acı dolu tecrübelerden geçmiş yakınlar durduğunu görürsünüz.

Bundan sonra söyleyeceğim şeyler bir dizi tadında veya klasik giriş gelişme sonuç babında heyecan verici şeyler değil. Hatta böyle olmasını istemiyorum bile. Belki de kendim dahil herkesi hayal kırıklığına uğratmak istiyor bile olabilirim. Hatta sırf bunun için sol omzumda oturan demektedir ki yazıyı böyle bitir. Ama yok bitiremeyeceğim. Çünkü 100 yıldır yazı yazmıyorum ben.

Konuşup duracağım işte sürekli. Hani Murathan Mungan’ın Kırk Oda kitabındaki yüzyıl uyuyan prensesin uyandırıldığında bir türlü susturulamaması gibi.
İşin kötüsü nizam düzen artık umrumda da değil.
Neydi, serbest bilinç akışı tekniği miydi?
Ahanda işte ondan.

Bilseniz uzun süredir susarak sizi ne kadar çok laf salatasından kurtardım. İşte beynimin her gün bana yaptığı da bu. Hiç susmak bilmiyor, devamlı konuşuyor. Hem de vır vır vır.

Kendime dışarıdan baktığımda, oysa, son derece akl-ı selim, oldukça munis bir kadın görmekteyim.  Belki de ruhum başklarına davrandığı kadar bana da iyi davransa hiç sorun kalmayacak. Ancak “nazımı beni en çok seven çeker!” kıvamında kıvranmalara özne olmuş yaşayıp gitmekteyim.

Kızım dinlediğim müziklere bakıp soruyor: “80’li yıllarda mı doğdun sen?”
Hayır, daha da ötesi, 70’ler.
Algılayabildiğini bile sanmıyorum.

Bir çıtır çerez (ki sonra çok değil 3-5 seneye beni çiğ çiğ yiyecek, bilemediğim teknolojilerden, çözemediğim sokak argolarından dolayı hatır kütür harcayacak, elinin tersi ile itecek bir taze) tarafından şimdiden bir dinozor olarak algılanmaktayım.

Ergenliğe girmemiş bir evlat olarak şu an bizi çok seviyor olmasından mütevellit, “Hayır sen 42 yaşında değilsin, 40 yaşındasın” diyerek ölümlülüğümüze isyan etmekte. Henüz tabi. Son iki yıldur onun gözünde 40’ı bir türlü aşamam bundan. Yani yaşlandıkça ölebilir olma ihtimalim olmasına katlanamamasından. Ancak ben yaşlıyım… Ian’ın dediği gibi “Too old to rock-n roll too young to die” kadar yaşlıyım. Yaşlı olduğumu hayatımın hiçbir döneminde sevemediğim rakamlar (saatlerden de nefret ederim zaten. Kolumda saat göreniniz oldu mu hiç) sayesinde fark etmiyorum işin kötüsü. Yaşlandığımı b ana hissettiren şeye bir isim vermem gerekirse ona “sombrero etkisi” derdim.

Hani Meksikalıların güneş altında uyuklamak için kafalarına geçirdiği şu devasa şapka.

(Meksika’ya) Hiç gitmedim ama filmler sağolsun, hiçbirşey yapmadan, üretmeden uyuklamak, zaman geçiyormuş geçmiyormuş, ürettiklerimle bu dünyaya en azından osuruktan teyyare bir çivi çakacakmışım çakmayacakmışım umursamamak, bir kedi naifliğinde sadece varolmaktır benim için sombrero….

Belki de vazgeçiş.

Ne yaparsan yap boşuna! fikri…
Yaşasın sombrero…

Ve sonra “Bulantı”yı hatırladım.

Henüz 20’lerde okumaya çalışmıştım.
Tek hatırladığım neye baksa bulanan bir adam. Ve bir de kitabı fırlatıp attığım.

Sanıyorum kardeleni yaz ortasında çıkarmaya çalışmanın alemi yok.

Vakti gelmiş. Kışa girmişim ben… Kardelenler açıyor beynimde. Harıl harıl Bulantı’yı ararken buluyorum kendimi, orada burada şurada ve işte bedava pdf’lerde.
Oysa çatıya çıkıp karıştırsam kitaplarımın arasında bir yerde duruyor Bulantı….
Ama üşeniyorum.
Sombrero’mun altına sığınıp uyuklamak istiyorum.

Çünkü güneş ruhumu yakıyor… Hem de çok yakıyor….

Not1: Bu süper bir intihar mektubu olurdu ama haha! sizi hayal kırıklığına uğratacağım,

Not 2: Yine olamadım, yine o bahsettiğim şair gibi olamadım. Hep kendinden bahset vıdı vıdı vıdı. vıcık vıcık vıcık.....

12.12.11

Sürekli kanat çırpmak!


Kuşları uçarken değil süzülürken seyretmeyi severim, ve bisikletlileri pedal çevirirken değil de “rölantide” giderken. Sonra arabalar vardır, ya da şoförler mi demeli, yokuşta boşa alırlar, gram benzin harcamadan giderler. Pek tekin bir iş yapmadıkları aşikâr ancak keyif üstü kaymak halinde hani. İşte tüm bunlar güzel şeylerdir. Zaman zaman minimum enerjiyle varolanı devam ettirmek gerekir. Çünkü ruh da kanat çırpmaktan yorulabilir. Bırak biraz süzüleyim diyebilir. Böyle zamanlarda ruhumu kucağıma alırım, bir köşeye çekilir ve ona şarkılar mırıldanırım. Ben insan olduğumu böyle anlarım… 

28.10.11

İnsan egosu ile çalışan makineler...

Seyretmeyen kaldıysa seyredenlere anlattırsın; Matrix unutul(A)maz bir fenomen bir filmdir. (Fenomen ne demekse?)

Anlatmaya kalkarsak iş uzar, zaten bu yazıda aracı olacağı şey konusu değil bir (önemli) detayıdır….

Film denen sahte ama rüyalardan daha gerçek gerçeklikte yani Matrix’de görürüz ki makinelerin ele geçirdiği bir sistem vardır, ve her şeyin olduğu gibi makinelerin de varoluşunu sürdürmek için enerjiye ihtiyacı bulunmaktadır.

Enerji kaynağı ise insandır. Ensesinden ve dahi vucudunun çeşitli yerlerinden sokulmuş boru mu desek, kablo mu desek karman çorman bir şeyler vasıtasıyla insanların enerjisini sömürüp kendi dinamosu yapmaktadır bu makine ve seyrederken filmi, ondan tiksinirsiniz!

Çünkü sistemin kaynağı olan insanlar ne bitkisel hayattadır ne de değildir. Onlar yaşadıklarını sanırlar, gördükleri hayaller vasıtasıyla, ve belki de tam da bu yüzden yaşamaya ve söz konusu sistemin bekasına malzeme olmaya devam ederler. Bir diğer deyişle ruh hala bedendedir ve kimbilir ruh olmasa enerji ibreleri bu kadar tepe noktaları göstermemektedir.

İnsanı insan yapanın ruh olduğuna dair yaygın kanıyı destekleyen bir düşünce!

Henüz aksini kanıtlayan da yok zaten.

Bir köşe yazarı gibi kullanmak istemem kelimeleri, çünkü benim periskobum gündem maddelerini değil (hatta siyaseti bile değil) daha öteleri, daha berileri, varoluşun çılgın renklerini ve dehşetini algılamaya ayarlanmış. Fakat gün gündem günü…. Çünkü bir ucu varoluşa dokunuyor.

Biliyor musunuz? Son günlerde sosyal medya dedikleri şey bana Matrix’i düşündürüyor.

Düne kadar yokken, simdi nasıl olur da evrenin tüm köşelerinde mavi zemin üzerine beyaz ile işlenmiş kücük bir f harfi gorur oldugumuza dair acıklamalar var aklımın karmaşasının içinde…

Adı facebook, twitter ya da friendfeed, ne fark eder?

Beslendiği kaynak insan egosu.

Ne kadar da matrix vari bir durum.

İnsan enerjisi ile beslenen çılgın bir sistem.

Farkında olmadan hala yas tuttuğumu gördüm bugün.

Birkaç gün evvel bir arkadaşıma dediğim gibi: Hala toprak altında kurtarılmayı bekleyen canlar varken onu bunu şunu paylaşamam ben facebookta.

İnsanlar var, yeni yeni pozlar verdiklerini düşünüyorlar ama benim gördüğüm şey hep aynı duruş! Eğer burunlar güzelse özenle verilmiş profilden pozlar bunlar.

Ve bir de faşistler var tabi.

Soylara göre insan sınıflayan, empatiden yoksun zavallı insanlar bunlar.

Irkçı damgası yemek için illa toplama kampları mı inşa etmeniz gerek? Toprak altında hissedilen korkunun dehşetin ne olduğunu anlamaya çalışmamak, çaresizlikleri tanrının sopası olarak görmek, sizden olmayan sizin gibi olmayanları ötekileştirmek fırınsız –sabunsuz ırkçılık değildir de nedir?

Ve işte tüm bu ego kurbanları ile ırkçı deliler artık benim listemde değildir.

Ha bir de sosyal medyayı ticari bir alan olarak gorüp pişirdiği yemeği (saatlerdir enkaz altında aç susuz olanları pek de aklına getirmeden besebelli) paylaşanlar da öyle.

Daha cok temizliğe ihtiyacım var aslında.

Fakat sosyal medya denen şeyin matrixvari bir insan enerjisi ile beslendiğini görmek (sanki bilmiyormuşum gibi) hala beni sarsıyor.

Ki onlar ego denen şeyle besleniyor. O hiç oksijensiz kalmaya tahammülü olmayan, savaş- barış-deprem – yıkım – afet fark etmez illa ki ortalıkta olma derdinde olan şey; ego onun adı.

Ve er ya da geç benim içimde de bastırılmaya dayanamayıp gün yüzüne fışkıracak olan şey tam da bu işte!

Fakat biliyor musunuz? Yine de şu günlerde içimden sizlerle neşeye dair, güzel bir kadın olduğumu ispat edecek tüm yalan resimlere dair hiçbir şey paylaşasım yok, ama hiçbir şey…


6.9.11

Şimdi rahat mısın?

Dünyanın hiçe dönük bir yüzü var!

Bu durum içmiş insanı yoğurur, demler, bir kenara kor, içmemiş insanı ise sadece yorar…

Genelde yorgunum.

Gecelerin bir köründe uyanıp düşünce denizlerinde kaybolanım.

İşin kötüsü gece başlamadan evel sıfır,

Gece bittiğinde yine sıfır sonuç…

Elde var karmaşa!

Hiç niyet etmediği halde sabah ezanını duyanım.

Benden ve bir de niyet edenlerden başka herkes uyuyor…

Yan evde su şıkırtıları.

Birileri sonsuzluğa yüzünü dönüyor.

Ben kendi içinde kaybolanım…

Aslında yazarın dediği gibi:

"Hiç konuşmadan geçmeliyiz, hayatın bir ağırlığı kalsın diye."*

Ve aç kediler miyavlasın, ve aç çocuklar ağlasın diye…

Sen içini rahat ettir,

Sümüklüböcekleri ez ve vicdanın sızlamasın!

Şimdi rahat mısın?

Su şıkırtıları nafile!




Alıntı Cümle : Fadıl Öztürk
Resim: Suman

21.8.11

Epidermik ve topidermik farkındalık- hem de sürekli....

"Düşünce, dar giysilerden nefret eder!" der
Umberto Eco bir makalesinde.

Eco, savını kot pantalonla geçirilmiş günlerini özetleyerek destekler:


"Bu kıyafet bana bir tavır dayatmaktan da öte, dikkatimi tavrıma ve duruşuma çekerek, beni dışa dönük bir hayat yaşamaya zorluyordu. Diğer bir deyişle içselliğimi azaltıyordu. Benim mesleğimdekiler için etrafta dolaşırken kafanın başka yerlerde olması doğal bir şeydir: yazılması gereken makaleler, verilmesi gereken dersler, bütün ve parça arasındaki ilişki, Andreotti hükümeti, dindeki günah ve kefaret sorunsalı, Mars'ta hayat olup olmadığı, Celentano'nun son şarkısı, Epimenides paradoksu gibi. Biz buna "iç yaşam" diyoruz. İşte, yeni kıyafetimle, yeni yaşamım tamamen dışa dönükleşmişti. Ben ve pantolonum arasındaki ilişki ve ben, pantolonum ve içinde yaşadığımız toplum arasındaki ilişki üzerine düşündüm. Yeni bir toplum bilincine ulaşmıştım, diğer bir deyişle epidermik farkındalığa."

Epidermik farkındalık tek başına ise yine hafif atlattınız, bu işin bir de topidermik kısmı var ki değmeyin gitsin.

Demem o ki güzelliğe dair siz uyurken hatları çizilmiş standartlar kasıksal kasıntılardan sorumlu kot pantalonlarının altına bir de 10 puntoluk topukluları eklemişler de haberiniz yok.

Önümde bir genç çift, erkek olanı yürüyor ancak dişisi belli ki yürütülüyor. Kızcağız oğlanın kolunda sekiyor ya da topallıyor, çanta da ağır gelmiş zahir, o da oğlanın kolunda.

Tüm plajlarda olduğu gibi, en dişi- en kadınsı desenli tüm çantalar en kıllı, en erkek omuzlardan sarkıyor.

Bazen düşünüyorum da, bu erkekler bize iyi katlanıyor.
Tüm şıngırtılarımız, tıkırtılarımız ve fışırtılarımız arasında düşünce kapılarından uzak düşen beyinlerimiz de öyle...

31.7.11

Öldüren balkonlar




Toplam yaşımdan 4 yıl kadar eksik bir süredir bir sokak var ki, olmuş dünyamız.

Son 6 yıldır sadece onu değil, onu barındıran şehri, o şehri barındıran ili, o ili barındıran bölgeyi bile terk edip “demirkuş” uçuşu ile 1 saat, tekerlekli ve 40 kişili taşıma araçları ile 8 saat çeken mesafelere taşınmam ve taşındığım ilde “bir süre sonra gurbet yuvan oluyor,” lafını benimsemem bile bu sokağın hayatımdaki yerini pek değiştirmemiş.

Kimileri eksilmiş ve kimi bilmediklerim eklenmiş de olsa insanlar genel anlamda tanıdık.
Yazın izin verdiği mahremiyet sınırları içinde, kısaca güneş gözlüklerimin arkasından görebildiğim bu aşina suratlara selam vermenin mi vermemenin mi daha büyük bir samimiyet, hayır hayır daha doğrusu dürüstlük olduğuna karar veremiyorum. Ben bu insanları (artık) çok nadir görüyorum ve onlara onları gördüğüm için çok sevindiğime dair mimikler ve jestler sergilemem dürüstlük ilkeme karşı gelen bir durum. Onlara gösterdiğim içtenlik gerçek olsaydı ne kadar uzaklara gitsem de yine arar, yine sorardım onları. Bundan ötesi facebook arkadaşlığı! Soğuk, gereksiz ve boş!

Ve/ fakat alışkın olduğum balkon müdavimi yaşlı suratların yerini başka yaşlı suratların almış olduğunu görmek içimi eziyor.

Onlara şöyle seslenmek istiyorum:
“BU balkonda oturmayın, bu balkon hayat bitiriyor!”

Ve sonunda öldürüyor!

Biliyorum ki o balkonun ve diğer balkonların kuklalaşmış bedenlerine takılı yüzleri 15–20 yılda bir değişecek, ama o yüzlerde ortak olan tek şey gençlik ferinin silinmişliği olacak.

Ve bir de beklenti içeriyor olmaları.

Hayat, bayramlarda iç ezerek satışları arttırmayı hedefleyen şeker firması reklamlarındaki gibi olmak zorunda mı?

Hep bekliyorlar!
Gülmek için, gülümsemek için, önceleri evlatlarının, sonraları torunlarının gelmesini bekliyorlar.

Gelenler elbette var, ama gelenlerin zamanları şehirlerarası otobüs yolculuklarında verilen ihtiyaç molaları kadar dar!

Sonra herkes “demirleri alıp” kendi hayatına giden otobüste yola devam ediyor.

Balkon kuşları ise az biraz kesintiye uğramış bekleme süreçlerine kaldıkları yerden devam etmekte.

İzmir’in gün batımını kucaklayan körfezini gören ya da görmeyen balkonlarında çenelerini sarkıtıp arada uyuklayarak kah torunu torbayı, kah ölümü beklemeye devam eden yüzlerce hayat yorgunu var…

Oysa ben İzmir’i hayatı temsil eden bir şehir sanırdım, anladım ki yanılmışım, ya da daha da fenası bizzat ben kendim yaşlanmışım, beraberimde dünyam olan, tüm sokaklar, teyzeler, amcalar, analar ve babalar!

8.7.11

alfabeden kaderin senin için seçtikleri...


Elitizm, tabaka her neyse, kendini onun yüksekte konuşlandığını varsaydığın tabakalarına layık görmektir. Elitizm, ayağını sırf konfor ihtiyacı ile değil, dostlarının bir çoğu öyle diye ayağını yerden kesme, onlara ayak uydurma çabasıdır. Elitizm igrenç bir şeydir ama kabul etmeli ki vardır, ve elitizm seni saran zehirli bir sarmaşıktır.

Belki de “stres”gibi hakkı teslim edilmemiş bir olgudur. Ne demişlerdi? Stres insanın ilerlemesini sağlar. Düşünsenize stres olmasa kim takardı harf kalabalığından ibaret kısaltmaları? Ben diyim öss, sen de ösym, o desin lgs, öbürü desin kpps, digeri desin les (ve daha niceleri)

Ve fakat, elitizm dolmuşlardan nefret eder aslında. Bir tuhaf kokan nefesleri içine çekmekten, deodarant nedir bilmeyen, bilse de maddi bedelini ödemeyen insanlarla böylesine kucak kucağa yolculuklardan hiç haz etmez. Ahanda demin, kırmızının yeşil ışığa döndüğü anda, tozu dumana katarak bir anda sırra kadem basan, ve onu tuhaf kokular ve tümüyle kendine yabancı tiplerle hiçbir şartta istenmeyecek kadar iç içe bırakan jipli onun arkadaşı değil midir aslında.

Ve yerde bir klozet yatmaktadır. Çocuk sorar: “Anne bu ne?”

Yarı humanist

, yarı elitist tuhaf bir melez anne cevap verir:

“Evini tamir edecektir, ondan almıstır bu (alaturka) tuvaleti,”

Ve taşımaktadır dolmuşla.

Ve ah ne güzel ki bir zamanlar bir yerlerde okudugu gibi onun, fildişi kulelerde oturup hayattan bi haber değildir bizzat kendisi.

Demek dolmuşla da tuvalet taşınmaktadır. Binenlere tuzak, önüne bak, takılma, yapışma yere…Bu ne ki? Neler gördük biz…

Sigorta diye bir kurum vardır.Yüksek tabakanın tenezzül emteyeceig aylıklar icin çırpınanların yeri.

Oradasın işte. Berbat birgün. Hangi edebi kalem derdi? “Güneşin behri”

Saydır bakalım günleri.

Kaçgün kalmış emekliliğe.

Sen yalılarda doğanlardan değilsin.

Senin tanımlayan sıfatlar arasında şu 8 harfin bir araya gelmesi (bir mucize olmadığı sürece) pek muhtemel değil. Sıfat şu: rantiyeci…

Her bi şey olabildin ama onu olamadın.

Çocugun zaten kirada yaşadığınız evinizi bir gün terk ettiğinizde evi ne yapacağınızı sorar.

Cevap:

Hiçbir şey yapmayacağız.

O zaten bizim değil.

Nasıl bizim değil? İçinde eşyalarımız, anılarımız var ya….

Var, var ama bunlar onu bizim kılmaya yetmediler.

Yazık.

Oysa içinde binlerce sayfa okumuşluğum var benim. Tanpınar’la tanışma onu sevme, Maloouf’u beğenmeme, Pamuk’u şöyle bir tartma, Proust’a tapma…. Ne emek ne emek…

Duvar kağıtları var bir de, evi terk ederken okunmuş kitap kağıtlarından daha çok adamdan sayılacak…

Neydi
?

250 lira salon için

250 lira da kızın odası için cepten harcamıştık.

Edebimizden kiradan düşmedik.

Oysa kabul edin, bu ve diğerleri sayesinde evi adam ettik.

Sonra bir arkadaş geldi bir gün eve. İlk halini bilmemesinden mütevellit, dedi ki, sen pek sahiplenmemişsin bu evi galiba.

Öyle değil işte.

Aksine hiç.taşınmayacak gibi, ama yine de yarın taşınacak gibi sarıp sarmaladık biz bu evi.

Sordular

Ev sizin mi?

Kızarmamaya çalıştık, öyle ya elitizm kiracıları sever mi?

Yokkk, bizim değil

Biz çocuk okutuyoruz.

Ne pahallı işmiş be kardeşim. Üstelik kimileri hiçbir bok bilmedikleri halde sana (sırf kıçından ter damlaya damlaya okuturken sen çocuğunu) şunu deme hakkına başka türlü nasıl sahip olurdu:

“ Sınıf atlamak için okutuyorsunuz kolejlerde çocuğu”

Yanılıyorsun adam!

Yanılıyorsun.

Öyle gözküyor ki ben kızımı sınıf atlatmaya çalışıyorum. Okullara döktüğüm paralar olmasa, ev de benim olurdu, altımızdaki araba da son model.

O yüzden talep edilmemiş ve boyutsuz düşüncelerini kendine sakla.

Ve sonra, kaldığım yerdeyim. Gümlerimi saydırdım. 2 yıldan biraz fazla daha prim ödemeliyim.

Ama sonra emeklilik için yaşımı beklemeliyim.

Bir adam yaklaşır o anda yanıma.

Bir rica.

Nefesimi tutuyorum. Nefesinde senelerin bakımsızlığı kokuyor.

O ise ne yazabiliyor, ne de okuyor.

Benim için şunu doldurur musun? Diyor.

Aile elemanlarından hiçbiri okumamış, öyle diyor. Oysa çocuğu 87’li. Şimdiye bitirebilirdi bir üniversiteyi.

Kimlik numarasını yazarken forma, imceliyorum nufus cüzdanını.

Anne adı: “Perişan”

Evet, öyle.

İnanamıyorum, ama öyle.

Soyad , ise buram buram feodalizm kokuyor.

Güleyim mi ağlayayım mı?

Adam hayır dualarıyla yanımdan ayrılıyor.

İçim buruluyor.

Şanssız mıyım?

Şanslı mıyım?

Elitist miyim

Hümanist miyim.

Bilemiyorum.

İçim buruluyor….

Dolmuş durağına yürüyorum.

Tesadüf bu ya, bizi getiren dolmuş,dönmüş dolaşmış, yine bize denk gelmiş.

Biz kırmızı ışıkta beklerken, birileri yine tozu dumana katıyor.

Hala mürekkep kokan kağıdı okuyorum.

2 yıl 3ay daha prim öde diyor. Öde ki alfabenin senin için oluşturabileceği en iyi kombinasyon, R.a.n.t.i.y.e.c.i olmasa da, e.M. E.k. l. İ. L. İ. k olsun diyor…